Erkek
çocuk, annesinin vajinası olduğunu bilmez, onun da penisi olduğunu
sanır. Buna mukabil, kız çocuk da bilmez kendinde vajina olduğunu.
Budanmış bir penis olan klitorisine, her şeyi dışlar şekilde yatırımda
bulunur, erkek organına engelleyemediği, bütün psiko-cinselliğini
etkileyen bir haset duyar. Penis sahibi olamayacağını anlayınca da
babasının penisinin, kendi içine girip ona bir çocuk vermesini arzu
eder. Annelik, ulaşılması imkânsız bir erkekliğin taklidinden başka bir
şey değildir; çocuk penisin ikamesidir...
Freud’un
Cinsel Monizm Teorisi’ne, kadındaki bütün hasedi ve histeriyi, penis
özlemiyle açıklayan bu görüşe (fallosantrizm) göre, kadının cinsel
organı ve cinsel kimliği kendisi açısından birincil bir anlama sahip
olmaktan ziyade, penisin ve erkek cinsel kimliğinin negasyonu
(yadsınması) olarak ikincil bir anlama sahiptir. Ki kadına ve onun
hazzına yönelik hiçbir iyi niyet bulunmayan bu teoriye en büyük
eleştiri, Fransız psikanalist ve feminist Janine Chasseguet Smirgel’den
gelir ve erkek çocuğun da vajenin varlığı bildiğini iddiası
geliştirilir. ‘Küçük Hans’ vakasını ayrıntılarıyla inceleyen Smirgel,
görüşlerine dayanak olarak şunu sorar: “Peki ama Hans annesinin ‘kendi
küçük sevimli aleti’yle doldurup doyuramayacağı kadar büyük bir organı
(vajen) olduğunu bilmediği halde, neden annesinin hoşuna gitmek için
babasınınki kadar büyük penis sahibi olmayı istesin ki?” Klasik teori vajeni bir yokluğa dayandırırken, kadın cinselliğini de bir edilgenliğe indirger. Freud’un
ve daha birçoklarının cinsel açıdan ‘normal’ kadının dönüşümünün
aşamaları ya da alternatifleri olarak sözünü ettikleri erkekçe klitoral
etkenlik/kadınca vajinal edilgenlik karşıtlığı, eril cinsellik
pratiklerinin gereğidir elbette. Puşkin, bir
erkeğin, arzuları güçlendikçe ‘kadın’ kelimesini ‘vajina’ kelimesinden
ayırmasının zorlaştığını söyler. Erkeğe, vajinanın yanında kadının
varlığındaki herhangi bir şeye gözlerini açtıran tek şey, tatmin edilmiş
arzudur. Bu yüzden zeki kadın, erkeğin hayalinden vajinasını kurtarmak
için ilkin kendini vermelidir ki vajinaya doyan erkek gözlerini kadının
aklına ve ruhuna çevirebilsin. Puşkin güzel buyurmuş ama, ‘şeylere’
girmek için, onu kendinde tutacak her şeyden, imgeden, düşünceden,
temsilden, her türlü öznellikten sıyrılmalıdır bilinç; hiçbir öğreti ve
geleneksel kabul ikamet etmemelidir zihninde... Zira
tarih boyunca bütünüyle cinsellikle dolup taşan bir beden olarak
tanımlanan kadın bedeni, kendisine içkin patolojinin etkisiyle tıbbi
uygulanımlar alanıyla bütünleştirilmiş ve (düzenli doğurganlığını
sağlamak zorunda olduğu) toplumsal bünye, (esas ve işlevsel öğesi olmak
zorunda kaldığı) aile düzlemi ve (ürettiği ve biyolojik, ahlâksal bir
sorumluluk çerçevesinde eğitimi boyunca güvence vermek zorunda olduğu)
çocukların hayatıyla organik bir iletişime sokulmuştur. Bu süreçte
cinsel organ/cinsellik de üç biçimde tanımlanır: Kadına ve erkeğe ait
olan ortak bir şey; özellikle erkeğin sahip olduğu, dolayısıyla kadında
eksik olan bir şey; ve tek başına kadının bedenini oluşturan, onu üreme
işlevlerine göre baştan aşağıya düzenleyen ve aynı işlevin etkileriyle
de onu sürekli bozan şey... Pablo Neruda “Kadın Bedeni” adlı şiirinde can veren ama aynı anda kendindeki ölümü de yaratan vajinayı şöyle betimler: Kadın bedeni, ak tepeler, ak baldırlar,
bir dünyadır açık kasığın senin. Gustave
Courbet’nin “Dünyanın Kökeni” tablosuna esin veren, kutsal kitaplardan
geleneklere, kişisel hayattan endüstriye, edebiyattan sanata dek hem
hayatın kaynağı ve şehevi bir nesne, hem de ölüm sunan karanlık bir
mağara ya da bütün kötülüklerin anası şeytani bir güç olarak yorumlanan
vajina, olumlu ve olumsuz iki edimin, iki düşüncenin, iki duygunun
karşısında yer almış hep; ya bir hiç olmuş ya hep! Shakespeare’in Hamlet’inde hiçbir yerdir orası. Nitekim, Hamlet ve Ophelia arasında şöyle bir diyalog geçer: Hamlet: Aşna fişne sandınız değil mi? Köylüler gibi yani? Ha ne sandınız?
