Yıllar geride kaldı. 1970'lerin ortaları; coşkun dönem. Toplum, romantik beklentilerin umudu ile umarsız bir politizasyonun karmaşıklığı içinde çalkalanıyor. Yeni sosyopolitik arayışlar şekillenirken yerel yönetimler kapsamlı kültürel etkinlikler düzenlemeye başlıyorlar. Antalya kenti anlamlı bir model oluşturuyor, bu çerçevede. Yaz aylarında çoşkulu yetenekli genç sanatçılar orada buluşuyorlar. Kenti uygarca güzelleştirme alanındaki bir belediye programının uygulaması olarak anlamsız sağır yüzeylere duvar resimleri yapılıyor. Boş meydanlar heykellerle süsleniyor. Orhan Taylan ve diğer genç sanatçıları ağabeyce yönlendirmede Mehmet Pesen görev alıyor. Ara sıra olağanüstü boy gösterişleriyle rahmetli büyük heykelci Kuzgun Acar motivasyon veriyor. Bir de neredeyse kısa pantolonlu en gençler var Mehmet Aksoy, Bihrat Mavitan ve arkadaşları!
Şahin Kaygun'u bu alışılmışın çok dışındaki atmosferde tanıdım. Kısa pantolonlular grubuna dahil, alabildiğine coşkulu her işe yardımcı ve koşuşan bir delikanlı. Özel bir akşamda duygulandırıcı bir iş dayanışması deneyimi yaşanıyordu. Türkiye'de bugüne dek yapılmış en anlamlı açık hava cismi olduğu düşünülebilecek Haşim İşcan Anıtı'nın ertesi sabah açılışı yapılacaktı. Yetkililer, TV, herkes orada olacaktı. Kuzgun'un başyapıtı hazırdı. Ancak merasim yerine yerleştirilecekti ve bu sırada geçici bir destekle takviyesi gerekiyordu. Önemsiz bir detaydı, aslında. Bir süre sonra değiştirilebilecek küçük bir taş yığınağı yapılacaktı. Tüm ekip oradaydık. Biraz düzensiz ama alabildiğine gönülden bir çalışma yapılıyordu. Ama bir tatminsiz vardı: Şahin. Herkese bağırıyor , geçici de olsa daha düzgün taşlardan bir dayanak yapılmasını istiyordu. Gece yarısı koştu. Belediye yetkililerini uyandırdı. Yeni alet edevat getirtti. Karanlıkta gittiler yeni taşlar buldular. Ertesi sabah Kuzgun'un başyapıtı merasime hazırdı. Ve çok düzgün bir dayanakla.
Görsel ve artistik anlatımda mükemmeliyetçilik arayışı, yukarıdaki yaşanmış öyküde de dile getirildiği gibi Şahin'in karakterinin en belirgin ögesiydi. Kimi zamanlar bu konuda hırçınlık mertebesinde bir ödünsüzlük tavrı koyduğu bile görülürdü. Yaşamın maddi gereksinmelerini göğüsleyebilmek üzere fabrikalarda ya da şantiyelerde reklam fotoğrafları çekmek gibi sıradan işlerde bile estetiğe saygı uğruna insanlarla tartışıp iş kaçırdığı olabiliyordu. Sözü buraya getirmişken, kendi kuşağının en yetenekli fotoğraf sanatçısının salt sanatsal üretimle karın doyuramayıp gündelik yan işlerin peşinde koşuşmaya mecbur kalışının sosyo-kültürel düzeyde toplumsal bir utanç olduğuna da değinelim.
Ancak Şahin, ödünsüzlüğü bir yana, yüksünmeden yapıyordu tüm bunları. Gördüğünü; deniz, bulut, makina, ağaç, beton, inşaat, insan yüzü ayırım yapmadan anlatım diline çevirme tutkusu tüm benliğini sarmıştı. Ve nasıl görüyordu? Döneminin büyük ressamı rahmetli Eşref Üren'in fotoğraflarını çekmeye gitmiştik. Daha doğrusu, o çekiyordu, kendinden geçmiş. Ben keyifle seyrediyordum. Sonra Eşref Bey ile anı fotoğrafları çektirmek istediler. Makine bendeydi bu sefer. "İkinci kırışığa dikkat" diyordu, Şahin; ısrarla. Eşref Üren'in yorgun bilge simasının en canlı konuşkan unsuru olarak alın kırışıklığının ikinci çizgisini yakalamıştı. Becerip çekemedim, tabii. Çünkü o yüz büzülme ayrıntısını benim görebilmem olanaksızdı.
