|
Andres Serrano The Interpretation of Dreams (The Curse)
| |
Vücut
dünyada, aslen hareket ve akışkanlık olan bir durumdur. Varoluş
felsefesi fenomenolojik öncüllere dayanarak bizi vücudun mevcudiyeti ile
bir nesnenin varlığı arasındaki farkı düşünmeye yöneltmiştir. Vücut hem
dünyadan beslenen ve onunla iletişim halinde olan bir organizmadır hem
de insani dünyada sınırları dondurulmuş her hangi bir nesne gibi
nesneleştirilebilir bir varlık olarak belirir. Vücudu, Merleau-Ponty ve
Simone de Beauvoir gibi “dünyada bir durum” olarak ele aldığımızda,
mevcudiyeti her zaman cinsiyetli/zaten çoktan cinsiyetlendirilmiş olarak
buluruz. Lacancı psikanaliz cinsiyet farkının sembolik düzene giriş
öncesinde varolduğunu yadsıyacaktır; sembolik düzen öncesinde çocuk için
anne ile baba arasında bir fark yoktur. Foucault da cinsiyetin
doğallığından şüphe etmiştir, onu takip eden Judit Butler daha da
ileriye giderek nihayetinde “doğa” da bilimsel ve kültürel bir kurgudan
ibaret değil midir diye sorar. Feminist kuram cinsiyetin salt biyolojik
bir veri mi yoksa salt toplumsal ve tarihsel bir kurgudan, kültür içinde
bir olma tarzından mı ibaret olduğunu çok sorgulamıştır. Ne var ki,
cinsiyetli varoluş, ister salt biyolojik bir veri isterse sırf toplumsal
bir kurgudan ibaret olarak ele alınsın, bedene ilişkin belirlenimci bir
konumu işgal etme riskine sürekli bir biçimde girilir. Sonuç olarak
biyoloji bilimi de, ataerkil kültür de bedeni nesneleştirir. Halbuki
varoluşçuluk açısından bakıldığında, “dünyada bir durum olarak vücut”
ona ne içerden ne de dışardan dayatılmış bir nesnel yapıya
indirgenebilirdir. Simone de Beauvoir’ın İkinci Cinsiyet’te1
kadını “durum”undan yola çıkarak ele alışını takip ederek hem somut
bedenin kendisini nasıl her zaman toplumsal ve tarihsel olarak bir durum
içinde bulduğunu ve kendi deneyimlerini bu durum içersinde
anlamlandırdığını fenomenolojik olarak araştırabilir hem de bu durum
üstünde yapılan bir düşünümden doğan feminist bilince ve eyleme onu
dönüştürme özgürlüğünü tanımış oluruz.
İkinci Cinsiyet’te
Simone de Beauvoir özgürlüğün ve aşkınlığın içkinlikte ketlenmiş olduğu
bir kadınlık durumunu tasvir etmektedir. “Kadın doğulmaz kadın olunur”
sözü, elbette “nasıl kadın olduk?” sorusunu, geçmiş kipindeki bu soruyu
doğuracaktır. Ve ardından da başka soruları: Nasıl kadın oluyoruz?
(Şimdiki zamandaki olma sürecimiz hakkında bir soru); Kadın olmalı
mıyız? (Cinsiyet/toplumsal cinsiyet seçilebilir mi?); Nasıl kadın
olabiliriz? (Cinsiyet farklılığını yaşama tarzımızı serbestçe icad
etmemiz mümkün mü?) vs. Iris Marion Young, “Dizisellik olarak Toplumsal
Cinsiyet: Kadınları Toplumsal bir Kollektif Olarak Düşünmek”2 adlı yazısında Simone de Beauvoir’ın “Kadın doğulmaz kadın olunur” sözünü yorumlarken Sartre’ın 1961 tarihli Diyalektik Aklın Eleştirisi’nde bulunan “atıl-pratik” (pratico-inert) ve dizisellik (serialité)
gibi kavramlara müracaat eder. Feministlerin Beauvoir’ın bu sözünde ima
edildiğini düşündükleri “toplumsal cinsiyet” kavramı, Young’a göre,
atıl-pratik yapılarının bulunduğu bir alan olarak ele alınmalıdır.
Dünyada bir durum içinde olduğu söylenen vücut, cinsiyetli mevcudiyet,
bir takım atıl pratiklerin, yani önceki kuşakların praksislerinden
doğmuş, onların dünyevi varoluşlarını etkili ve belirleyici bir biçimde
dokumuş olan eyleme ve davranma biçimlerinin, kurumların bir ürünüdür.