Ophelia: Hiç Lordum.
Hamlet: Bu güzel işte; bir ‘Hiç’ demek ki, kadınların bacakları arasında yatan; sıfır yani. Terry
Eagleton’ın da onayladığınca, Elizabeth döneminde ‘hiçbir şey’, zaman
zaman kadının cinsel organı anlamına gelir. D.H. Lawrence’ın Leydi
Chatterley’in Aşığı’nda bekçi Mellors, Leydi Chatterley’e ‘am’ sözcüğünü
ve onun kendi dünyasında ne anlama geldiğini öğretir: “‘Am nedir?’ diye sordu.
“Bilmiyor musun? Am! Oranda, aşağıda; içine girdiğimde hissettiğim şey, içine girdiğimde senin de hissettiğin şey; hepsi işte.” Jelto
Drenth’in, vajinaya dair kapsamlı ve eğlenceli bir kültür çalışması
olan kitabı Dünyanın Kökeni: Vajina, uğruna nice namus cinayetinin
işlendiği, koskocaman bir pornografi sektörünün çevresinde döndüğü
vajinayı ve kadın cinselliğini, tarihsel, anatomik, antropolojik ve
biyolojik açıdan etraflıca incelerken, tıp metinleri, efsaneler, antik
kaynaklar, bilim, romantik edebiyat ve fantezi kaynakları üzerinden
vajinanın feminist ve lezbiyen literatüründeki yerine ulaşması son
derece sevindirici... Feminist literatürde geniş
yer kaplayan vajina ve söylemleri, 1960’larda ‘amın kudreti’ terimiyle
gelişir. Hollanda’da çıkan yeraltı dergilerinden Suck’ta ‘amın kudretini
yeniden kazanma’ konusunda heyecanlı yazılar yazan, Germaine Greer’den
başkası değildir: Am güzeldir. Emersen anlarsın.
Vücudun kendininkini emecek kadar esnek değilse parmağını usulca içine
sok, çıkarıp kokla ve onu em. Feminist aktivist
yazarlar vajina ve klitorise gerçek anlamını armağan ederlerken, kadın
romancılar da cinsel organlara dönük bir sembolizm yaratmışlardır.
Dudakların, ellerin, vajinanın eril bakışın sınırlarındaki kösnüllüğü
değil, kadınsı oto-erotizmdir bu. Kadın bedeninin organlarını,
sakınımsızca eğretileme olarak kullanan (ki başyapıtı Venüs Deltası,
bunun en iyi örneğidir), cinsel hazzı dil kurallarının içine yerleştiren
ve bedenin ritimlerini özgürce dillendiren Anais Nin, Freud’un,
“Bilinçaltı, sözdiziminin bozulmasıyla temsil edilir,” görüşünden yola
çıkarak geleneksel yazının ritmini ve kurallarını tehdit eder. Henry
Miller ise eril literatür içinden bakar vajinaya. Oğlak Dönencesi’nde
vajinayı sınıflandırır, kimi kez küçümser, kimi kez korkar ondan: “Gülen
amcıklar vardır, konuşan amcıklar, yumurta biçimindeki küçük ağız
çalgısı biçiminde, besisuyunun yüksekliğini ve alçaklığını kaydeden
depremçizer makineleri gibi kaçık ve histerik, iri amcıklar; balina ağzı
gibi açılan ve sizi canlı canlı yutan yamyam amcıklar; köküne kadar
kazınmazsa hiç karşılık vermeyen bitkisel amcıklar...” (Ki Neruda da
katılır, kazıma konusunda ona: “Benim hoyrat çiftçi bedenim kazar seni
ve fırlatır oğulunu toprağın derininden”). Vajinayı
köküne dek kazımanın yanı sıra içini herhangi bir nesneyle doldurmak,
hazzın da işkencenin de muradı. Catherine Breillat’nın bedenini ve zevki
keşfeden bir genç kızın öyküsünü anlatan İlk Sevişme’sinde yatılı okul
öğrencisi Alice, çay kaşığını vajinasına sokarak, cinsel organını tren
raylarına yapıştırarak, kendi sıvısıyla cama adını yazarak ve cinsel
organına solucan sokup gezdirerek bedeninin imkânlarını araştırır.
