|
|
Fotoğraf ve Uygarlık ve Demokrasi |
Mesut Yavuz |
|
Spermin yumurtayı döllemesiyle canlı yaşamın başlaması sağlanır. Bu süre insanda 9 ay 10 gündür. Kimi canlılarda, örneğin: köpeklerde 60 gün, fillerde ise 2 yıla yakındır...
Dünya üzerinde yaşamın başlaması bilimin hala tartıştığı bir konu... Her kaynakta ayrı bir tarihleme vardır... Bu tarih 3 milyar yıl ötesine kadar gider. İnsanın tarih sahnesindeki yerini almasıyla; 4.5 milyar yıla kadar inilen dünyanın oluşumu (big-bang) karşılaştırıldığında bu tarih çocuk bile sayılamaz...
İnsanın gelişiyle yeryüzü yeni bazı kavramlarla tanışmaya başladı... O güne kadar dört ayak üzerinde yaşayan canlılara bir de iki ayaklılar katıldı... Pençe ve gagaların yanında ‘el’ de yerini aldı... El gelir gelmez alet kullanmayı öğrendi...
İnsan önceleri belki diğer canlılardan farklı değildi. Ama farkı yaratmayı öğrendi... Ateşi kullanmaya başladığında üstünlük sağlamaya da başladı...
Durgun bir ivmeyle giden yolda ateş bir sıçrama sağladı...
Ardından yine durgunluk ve ehlileştirme işlemi... İnsanın önce köpeği evcilleştirdiği söyleniyor, ardından at...
At... İnsanoğlunun yaşamdaki rolünü bir anda değiştirdi... Durgun ivme bir anda hızlandı... İnsanlık tarihindeki atlamalardan biri gerçekleşti... Ama bir yere kadar... Durmadı insanoğlu, gelişme, düşünme yani uygarlık insan yaşamında yerini aldı...
Kavramlar değişmeye, gelişmeye başladı...
Atla birlikte kullanılan araç gereçte de olağanüstü gelişmeler oldu... En önemlisi silahlar değişti, gelişti...
İkinci sıçrama daha büyüktü... İnsanoğlu tekerleği buldu... Tekerlek...
İnsanoğlunun önündeki tüm engebeli yolları düzeltmişti... Bugüne gelinen noktada tekerlek çok önemli bir sayfa açtı. Bu sayfa dünya haritasını yeniden çizmeye başladı... Tekerlekle birlikte insanoğlu, mikrochipler dünyasına kadar geldi...
Bugüne kadarı bir biçimiyle biliyoruz... Peki ya bundan sonrası...
Bundan sonrası için bazı rastlantılar beklememiz gerekiyor... Dünya tarihi bazen anlamsız buluşlar sayesinde değişti... Bunlardan birinden kısaca söz etmek istiyorum...
Neydi bu buluş dersiniz?
Aslında çok basit bir şey: Dikenli Tel...
Evet evet dikenli tel...
Bir çiftçi tarlasını domuz istilasından, tavuklarını tilki ve sansarlardan korumak için çiftliğinin sınırlarını belirlediği dalların üzerine dikenler sardı... Bildiğimiz çalı dikenlerini... Bu beğenmediğimiz dikenli teller bizi hangi aşamaya getirdi dersiniz? Dünya haritasında ne gibi değişiklikler sağladı?
Basit...
Dikenli tel; tankın geliştirilmesine neden oldu. Çünkü, o dikenli teli bulan çiftçinin, onu sevmeyen komşusu bu engeli aşmak istedi... Dikenlerden etkilenmeyecek bir aleti geliştirdi... Bu ivme 1. ve 2. Dünya savaşlarına kadar getirdi insanlığı... Tankın dünya haritasının çizilmesindeki yerini yadsıyabilir misiniz?
Hayır!..
Sizi şimdi de hepinizin baş belası bir tarihe götüreceğim... 1853 yılı sizleri sanırım ortaokul ya da lise sıralarınıza, o sinir olduğunuz tarih derslerine götürmüştür... Bir çoğunuz bu tarihi duyunca “Kırım Savaşı’nı” anımsadınız değil mi?
Güzel...
Peki bu savaşın şu ana kadar anlattıklarımla ne ilgisi olabilir? Yani bir savaş, hem de acılarla dolu bir savaş insanlığın uygarlığına ne gibi bir destek verebilir ki?
Bırakın uygarlık tarihine destek vermeyi, Kırım Savaşı bir yönüyle demokrasi tarihinin de sıçrama taşlarından biri bile sayılabilir...
Size birazdan bir öykü anlatacağım...