Atıl pratikler şimdiki zamanın kültürüne içkin olan, donmuş, çökelti
haline gelmiş pratiklerdir. Örneğin kadın ve erkek arasındaki işbölümü,
yani kadınlar kamusal hayatta varolmadan önce geçerli olan işbölümü
(kadının evde çocuk bakması, temizlik yapması, erkeğin ise dışarda
çalışması ve evi geçindirmesi) kadınlar da dışarda çalışmaya ve evlerini
geçindirmeye başladığı halde ev hayatı üstündeki belirleyici etkisini
sürdürmeye devam eder. Simone de Beauvoir için kadının biyolojik
durumunun onun için bir handikap teşkil etmesinin sebebi, bu durumun
görüldüğü ataerkil bakış açısı ve onun içinde bulunan atıl-pratiklerdir.
Simone de Beauvoir bu bakış açısı yüzünden genç kızın ergenliğe
geçişini işaretleyen adet kanamasının bedenin bir olumlanması, yetişkin
kadınlığın kutlanması anlamıyla yaşanamadığını, aksine bir lanet, bir
esaret gibi deneyimlendiğini vurgular. Bu yazının devamında İkinci Cinsiyet’in
adet kanaması tecrübesine ilişkin olarak yaptığı fenomenolojik
betimlemeyi yakından takip ederek Simone de Beauvoir’ın bu konuda
söylediklerini geliştirmeye çalışacağım.
Simone de Beauvoir
genç kızın vücudunun ergenlik çağında geçirdiği değişimleri anlatırken
bedenin ergenlikteki kırılganlığından sözeder. “Dişi organlar hassastır,
kolayca zarar görebilirler, tuhaf ve rahatsız edici olan göğüsler adeta
vücudun ön tarafında oluşan bir kamburu andırırlar.” Genç kızın
vücudundaki göğüsler niçin adeta bir kambur gibi tasvir edilmiştir?
Onlar büyürken vücudun dışarı doğru yaptığı çıkıntı, vücut şemasında
daha önce olmayan bir organın artık varolması, hareket edebilirliğin ve
incinebilirliğin sınırlarını da değiştirir elbette. Ama bir de bu
kırılganlığı toplumsal cinsiyet açısından düşünmek gerekir. Büyümeye
başlayan göğüsler, çocuk ile kadın arasındaki geçiş noktasında bulunan
bir ara varlığa işaret ettikleri için toplumsal bir kırılganlık, bir
özürlü oluş, bir kambur doğmaktadır. Genç kız çocukken tabi olmadığı
düzenlemelere tabidir artık, bedeninin kendiliğindenliğinin yerini,
erkek bakışının arzu nesnesi olabilecek, herhangi bir saldırganlığı
kışkırtmaması için sınırları çok iyi denetlenmesi gereken, ketlenmiş bir
varlık alır. “Vücut hızlı hareket ettiğinde göğüsler varlıklarını
sallanarak, acıyarak hissettirirler.” Koşan bir insanın bedeninde pek
çok organ sallanır ve acır elbette. Ancak buradaki fiziksel rahatsızlığa
eşlik eden bir utanç da vardır, bu sallantının veya et çalkantısının
dışardan görünür olduğu bilgisinin verdiği yüz kızarması, kendi
bedeninin görünürlüğünden duyulan bir ıstıraptır. Duran, sallanmayan,
şekillendirmiş bir taşı, bir heykeli andırmalıdır kadınlıkta beden, aksi
halde dişi beden bir cürete, bir meydan okumaya dönüşür. Simone de
Beauvoir genç kızın ergenliğini anlatırken “Bundan böyle kadının kas
gücü, dayanıklılığı ve çevikliği erkeğe kıyasla daha az olacaktır” der.3
Bunun sebebi toplum içindeki hareketlerin seyredilirliğinin verdiği
kendini geri çekme hali, görünürlüğün deneyimi midir, yoksa vücuttaki
kimsayal değişiklikler mi? Ona göre, ergenliğe girmiş olan kızın bedenin
sergilediği fark kimyasal değişimlerin yaşanış biçimindedir. “Hormon
salgılarının düzensizliği sinirsel ve vazomotor bir dengesizlik
yaratır”.4 Hormonları olan her varlık düzene ve düzensizliğe