Joseph Kessel’in, Louis Bunuel’in sinemaya uyarladığı Gündüz Güzeli
romanında da vajina üzerinde gezdirilen akrepler, böcekler görülür.
Seks, ölüm ve dışkıyı temsil eden akrepler, doğal olanın bastırılması
ile cinsel doyumun yerine geçen anlamsız şiddeti tescil eder. Güney
Amerika edebiyatında, ‘kirli gerçekçilik’in ustalarından ‘Karaibli
Bukowski’ olarak tanınan Pedro Juan Gutierrez de romanlarında sert bir
erotizm kullanır; kadınların cinsel organlarına bıçak sokarak işkence
etmek yaygındır. Pauline Reage’nin efsanevi romanı O’nun Hikâyesi ise
işkenceyi onura dönüştürür,. ancak ne var ki nihayetinde eril
hegemonyayı olumlar. Kırbaç darbeleri, kızgın demirle dağlamalar,
zincire vurmalar ve orji, gururlu, ağırbaşlı, deliler gibi âşık bir
kadının sevdiği erkeğin karşısına ‘tam bir kadın’ olarak çıkmak için
geçmesi gereken kapılardır. Dişli ve Mis Kokulu Vajina Penise
gıpta etmeye yazgılı kaderiyle kadın, onu elde etmek için her yola
başvuracaktır öyleyse. Ya babasının bir benzeri olan kocasına kölece,
domestik tutkusuyla, ya bir çocuk-penis arzusuyla... Penise iyelik
güdüsünün, edebiyattaki en manidar örneği, Charles Bukowski’nin, “15 cm”
adlı öyküsüdür şüphesiz. Karısının zorunlu diyet programı sonucu 15
cm’e dek düşen Henry’nin, yani bir penisin öç alma hikâyesidir bu. 15
cm’den sonra küçülmesi duran Henry, bir sabah karısının ellerinde, onun
vajinasının içine girer. ‘Küçük kalafatım’ sıfatıyla sevilen Henry bir
vibratörden farksızdır. Tuhaftır ama Henry’nin öfkesi, karısının
güzellik ve ideal kilo saplantısında hicvedilmez de, keyif için seksüel
oyuncak gibi kullanılmaktan rahatsız olur ‘küçük bey’! Ancak yine galip
çıkan taraf olur; karısını iğneleyerek öldürür ve eski gücüne kavuşur.
Vajina tarafından yutulan penis, onu ortadan kaldırarak kadının kitonyen
doğasından, aydınlık kültür dünyasına mensup olur yeniden. Dişli
Vajina tehdidine karşı önlemini de almış olur böylece Bukowski.
Latince’de ‘vagina dentata’ (dişli vajina) olarak adlandırılan bu
olguda, vajinanın tek görevinin, parçalayıcı dişleriyle penisi yiyip yok
etmek olduğuna inanılır. Bir kadınla sevişen erkeğin ejakülasyondan
sonra penisinin ereksiyon gücünü kaybettiği, vajinanınsa spermlerle
beslenerek daha da palazlandığına inanılır. Bir Kuzey Amerika
Kızılderili miti olan Dişli Vajina, kadın gücü ve erkek korkusunun
doğrudan aktarımıdır. Her vajina mecazen gizli dişlere sahiptir; çünkü
erkek çıktığında, girdiğine göre azalmıştır. Camille
Paglia, dişli vajina mitine duyulan aşırı korkuyu annelik işleviyle
bağdaştırır. Kadının gizli vampirliği toplumsal sapkınlık değil, doğanın
onu usandırıcı bir kusursuzlukla donattığı analık işlevinin bir
uzantısıdır. Zaten erkek için cinsel ilişki demek, enerjisinin kadının
dolgunluğu tarafından emilmesi, anneye dönüş ve teslimiyet demektir. Ama
aynı zamanda bir kimlik edinme çabasıdır. Cinsel ilişkide erkek, onu
taşıyan dişli güç, yani doğanın dişi ejderhası tarafından tüketilir ve
salıverilir. Öyleyse, kimlik edinme çabası da boşa gidecektir. Hoş,
erkek nedir ki? Yarım kalmış bir dişi olarak
eril, ömrünü kendini tamamlamaya çalışmakla, dişi olmaya çalışmakla
geçirir. Bunu da sürekli olarak dişiyi aramak, birlikte yaşayıp içinde
erimek suretiyle yapmaya uğraşır ki annesinin rahmine geri dönmek
isteyen erkekler kendi özel mitolojilerini yaratmışlardır çoktan.