Bu öykü, fotoğrafın uygarlık ve demokrasi tarihindeki yerini anlatacak, bir ucuyla da sanata dokunacak... çünkü ilk empresyonistler (izlenimciler) önce karşı çıktıkları bu yeni oyuncağa daha sonra sıkı sıkıya bağlanacak... Hatta içlerinden bazıları dönemin fotoğrafçıları olarak tarihe geçeceklerdi.
Gelelim öykümüze:
Özgürlük adına yapılan savaşlarda dökülen kan, büyük devletlerin sahip olma duygularını tatmin etmiyordu. Büyük çıkarların kesiştiği noktalarda savaş tüm şiddeti ile sürerken, ne ölenlerin ne de kayıpların bir önemi yoktu. Gizli tanrılar, sadece savaşların yönünü değil, savaşlara katılanların da yazgısını belirliyordu. Savaşlarda yaşananlar, yaralananlar, ölenler birer kahramanlık destanları olarak çıkıyordu geride bıraktıklarının önüne... Onlar, kahramanlarıyla sürdürüyorlardı yaşamlarını...
Takvimler 1850’li yılları gösterirken, Ortadoğu’da keşfedilen pasta, büyük devletlerin iştahını kabarttı.
Gönüllerinde Ortadoğu’nun egemenliğini yeşerten gizli tanrılar bu kez Kırım’da hesaplaşmaya karar verdiler...
Rusya’nın Osmanlı İmparatorluğu topraklarında yaşayan Ortodoks tebasını koruması altına almak istemesi ve dolayısıyla egemenlik hakkı ileri sürmesi ile Filistin’deki kutsal topraklarda bulunan Rus Ortodoks ve Katolik kiliselerin ayrıcalıkları konusunda Fransa ile Rusya’nın anlaşmazlığa düşmesi sonucu Kırım, kurban olarak seçilmişti...
Tarih, Kırım’a bu çıkar çatışmasına ev sahipliği görevini verirken, yüzyıllar boyu unutulmayacak bir bedeli de ödetmişti.
Rus Çarlığına karşı Osmanlı, İngiltere, Fransa ve Sardinya-Piomente’nin yürüttüğü savaş, Ekim 1853’te başlayıp, Şubat 1856’da sona erdi...
Bu çıkar çatışmalarının yarattığı kargaşa, ölüm ve felaketlerden uzak yerlerde bilim de kendi kavgasını veriyordu.
Bu arada lambalı kadın (Florance Nightingale) kendi oluşturduğu evreninde tüm bu gelişmelerden habersiz yaşıyordu... Diğerlerinin de ondan haberi yoktu tabii ki... İşin daha çarpıcı yönü ise; Osmanlı padişahı, İngiltere kralı ve Rus çarının da bu insanlardan haberi yoktu.
Tarih, Kırım’da randevu vermişti... Orada tanışacaklardı... Herkes kendi yolunda gelip birbirlerinin yaşamına girecekti...
Gizli tanrılar, kılık değiştirerek inmişlerdi yeryüzüne, akımlar tatlı bir esintiyle dolaşıyordu ülkeler arasında... Bu esintilerin milliyetçilik akımları olarak ilerde fırtınaya dönüşeceğini de kimse düşünmüyordu.
Kırım’da savaş başladı! Tarih: Ekim 1853...
O tarihe kadar yapılan savaşlarda, cephe gerisinden, halk neyi duymak istiyorsa o fısıldanıyordu kulaklara, savaş tanrılarının izniyle... Savaş, cepheye oğlunu, kocasını, sevgilisini gönderenler için bir hüzündü ancak...
Cepheden dönenlerin bitkinliği, savaş meydanında yaşanan binlerce anının, orada kalmasına neden oluyordu...
Ancak, yukarıda anlattığım insanoğlunun uygarlık yolundaki ivmesi yavaşlamıştı... Yeni bir sıçramaya gereksinim duyuyordu uygarlık...
Tanışma merasimi başlamıştı... Önce askerler tanıştı... Kanları karıştı kanlarına... İngiliz ordusuyla tanışma merasimine katılmaya gelen fotoğrafçının (Roger Fenton) elinde kendi silahı vardı... Kağıdı, kalemi ve bilim adamlarının sessizce tarih sahnesine kattığı ‘Fotoğraf makinesi’... İşte bu makine savaşa katılmış ilk fotoğraf makinesidir...
Makinenin flaşının her patlaması, aslında yüreklerde ışık olacak... İnsanların kahramanlık öykülerine ise koyu bir karanlık salacaktı... Flaşın her çakması, silah sesleri, feryatlar, acılar, ölüme terkedilmiş yaralılar olarak kaydediliyor, bu da tarihe başka bir yön veriyordu... Işığın hızıyla yarışırcasına sıçrıyordu uygarlık yolundaki atlama...