maruz kalacaktır, burada asıl belirleyici olan genç kızın kadın
bedeninin döngüsel hormonal ritmine karşı takınacağı tavırdır. Simone de
Beauvoir şöyle yazıyor: “Adet krizi ıstırap vericidir: baş ağrıları,
kırıklıklar, karın ağrıları normal etkinlikleri zor hatta imkânsız
kılar; bu rahatsızlıklara sıklıkla ruhsal sorunlar da eklenir; sinirli,
huzursuz, kadının her ay bir yarı yabancılaşma halinden geçmesi sıklıkla
vaki olan bir şeydir; merkezlerin sinir sistemini ve sempatik sistemi
her zamanki gibi denetleyeceğinin bir güvencesi yoktur; dolaşım
rahatsızlıkları, vücutta bulunan bazı toksik maddeler, bedeni kadın ile
dünya arasına koyulmuş bir ekran; ona basan, onu boğan ve dünyadan
ayıran yakıcı bir sis, içinde kaybolup gittiği bir bulanıklık haline
getirirler.”5 Belli ki vücutta meydana gelen fiziksel ve
kimyasal değişiklikler, kadının dünyayı bedeniyle tutuşuna bir darbe
indirir; vücut dünyanın tenine tensel bir ilmek, onunla içerden bir
bağlantı, sağlam bir tutunmuşluğa, demir atmışlığa bağlı bir hareket
yeteneği, aydınlık görme ve anlama biçimi olmaktan çıkar. Artık beden
sanki kendisini aşan güçlerin yansıdığı bir aynaya, anlaşılmaz bir
filmin görüntülerinin aktığı bir ekrana, öznesi olmayan duyumlara, puslu
bir haleti ruhiyeye dönüşmüştür. Kadın, beden ve dünya birbirinin
dışında olduğunda varoluş da bir akışa, bir sise benzer. “Bu sızlayan
edilgin ten boyunca tüm evren çok ağır bir yüktür. Ezilmiş, sulara
gömülmüş, boğulmuş, dünyanın geri kalanına yabancılaşmış bu ten,
kendisine de yabancı hale gelir. Sentezler çözülür, anlar artık
birbirine bağlı değildir, başkası artık yalnızca soyut bir biçimde
tanınır; akıl yürütme ve mantık melankolik hezeyanlarda olduğu gibi el
değmeden kalmışsa bile, organik karışıklığın bağrında patlak veren
tutkusal kanıtların hizmetine sokulmuşlardır.”6 Dünyaya
yabancılaşan ten kendisine de yabancılaşır, ben’ini bir anın ötesinde
bulamadığından, zamansal devamlılığı kuramadığından; bireyleşme,
kişileşme imkânını da yitirir böylece. Geriye kalan diyakroniden, ayrık
zamanlılıktan başka bir şey değildir. Başkasıyla ilişki de çökmüştür
bir bakıma, çünkü bilinçlerin birbirini tanıması için geçilmesi gereken
karşılıklı sınama ve mücadele senkronik bir zamanı varsayar. Anda
birlikte olma yalnızca bilinçlerin birbirini soyut tanıması olduğunda
gerçek bir öznelerarasılıktan söz edilemez. Soyut birbirini tanıma belki
de yalnızca birini önceden beri tanıyor olduğumu söyleyen bir
hatıradır. Akıl şimdiki zamandaki tutkusal kanıtların hizmetine
girmiştir, çünkü sentezlerin çözülmesi, zamanın eklemlerinden kopmasıyla
gelecekteki ereğini yitirmiştir. Kısacası denebilir ki, adet kanaması
gören bir genç kız için ne Descartes’ın metafiziği ne de tinin mutlak
bilgiye doğru Hegelci bir seyahati mümkündür. Cogito’nun bir andaki
kesinliğinden ibaret bir hezeyanlar alemine mahkum olmuştur o. Şu farkla
ki, bu cogito bedenini askıya alamaz, düşünsel süreçlerden bir ben’in
varlığına da hükmedemez. Onun düşüncesi ben’ini bulamama halidir. “Bu
olgular son derece önemlidir: ancak kadının onlara verdiği ağırlık,
onların bilincine varma tarzına dayanır”7 diye yazmış Simone de Beauvoir. Peki bu olguların bilincine varma tarzımız ne olmalı?