Valerie Solanas, tamamen yalnız ve aciz bir birim olan erili,
partneriyle empati kuracağına, “nasıl yaptığı, birinci sınıf performans
gösterdiği, nasıl iyi boru döşediği” konusuna takıntılı olduğu için topa
tutar: “O bir makine, yürüyen bir vibratördür.” Erkek
Doğrama Cemiyeti Manifestosu’nda cinsel monizme de saldırır Solanas.
Kadınlarda penis hasedi yoktur, aksine erkeklerde kuku hasedi vardır ona
göre: “Eril edinginliğini kabul edip kendini bir dişi olarak tarif
ettiğinde ve bir dönme olduğunda düzme ihtirasını kaybeder ve çükünü
kestirir. Sonra da ‘kadın olmak’tan sürekli yaygın bir cinsel duygu
sağlar.” Solanas’ın fikirleri belki fazlaca
saldırgan, ama kadının cinsel nesne haline getirilmeye çalışıldığında,
hiçbir zaman gerçekten nesne olmayacağına ilişkin düşüncelerine
katılmamak mümkün değil. Nesne öncesi arkaik tensel bir içkinlik,
nesne-özne öncesi bir ab-ject, kültürelin doğumundan bir atık, bir
zillet durumudur kadın. Dişinin kültürle ve tarihle olan ilişkisini
‘abject’le (iğrenç) açıklar Julia Kristeva. Beden, sürekli kayıplar
yaşayarak özerk hale gelir. Eril bakışın erimindeki cinsel imgesi, kendi
bedeninden; kan, kusmuk, ter, kıl gibi ‘iğrenç’ addedilen ifrazattan
arındırıldığı ân mistifiye edilir kadın. Moda ve reklam sektörünün
ürettiği prototip kadın kurgularından pornografik filmlerdeki
terlemeyen, kanamayan, işemeyen siborg kadınlar, aynı yüceltimin
ürünleridir. Avangard yazar Alina Reyes, kadın porno edebiyatının
‘İncil’i addedilen The Butcher’da bozuşturur bu yargıyı. Kan kokan, pis
bir kasap ile bir kadının cinsellik ağırlıklı ilişkisini, etler arasında
yaşadığı kösnüyü anlatır; romanlarını ‘et’, ‘kan’, ‘acı’, ‘şiddet’ ve
‘haz’ kavramlarını bağıntılayarak kurar.
Sadistik geleneğe bağlı
yazarların eserlerinde anüs bir şeftali gibi tanımlanırken, bok
sevgilinin kokusuyla özdeşleştirilir, hatta partnerin en iç gıcıklayıcı
‘aksesuarı’ halini alır. Georges Bataille, seks, ölüm, aşağılama,
müstehcenlik ve kötülüğün yüceltildiği; tanrı düşüncesinin alaşağı
edildiği yapıtlarında şiddetle beslenen erotizmin, estetize edilmeden de
kabul görebileceği düşüncesini aşılar. Bizzat kendi hayatını anlattığı
ilk kitabı Gözün Öyküsü’nde, yumurta, göz, sidik, kan, meni, vajina
belirgin motifler; seks, orji, ölüm, tanrısallığı kovuşturma ise temel
temalarıdır. İşemek, boşalmak, kusmak, otuzbir çekmek, kıçta yumurta
kırmak, kan koklamak ve ruhban sınıfını ‘düzmek’le süregiden kitap,
sodomi, eşcinsellik, ensest ve orjiyi yüceltir. Comte de Lautreamont
olarak tanınan kötülüğün prensi Isidore Ducasse, Maldoror’un
Şarkıları’nda kan içmekteki delilce şehveti anlatır: “Yanımda yatan
erkeklerin kanlarını kana kana içtiğimin ertesi günü...” Cinsel
eşin kanını içmek âdeta yeniden doğum imgesi görür Philip Roth’un
Meme’sinde de. Edebiyat profesörü David Kepesh, kendinden hayli genç
öğrencisi Consuela’yı kaybedeceğini hissedince, ona eski bir
sevgilisinin yaptığı gibi regl döneminde oral seks yapar, kanını yalar.
Yitirdiği cennete geri dönüş isteği, hayat suyuna kavuşma arzusudur bu.