Makine görevini layıkıyla yapmıştı. Sıra onları yayımlamaya gelmişti... Fotoğrafların baskılarının elden ele dolaşmasıyla İngiliz halkı ilk kez savaşın çirkin yüzüyle karşılaştı... Bu yüzleşme, onları savaşa gönderen hükümdarların anlattıklarına hiç benzemediğini gösteriyordu...
Masal bitmişti... Ama bir gariplik vardı... İlk kez bir masal kötü bitiyordu... Masal baba elmaları dağıtmadı bu kez...
Savaşı yönlendiren tanrılar devreye girdi... Ama artık yapacak bir şey kalmamıştı... Bu fotoğrafların yayınlanmasıyla, tanrının sesini duyduğunu iddia eden, bu nedenle kendini insanlara adayan bir kadın 21 Ekim 1854’te yola çıkıyor, 5 Kasım’da Selimiye Kışlası’na ulaşıyordu. Savaşta yaralananlara sevgisini dağıtan kadın, randevuya en son gelen kişiydi... O Florance Nightingale, nam-ı diğer ‘lambalı kadın’...
Hemşirelik mesleğinin anası, çadırlarda sevgisini dağıttığı insanlara bakarken gördüğü şey, fotoğraf makinesinin önüne serdiği görüntülerdi...
Fotoğraf makinesinin küçük tuşu, patlayan flaşı, insanlığa uygarlık yolunda büyük bir adım attırdı.
1. İnsanlar, kahramanlık türküleriyle savaşa gönderdiklerinin, dehşetini gördüler ve isyan ettiler... Demokratik hakların temeli atıldı...
2. Savaşan insanların sağlık yönünden desteklenmesi gerektiği konusunda politikalar üretilmesi sağlandı. Lambalı kadın öncülüğünde, sağlık ve hemşirelik kurumları açıldı.
3. Fotoğraf makinesi, en ilkel halinde üzerine düşeni yapmış, insanlık tarihinde ilk kez bir buluş ölüm makinesine dönüştürülemeyip barışın kurucusu olarak hizmet etmiş oldu.
Tüm bunların ardından, ‘keşke’ diyoruz, keşke fotoğraf makinesi Roma İmparatorluğu döneminde bulunsaydı.
Belki, insanlığın uygarlaşması ile daha erken bir tarihte buluşurduk...
Savaş bitti... Yaşasın yeni savaş...
Şimdi, biraz da olayın sanatsal boyutuna bakalım...
Camera Obscura...
Bilenler bilir bilmeyenler için olayı biraz açayım.
Bu, fotoğraf makinesinin dedesi sayılan bir tekniğin, daha doğrusu fotoğraf makinesinin bilinen ilk adı. ‘Karanlık Kutu’ anlamına geliyor. Rönesans devri yaratımcıları (sanat tümcesi kavramsal olarak içi boşaltıldığı için bunu kullanıyorum) tarafından bulunduğu varsayılan bu tekniğin kökeni aslında Sümerler’den beri bilinen basit bir ana ilkeye dayanıyor. Teknik basitçe şu: karartılmış bir odanın duvarına küçük bir delik açılırsa, dışarıdaki görüntü karşı duvara ters olarak yansır.
17. yüzyılda ressamlar bu buluştan yoğun olarak yararlandı. 19. yüzyıla ulaşıldığında, Camera Obscura gelişmiş, yaygın olarak kullanılan bir araçtı. Mercekler, aynalar ve camla basit görüntüler elde edilmeye başlanmıştı.
19. yüzyılın hemen başlarında Thomas Wedgwood, beyaz bir deriyi gümüş nitrat eriyiğine batırarak üzerinde siyah mürekkep olan bir camın altına yerleştirdi. Işık gümüşü karartarak, negatif bir görüntü oluşturdu. Ancak Wedgwood reaksiyonu durduracak, gümüşün kararmasını önleyecek bir yol bulamamıştı. Alman bilim adamı Johann Heinrich Schulze, günümüzdeki karanlık oda tekniklerine yakın bir teknikle, duyarlı tabaka üzerine koyduğu yarı saydam maddelerin izlerini elde ederse de o da kararmayı engelleyemedi.
Pozlamanın ve kalıcı görüntünün elde edilmesi için tarih 1826 yılına gelmeliydi. Optik görüntülerin kimyasal yöntemlerle saptanması, ilk olarak Fransız Joseph Nicephore Niepce tarafından gerçekleştirildi. Ama bu pozlama süresi yine de 8 saati buluyordu.