Betimlemenin
bir başka noktasında sıra ergenlik dönemindeki erkek çocuk ile ergenlik
dönemindeki kız çocuğu karşılaştırmaya gelir: Genç erkeğin erotik
itkileri onun bedeniyle gururlanışını doğrulayacaklardır. Genç kız da
arzularını üstlenmeyi başarabilir: ancak sıklıkla bu arzular onun için
utanç verici bir karakter taşırlar. Bedeni bütünüyle rahatsızlık çeker.8
Çocukken vücudunun “içlerine” karşı bir güvensizlik duymuş, bu uykudaki
derinliklerin varlığına gerçekten inanmamıştı, işte bu red adet krizine
onu tiksinç kılan şüpheli bir karakter vermiştir. “Adet esareti (la servitude menstruelle) yol açtığı psişik tavır dolayısıyla ağır bir handikap haline gelir.”9
Bazı dönemlerde genç kızın başının üstünde dolaşan “tehdit” ona öyle
tahammül edilmez görünebilir ki, kanama geçirdiği anlaşılacak, kan
görünür olacak, bahtsızlığı bilinecek diye korkarak tüm yarışlardan, tüm
zevklerden vazgeçer. Bu bahtsızlığın uyandırdığı dehşet organizmada
yankılanır, psikosomatik etkiler yaratır ve onun rahatsızlıklarını ve
acılarını arttırır. Adet kanaması bedende psişik olan ile fiziksel olan
arasında bir mesafe olmadığını gösteren bir sınır durum olduğu için de
dikkate değerdir: “Dişi fizyolojinin karakteristiklerinden birisi
endokrin salgıları ile sinir sisteminin düzenlenmesi arasındaki sıkı
ilişkidir: bunlar arasında karşılıklı birbirini etkileme vardır; bir
kadın vücudu –ve tekil bir biçimde genç kız vücudu— histerik bir
bedendir, yani psişik yaşam ile onun fizyolojik gerçekleşmesi arasında
bir mesafe yoktur.”10 Ergenlik sıkıntılarının keşfinin
yarattığı altüst oluş, bunların kültürde olumlu bir biçimde
konuşulmasının imkanının da bulunmaması, bastırılmışlık ve dilsizlik,
genç kızın ruhsal yaşamını da bedensel yaşamını da şiddete maruz
bırakır. “Artık bedeni tedirginlikle gözetlediği bir şüphelidir, ona
hasta görünür : hastadır”.11
Kültürü dönüştürmek,
bedenlerimizle yeni sembolik ilişkiler kurmak, dünyada bulunduğumuz
durumun akışkanlığını ve döngüselliğini, doğurganlık kapasitemizi
olumlamak adet kanamasını da bir esaret, bir utanç, bir kir, bir
hastalık olmaktan çıkarabilirdi. Televizyon reklamlarında
karşılaştığımız adet gördüğü halde kullandığı ped sayesinde gündelik
yaşamında hiçbir şeyden geri kalmayan kadın temsilleri, çağdaş kültürün
gözünde bu kanamanın aslında olmadığını, hiçbir şey fark ettirmediğini,
bir başka tüketim gereği yaratmaktan öte bir anlam taşımayan fiziksel
bir sıkıntı, bir anomali olduğunu ima ediyorlar. “Cinsiyet farklılığı
yoktur, asıl mesele toplumsal cinsiyetten ibarettir” diyen feministlere
diğerleri öfkelenerek “Ama ben regl oluyorum” diye yanıt vermişlerdir,
oysa belki de tartışılan şey bu çıplak olmayan, görünür olmayan, lafı
edilmeyen olgu değil, onun hangi anlamlarla, nasıl yaşandığıdır.
Herhalükârda, cinsiyetli bedenin farklı deneyimlerini önemseyen
feministler tabuları yıkacak ve kadınları özgür ve kendileriyle barışık
kılacak yeni anlamlar yaratmaya çabalıyorlar. 1 Simone de Beauvoir, Le Deuxième Sexe, Gallimard, 1949.
2
Iris Marion Young, “Gender as Seriality: Thinking Women as a Social
Collective”, Intersecting Voices, Princeton NJ: Princeton University
Press, 1997.
3 Le Deuxième Sexe, Cilt I., s.373.
4 A.g.e.
5 A.g.e.
6 A.g.e., s.374.
7 A.g.e.
8 A.g.e., s.377.
9 A.g.e.
10 A.g.e.
11 A.g.e., s. 378.
|