Aynı Kepesh, yıllar önce Meme’de karşımıza dev bir kadın memesi şeklinde
çıkmış ve bunu bir zevke dönüştürmekte gecikmemişti: Meme ucunun zevk
verdiğini keşfeden, dev memesini (yani, ‘kendisini’) okşatıp sevgilisine
mastürbasyon yaptırarak hazza ulaşmıştı Kepesh defalarca. Portnoy’un
Feryadı’ndaysa kadın kokusuna övgüler düzdü bu kez Roth. Kahramanının,
aşağılayarak Maymun adını taktığı sevgilisinin kokusunun gücü
büyüleyiciydi: “... Maymun bir ara Ranieri’deki kadınlar tuvaletine
gitti ve bir parmağında amının kokusuyla geri geldi, onu yemeğimiz
gelene kadar öpüp koklamak için burnuma götürdüm.” Yemek
ile cinsellik arasında tartışılmaz bir bağ var. Kokular, dokular,
dolgunluk, doygunluk, lezzet ve zevk, bedenin her iki etkinliğinde de
ortak kavramlar... Bu birliktelikte işi en uç noktaya getiren kült
eserlerin başında gelir Marquis de Sade’ın Sodome’un 120 Günü adlı
romanı. Pier Paolo Pasolini elinde muhteşem bir dekadan filme dönüşen
eserde, tabaklarda bok servisinden tutun da vajinal sıvıları sos
niyetine kullanmaya varıncaya dek bedensel salgı ve atıklar yiyecek
maddeleriyle karıştırılır: “Kızın apışarası üstüne birkaç çiğ et kondu.
Adam parçaları kavradı, kızcağızın amcığına soktu, döndürdü, döndürdü ve
vajinanın sağladığı tuzla kapladıktan sonra çıkarıp yedi.” Kendi
vajinasının fotoğrafını çektirerek çalıştığı dergide yayınlatan
Germaine Greer, en lezzetli yemeklerin de aynı tat ve kokuya sahip
olduğu gerekçesiyle kadınları vajina kokularıyla gurur duymaya ikna
etmeye çalışır. Ölümsüzlüğün kokusunu elde etmek için güzel kadınlarla
sevişen ve sonra öldürerek kokularını çalan, vücuduna kadın kokusu zerk
ederek ölümsüzleştiğini inanan Jean-Baptiste Grenouille (Patrick
Süskind, Koku), Greer’i onaylar âdeta. Kadın cinselliğini yeniden
yapılandıran Catherine Breillat’nın filmlerinde aybaşı kanı içmek, kadın
cinsellik organının yakın çekimleri, pislikle hemhal sahneler, sadist
geleneğinin uzantısı olmakla birlikte Fransız yapısökümcü feminist
düşünceye de göz kırpar. Regl kanı da vajina kokusu da utanılıp
gizlenilecek sıvılar değildir. Sorun, meseleyi erkek egemen bakıştan
çıkarma meselesidir. 1960’lardan itibaren pek çok kadın yazar, yönetmen
ve sanatçının avangard yapıtlarında, vajina ve ona dair olan mayi, düzen
skalasını bozacak görünümlere bürünür. Portekizli
sanatçı Joana Vasconcelos’un “Gelin” adlı işi, 14 bin adet tampondan
oluşan kristal bir avize görünümündedir; tıpkı Kostarikalı sanatçı
Priscilla Monge’nin binlerce adet kadın pediyle duvarlarını kapladığı
oda gibi, kadının gizli kalması gereken ‘sırları’nı açığa vurur. ‘68
kuşağı feministlerinin sutyenleri sokağa fırlatışı gibi, ‘90’ların kadın
sanatçıları da kanın akışını durduran engelleri kaldırırlar ortadan.
Oluklardan fışkırırcasına akmalıdır kan. Ingmar Bergman’ın tabu deviren
filmlerinden Çığlıklar ve Fısıltılar’da yeni ölmüş bir annenin üç
kızından biri, kocasıyla yediği sessiz fakat aşırı gergin yemek
sırasında şarap kadehini kırar. Sonra cam kırıklarıyla vajinasını kesip
kanını yüzüne ve ağzına bulaştırırken kahkahalarla güler. Kocasının
cinsel ayrıcalıklarını hedef alan bir misilleme olduğu kadar kendi
bedenini kesme, kadının içsel kaosuyla baş etme, onu kontrol altına alma
biçimi olarak ortaya çıkar. Öz yaralama, kadının kendisini ifade
etmesine imkân tanımayan eril dile karşı öz-bedeninin dilidir;
duyguların kesme edimiyle, kan aracılığıyla ifade bulduğu bir dildir. Nobel
ödüllü Avusturyalı yazar Elfriede Jelinek, Haneke’nin aynı çarpıcılıkla
beyazperdeye uyarladığı filmi Piyanist’te, otoriter annesiyle
sembiyotik bağını koparamamış, tatmin edilmemiş cinsel özlemlerle dolu
genç piyano hocası Erika’nın hikâyesini anlatır. En büyük zevki bedenini
kesmektir Erika’nın. Bir gün, bastırılmış mazoşistik dürtüler açığa
çıkar ve jileti vajinasına doğrultur. Yanlış yeri kesmiş, Tanrı’nın ve
Tabiat Ana’nın beklenmedik şekilde birleştirdiği şeyi ayırmıştır bu kez.