Yıllar öncesini hatırlıyorum. Beşiktaş'tan denize bakıyorduk. Normal gözlü adamlar olarak biz sadece denizi görüyorduk. Şahin, Üsküdar'ın üzerindeki bulutları, uzaklardan geçen bir geminin uskur köpüğünü, bir başka geminin bacasını, hepsini birden görüyordu. Bir "klink" patlattı, aniden. O ara geçiveren ve kimsenin görmediği ilerdeki bir bulutu yakalamıştı. Bu benzersiz bir görme dikkatiydi. Hafiften bir poyrazın Akdenizin yüzeyinde yarattığı titreşimleri, incecikten bir Ankara. karının tozuşan zerrelerinin geometrik düzenini, bir antik yapıdaki saçak kabartması ayrıntısını herkesten daha önce ve doğru yakalayabilme ancak olağandışı bir göz merceğiyle mümkün olabilirdi. "Sendeki o benzersiz göz merceği var ya..." girişiyle anlatıyordum, ölümünden birkaç hafta önceki veda görüşmemizde. Çok ıstıraplı bir sabahıydı. Ama gözünün merceğinin yüceltilmesinden hoşlanmıştı. Ağrılarını unutturan tatlı bir söyleşide kaybolduk. Şahin Kaygun imajı bana hep o benzersiz göz merceği kavramını çağrıştıracak.
Olağanüstü bir göz, duyarlı bir gönül ve ince bir zeka ile birleşince Şahin başarıya adanmış gibiydi. Resim yapıyordu. Adı ortalıkta dolaşanların çoğundan daha iyi ressamdı. Grafik ustasıydı. Sinemada hasara uğrama pahasına yine ödünsüz onurlu ve görsel estetiği çok yüksek bir boy gösterişi olmuştu. Çok sevdiği Georges de la Tour'un lamba ışığındaki gerilimli insan yüzü temasından esinlenmiş bir sahneyi tanınmış bir bayan oyuncu yüzü aydınlıkta gözükmeden oynamayı reddettiği için, filmden çıkarmak zorunda kalmıştı. Çok alınmıştı, bu işe. Son görüşmelerimizde bile yıllar sonra "Büyük Ustam de la Tour'a bir sahne borçlu kaldım. Ama ilk fırsatta, ödeşeceğim kendisiyle," diyerek anlatıyordu.
Resim, grafik, sinema hepsi güzel. Ama ille de ve öncelikle fotoğraftı Şahin. Klasik, modern; arayışçı, deneyici-sentezci; kuşkulu, dingin; doğacı, portreci; siyah-beyazcı, renkçi, sepyeci, özel sıkıştırılmış polaroidçi. Fotoğrafta görüntünün anı yakalamaktan gelen yoğunluğu kadar yalın bir görsel güzellik iletişimi yaratabilmesine de duyarlıydı. O inanılmaz mükemmeliyetçiliği baskı tekniğiyle oynaşmasında da kendini hep göstermiştir .Minnacık hafif lekeler, ya da yarı belirsiz renk ayrımların biçiminde bile olsa kendini gösteren şişirmeciliğe hiç yer vermemiştir. Yaptığı işe bu denli tutku ve saygıyla bağlı sanatçı az bulunur, açıkçası.
Kaygun, çok yorucu, dolambaçlı yollardan gitmek zorunda kalışıyla hakkettiği yerlere tam varamamış bir sanatçıdır. Ama, yapabileceğinin sadece bir bölümünü yaparak bile damgasını basıyordu. Türk görsel sanat dünyasına. Uluslararası arenaya çıkmanın tam arifesinde çok erken ölümü, parlak bir yıldızın çabucak kayıverişine benzemiştir.