Niepce ile ortaklığa giren ve optikçilerden elde ettiği merceklerle daha nitelikli objektifler yapan Daguerre, ışıklandırma süresini üç dakikaya indirdi. Bunun tek sakıncası vardı, tek baskı elde ediliyordu. Bunun çok baskılı tekniğe dönüşmesi için İngiliz William Henry Fox Talbot’un devreye girmesi gerekiyordu. Talbot, yeryüzünde fotoğraf sergisi açan ilk sanatçı olarak geçti tarih sayfalarına.
1822’de fotoğraf elde edilmişti. Ancak bu görüntüler hızla gelişmez, halk da öyle... Ancak, endüstri çağının yeni çocuğu bilim adamlarının çok ilgisini çeker. 1822’de doğan çocuk 19 Ağustos 1839’da Raris’te Louis Daguerre’in fotoğrafik yöntemini açıklaması her şeyin başlangıcı oldu. Kısa bir süre sonra kentteki bütün mağazalar fotoğraf çekim malzemelerini ısmarlayan müşterilerle dolup taştı. Başlangıcın ardından fotoğrafçılığın popülaritesi öylesine arttı ki, 1847’de, yani on yıldan kısa bir sürede sadece Paris’te iki bin kamera ve yarım milyondan çok klişe satıldı. 1853’e geldiğimizde ise on bin Amerikalı fotoğrafçı, üç milyon fotoğraf üretti.
Londra Üniversitesi bu yaramaz çocuğa kapılarını daha fazla kapalı tutamadı, 1856’da müfredatına fotoğrafçılığı ekledi. Böylece yeni bir sanat doğmuş oldu.
Fotoğraf, teknik olarak pek çok nesnenin sınırsız biçimde görüntülenmesi, anların yakalanmasıydı. Bütün meslek alanlarına açıktı. Kısaca herkesin oynayabileceği bir oyundu.
Ya dönemin ressamları; bir çoğu bu yeni sanatı hemen benimsedi, bazıları resimlerinin ön çalışmalarında kullandı, bazıları da bu işten, resimden elde ettiğinden daha çok para kazandı. Bir çoğu ise bu yöntemin varlığından ürktü. Bu arada heykeltraşları da unutmayalım... Onlar da fotoğraftan sonra atların ve binicilerinin hareketlerini tam olarak yontabilmeye başladılar...
Ürkenlerin en ünlüsü Maxime Du Camp’tı. Maxime Du Camp, kimyasallar parlak kırmızıları, canlı renklerini terk eden ve karanlık odaya girmek için paletlerini atanlara “Acemi ressamları” diyerek onları küçümsedi. Ancak, sonuçta o da palet ve boyalarını atarak karanlık odaya girdi.
Fotoğraf, insan yaşamındaki yerini artık almıştı. İlk 20 yılında fotoğrafçıların repertuarında günümüz fotoğrafçılarının çekebileceği her türden fotoğraf çekilmişti. 20 yılda fotoğrafçılar bakış açılarını genişlettiler. Fotoğrafçılığın gerçek değerlerini ve sınırlarını tartıştılar.
Zaman durmadı, gelişme de, yaratımın her aşamasını yaşayan ressamların karşısında ciddi bir rakip vardı artık, tüm resim akımları fotoğrafçılar tarafından da denenmiş ve çekilmişti. Bu fotoğraflar benzetilmişti ama her biri fotoğraftı resim değil. Fotoğraf ile resim arasındaki ilişki karışık bir yapıya oturmuştu. Birbirlerini dost mu yoksa düşman mı kabul edecekleri konusunda bir karar veremiyorlardı. Ancak biri diğerinden ayrı kalamıyordu artık... Ortaklık kurulmuş macera bu güne gelmişti.
Fotoğraf günümüzde, zihinsel algılamada yanılmayı kanıtlamakta kullanılıyor. Televizyon görüntülerinin saniyede akan fotoğraf kareleri olduğunu biliyoruz, peki bizim günlük yaşamımızda kaç kare olduğunu biliyor musunuz? Bir günü saniyede 500 kareye böldüğünüzde karşınıza çıkacak rakam kafanızı karıştıracak... Ancak, unutmayın günümüz fotoğraf makineleri saniyenin 8000’de birinde perde açıp kapatabiliyor... Yani şöyle diyebiliriz: aslında seri hareket etmiyor kare kare yaşıyoruz...
Ne dersiniz?
* Bu yazı LÜL Sanat Dergisi’nin Nisan 2002 sayısında da yayınlanmıştır.
|
|
|
Ziyaretçi Sayısı:1000729
|
|