Birbirinden ayrılan iki et parçası bir an için karşılıklı bakışırlar.
Irigaray’ın kavramsallaştırdığı kadındaki çift ve çoğul cinselliğe
göndermedir bu âdeta.
“Sürekli öpüşen iki dudağım var benim.
Birbirine yapışık bir ikiz, aralanan ama bölünmeyen”; Irigaray bu
sözlerle, vajinayı dillendirmiş, klitorisi tarif etmiştir. Erkeğin tek
organıyla birleştirebileceği tek bir cinselliği oluşu Solanas’ın
vurguladığı türden bir ‘kuku’ hasedine yol açmaz mı? Neden olmasın?
Yoksa klitoris, fallosantrik iktisatta bu denli küçümsenmezdi. Kadınlar
yalnızca ‘kadın’ adı verilen dişi cins olmakla kalmazlar, aynı zamanda
bir cins olmayan dişilerdir. Bir çıkarımla tanımlanan kadının kadınlığı,
erkek/kadın şeması karşısında, belli bir saptanmamışlık gösterir. Bu
nedenle, pek çok erkek yazarın eserinde Dişli Vajina efsanesi, değişik
görünümler altında üremeye devam eder. Guillaume Apollinaire’nin On Bir
Bin Kamış’ta söz ettiği (Amcığının kasılmalarında şeytani bir şey vardı)
‘şeytani şey’, dişli vajina mitinin bir uzantısıdır şüphesiz.
Vajinanın, Medusa’nın başıyla ortak bir yanı vardır; ona bakan taş olur.
Freud, Medusa’nın erkekleri taşa çevirmesinin sebebini, oğlan
çocuğunun, kadın cinsel organlarını ilk bakışta penisin kesildiği yara
yeri gibi görmesine bağlar. Kaba erkek argosunda kadın cinsel
organlarından ‘yarık’ ya da ‘çizik’ diye söz edilir ki, dişil organların
yaraya benzer görünüşü aslen kitonyen doğanın ıslah edilmezliğinin bir
simgesidir. Camille Paglia, Freud’un tam tersine anneyi, hadım edici ve
hadım edilmiş kadın apışı olarak yorumlanan Medusa olarak tanımlar.
Ancak Medusa’nın yılankavi saçları aynı zamanda doğada yetişen
bitkilerin fışkırmasıdır. O, hem hayat veren, hem de özgürlüğe giden
yolu tıkayandır. Vajinayla ilişkilendirilen
şeytani güçler, dünyadaki bütün kötülüklerin içinden çıktığı Pandora’nın
Kutusu efsanesinde de görülür. Puşkin, Gizli Günce’sinde, vajinanın
ahlâksızlığının gerçekte savunmasız oluşundan kaynaklandığını vazeder:
“Bir
penis kalkmayabilir. Ama bir vajina reddedemez. Sadece başlangıçta
isteksizlikten dolayı ağzı kuru olabilir, tükürüğünüzle onu ıslatmanız
mümkündür ve isteksizlik yok olur.” Kadının
isteksizliği, tükürükle halledilecek denli aşılması kolay bir çittir,
Paul Verlaine’ne göre de. “Erkekler” adlı şiirinde, kamışların ucunu
yağlayıp belle, bokla, baldır ve kalçayla alem yapmaktan söz eder. Yine
Puşkin’in işaret ettiğince, her kadının ıslak dişiliğinin kendi gizi
vardır: “Onu düzmeniz sizin bütün gizi çözdüğünüz anlamına gelmez.”
Elbette! Çünkü kadının üreme donanımı erkeğinkinden çok daha karmaşık ve
anlaşılmazdır. Çünkü kadın bedeni, içinde yaşayan ruha kayıtsız
kitonyen bir makinedir. Bir kadınla cinsel
ilişkiye giren her erkek, fiziksel ve ruhsal olarak hadım edilme
tehlikesiyle karşı karşıyadır. Fransız psikiyatr Jean Cournut da
hemfikirdir bu tezle. Erkekler Kadınlardan Neden Korkar adlı kitabında,
erkeğin kadından korkmasının başlıca sebebinin, kadınların hayvani,
vahşi bir cinselliğe sahip olup şeytansı yetilerle donatıldıklarını
düşünmeleri olduğunu ortaya koyar. Ancak Cournut’nun ana tezi, hadım
edilme korkusudur. İdealize edilen kayıp nesne (anne) bulunsa da arzu
asla tatmin olmaz, oğulun annesine yani onun erotik dişiliğine karşı
biçimlenen hıncı döngüsel bir ritm alır. Marquis de Sade bu ‘erkeksi’
öfkeyi hayli içeriden anlatır: “Beni dünyaya getirmek için kendinizi
düzdürmeniz benim gözümde bir vasıf sayılmaz.” Oğlan
çocuk, ilk aşkı tarafından daha döle düşmeden aldatılmıştır. Kadına
karşı nefretini ya hakimiyet kurarak bastıracak ya da korkarak yönünü
değiştirecektir. Sade, öteki üzerinde hakimiyet kurmayı sadist gelenek
içinde arar. Garip ama o aynı zamanda bir ahlâkçıdır. Dinsel, toplumsal,
geleneksel normların oluşturduğu alışkanlıkların içinden tanımlanan bir
ahlâk anlayışının dışına çıkmakta bulur ahlâkı. Bütün
o ‘sapkınlık’ diye adlandırılan külliyatı, aklın oluşturduğu ‘kurulu
düzen’in dışına çıkma ihtiyacına verilmiş bir cevap, bir yöntem
önerisidir. Çünkü akıl, Sade’a göre ‘normal’i dayatan, insanı kısıtlayan
bir süreçtir. Sade’ın ölümünden yaklaşık otuz yıl sonra, normalin
dışında yine burjuva ahlâkı üzerinden bir imkân arayan Leopold Ritter
von Sacher-Masoch, özgürlüğü mazoşizmde bulur. Yazarın, psikiyatrist
Krafft-Ebing tarafından adının ‘mazoşizm’e verilme sebebi mazoşist
kurgularıdır. 1870’de basılan, içinde kadın cinsel organının adının
bolca zikredildiği Kürklü Venüs’te öne çıkan en bariz usûl
kırbaçlanmaktır. Başkahraman Severin eziyet
görmekten, sevdiği kadın tarafından kırbaçla dövülmekten müthiş bir haz
duyar. Küçükken teyzesinin kendisini kırbaçla dövmesini takıntı haline
getirmiştir. Sadizme karşı verilen böylesi bir mazoşist karşılık, nerede
bir sadist varsa orada mazoşist de vardır kurgusunu akla getirmemeli
ancak. Zira sadizmin ve mazoşizmin arzu rejimleri, onları birbirlerine
cevap vermekten alıkoyar. Sade’ın eserinde bedenler ve cinsel organlar
teatral biçimde nesneleştirilir; cinsel zevk ve acı karikatürize
edilmeye müsaittir. Masoch ise edebi tür açısından romantik hikâyeyi
tercih eder; cinsel organ motifleriyse romantize edilir. “Sade
ile Sacher Masoch: Ekonomi-Politiğe Karşı Diplomasi” başlıklı
makalesinde (Virgül 7, Nisan 1998), geçen ay içinde kaybettiğimiz Ulus
Baker, “Sapkınlığın en yaygın biçimleri aynı zamanda en gerçek, başka
bir deyişle en şiddet yüklü biçimler olduysa, bunun nedeni salt hazza
yönelik her libidinal tasarrufun bir acılar mekaniğini de içeriyor
olmasıdır,” derken, Sade ve Masoch’un öneminin hazzın bedava, evlilik ve
döl verme yaşantısının bir ‘yan ürünü’ olarak elde edilmesine karşı
duruşları olduğunu anlatır. Lawrence için
“üreyimsel olanı, boşaltımsal olanla kuşatmak, hazzı utançla, yaşamı
ölümle murdarlamak”, yozlaşmış bir yaşama yordamının görüngüsü olan
hastalıklı bir cinselliğin içerisinden çıkışın anlatımıydı.
Karşıtlıkları uzlaştıracak olan bir üçüncü göz arayışının ve sağlıklı
bir cinsellik tanımının sonucuysa kadın sodomisiydi. Kadını
bir kara delik olarak algılayan bu anlayışa göre, erkeğin görevi,
kadının içindeki boşluğu penisiyle doldurarak kadınlar için tek mümkün
tatmin biçimi olduğu varsayılan pasif, vajinal orgazmı
gerçekleştirmektir. Oysa seks, vajinayla başlayıp bitmiyor; kadının
zevki de, klitorisin etkinliği ile vajinanın edilgenliği arasında bir
seçim değil! Mağaraya Gömülen Babafingo Erkek,
cinsel olarak bölmeli bir yapıya sahiptir, ama buna rağmen kendindeki
bölünmüş arzuya bakmadan kadını bölümlere ayırır. Pornografik filmlerde
ve erkekler tarafından yazılan erotik romanlarda kadın bedeni parçalara
ayrılır, organlar eril bakışın hizmetinde mistifiye edilerek bedenin bir
parçası olmaktan çıkarılır. Erkek, cinsel organları yüzünden aralıksız
bir doğrusallık, odaklanma, hedefleme, yönlenme düzenine mahkûm
edilmiştir. Dikey bir hiyerarşiye içkindir. Kadının erotizmiyse bütün
bedenine yayılmıştır; her yerinde cinsel organ vardır onun. Irigaray,
kadın cinsel organının biçimiyle ilgili bambaşka yapılar ortaya atarak
psikanalizin fallusuyla alay eder. Birbirine az ya da çok değen kadın
dudakları, akıcı geçitler ve sıvılar göze görünmez olan, bu yüzden de
tanıyan bakış için bildik olmayan, kadının zevk duygusunun erojen
katlılığını betimler. Erkek söylemi ve onun
kadınlık üstündeki baskı araçları, bünyenin kendi dişiliğiyle
çatışmasının ve onu kontrol etme çabasının yansımalarıdır. Bu söylem,
klitorisi lanetlemiş, vajinal orgazm efsanesini uydurmuştur. Eserlerinde
cinselliğe dair bütün tabuları yıkan Octave Mirbeau’nun (Azap Bahçesi)
klitorisi reddetmesiyse ilginçtir: Çiçeğin tek cinsel organı var, milady... Bir cinsel organdan daha sağlıklı, daha güçlü ve güzel bir şey var mı?.. Platon,
kadın tohumunun birikmesiyle ortaya çıkan cinsel asabiyetin önlenmesi
için fazla sıvının dağıtılmasını, yani cinsel boşalımı önerir. Evli
kadınlar için uygulama kolaydır ama hasta bekârsa durum dehşet
vericidir. Mastürbasyon düşünülemez; hem klitoral orgazm yok
sayılmıştır. Bu nedenle, doktorlara kadının dış üreme organlarına ve
dölyoluna masaj yapma görevi verilir; teknik, vibratörün doğuşuna yol
açar. Klitorisinin uyarılmasına şehvetle karşılık
veren kadın için Freud’un gözünde cevap açıktır: Kadınlığını
kabullenememiştir, cinsellikte etkin bir rol üstlenmeyi sürdürmektedir,
onda erkeklik kompleksi vardır. Oysa bilinenin tersine penis,
klitoristen oluşuyor. Klitorisin Sırrı, Parmak Ucunuzdaki Gizli Dünya
adlı kitabında Rebecca Chalker, klitoris ve penisin bölümleri açısından
birine çok benzediklerini, sadece düzenlemede farklı olduklarını şöyle
açıklar: “Gebeliğin sekizinci haftasına kadar bütün ceninler dişi
görünür. Sonra x ve y kromozomu olan ceninler erkeğe dönüşür ve
testosteron gelip yeni düzenlemeler yapar. Kadınlardaysa organlar normal
seyirlerinde gelişip klitoral sisteme dönüşür. Yani, penis klitoristen
türer.” Arjantinli yazar Federica Andehazi,
Anatomist adlı romanında Venedikli anatomi bilgini Mateo Columbo’nun
hayatını ve onun kendi Amerikası olan klitorisi nasıl keşfettiğini
anlatır. Kahramanına göre klitoris kadınları
yönetir; ruh kavramıysa erkeklere özgüdür, kadınlarda ruha rastlanmaz.
Erica Jong’un, Andehazi’ye cevabıdır âdeta Fanny adlı romanı:
“Nitelikleri gözden kaçırıp anatomiyle uğraşanlar yalnızca sersemlerdir.
Ruh her bakımdan vücuttan daha önemlidir. Jong yine aynı romanında, bir
erkeğin kendi organına hangi adla değiniyorsa kişiliğini öyle gördüğünü
belirtir. Lawrence’a göre, gizli bir utanç gibi taşınan ve üreme
işleviyle boşaltımı aynı yerde gerçekleştiren erkeklik organı,
yokoluştan yeniden doğuşa açılabilmek için benzersiz bir olanaktır. Jean
Genet’nin eserleri, devasa penislere sahip olan ve bu bedensel
üstünlüklerinin kendilerine, kendi doğrularını belirleme hakkı verdiği
karakterlerle doludur. Penis dünyayı oburca içine çeker ve tatmin olur.
Alberto Moravia Io e lui adlı romanında penisini kişileştirir; io,
kendisi, lui de küçük Alberto’dur. Bir başka İtalyan yazar Luigi
Malerba’nın başyapıtı Babafingo’nun kahramanı yine bir erkeklik
organıdır. Erkek argosunda penis anlamına gelen
‘babafingo’, Çingenelerdeyse bir zamanlar onlara yol göstermiş, önderlik
etmiş kişidir. Ama karanlık sularda kaybolmuştur babafingo. Bir gün döneceğine hâlâ inanılır... * (Mesele Dergisi’nin izniyle, Ağustos 2007 tarihinde yayınlanan 8. sayısından alınmıştır.)
|