| |
Aydın Çetinbostanoğlu
Aydın Çetinbostanoğlu 1954 yılında İzmir'de doğdu.
1973 Yılında İzmir Atatürk Lisesi’nden mezun oldu.
1978 Yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi “İktisat ve Maliye” bölümünü bitirdi.
Fotoğrafçılığa 1970 yılında başladı.
İlk fotoğraf sergisini, 1973 yılında lise öğrencisi iken açtı.
Üniversite eğitiminden sonra kamu kuruluşlarında ve özel sektörde yönetimsel görevler yaptı. Bu dönem içinde Türkiye'yi dolaşarak arşivi için fotoğraf çekti. Fotoğraflarını Türkiye'de çeşitli şehirlerde sergiledi, yurtdışında karma sergilere katıldı. Bugüne kadar 24 kişisel fotoğraf sergisi açtı, 18 karma fotoğraf sergisinde fotoğrafları sergilendi.
İnsan yaşamı ve kültürleri ana çalışma konusudur.
Son çalışma konusu olan Türkiye Çingeneleri, “Roman ve Düğün” adı altında halen sergilenmeye devam etmektedir.
Devam eden çalışma konuları, “Süryaniler” ve “Kapalıçarşı Ustaları” dır. Kişisel Fotoğraf Sergileri 26 Mayıs 1973 : Atatürk İl Halk Kütüphanesi / İzmir 06 Mayıs 1974 : Fransız Kültür Merkezi / İzmir 18 Mayıs 1974 : Gültepe Kültür Derneği / İzmir 24 Kasım 1975 : Sinematek Derneği / İstanbul 19 Aralık 1975 : Akademi Sinema Kulübü / Eskişehir 08 Mart 1976 : Çağdaş Sahne / Ankara 29 Mart 1976 : Alman Kültür Derneği / İzmir 05 Nisan 1989 : Akbank Beylerbeyi Sanat Galerisi / İstanbul 24 Mayıs 1989 : Akbank Çankaya Sanat Galerisi / Ankara 01 Eylül 1989 : Devlet Resim Heykel Müzesi / İzmir 17 Aralık 1994 : Mülkiyeliler Birliği / Ankara 31 Mart 1995 : Çetin Emeç Sanat Galerisi / İzmir 28 Nisan 1995 : Atatürk Lisesi / İzmir 27 Mayıs 1995 : Mali Müşavirler Odası / İzmir 17 Mayıs 1996 : Mülkiyeliler Birliği / İzmir 06 Ocak 2003 : Canon Erkayalar Sanat Galerisi / İzmir 03 Mart 2003 : Mülkiyeliler Birliği / İstanbul 17 Mart 2003 : Moda Deniz Kulübü / İstanbul 28.Mart.2008 : İstanbul Yeminli Mali Müşavirler Odası “Roman ve Düğün” 07.Nisan.2008 : Maltepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fak “Roman ve Düğün” 30.Nisan.2008 : Mülkiyeliler Birliği İzmir Şubesi -1.Mayıs.1976 – 1977 27.Mayıs.2008 : Diyarbakır Festivali, Konukevi “Roman ve Düğün” 02.Haziran.2008 : Nusaybin Mitanni Kültür Merkezi “Roman ve Düğün” 08.Ağustos.2008 : 5. Karaburun Şenliği, “Roman ve Düğün”
Karma Fotoğraf Sergileri Türkiye 24 Nisan 1975 : FOTOS (Fotoğraf Sanatçıları Derneği) Sergisi / İstanbul 31 Mart 1983 : Abdi İpekçi Fotoğraf Sergisi / İstanbul 16 Mayıs 1984 : Devlet 1. Fotoğraf Sergisi / Ankara 13 Ekim 1988 : Devlet 3. Fotoğraf Sergisi / Ankara 15 Kasım 1988 : Devlet 3. Fotoğraf Sergisi / İstanbul 16 Haziran 1989 : Devlet 3. Fotoğraf Sergisi / İzmir 25 Kasım 1989 : REFO Fotoğraf Sergisi / İstanbul 03 Aralık 1990 : Devlet 4. Fotoğraf Sergisi / Ankara 01 Şubat 1991 : Devlet 4. Fotoğraf Sergisi / İstanbul 01 Mart 1991 : Devlet 4. Fotoğraf Sergisi / İzmir 23 Kasım 1995 : TÜBITAK Fotoğraf Sergisi 07 Kasım 1996 : İFOD (İzmir Fotoğraf Sanatı Derneği) Fotoğraf Sergisi 04.Şubat.2008 : Mülkiyeli Görsel Sanatçılar Sergisi - Ankara
Avrupa 15 Mart 1985 : 22. Zagreb Salon International Exhibition of Photography / Yugoslavya 04 Nisan 1987 : Spectrum Guernsey 15th International Color Slide Exhibition / İngiltere 31 Aralık 1987 : Fribourg Naturhistorisches Museum "Homosapiens" / İsviçre 30 Eylül 1988 : 9. Bifota Berlin International Photo Exhibition / Doğu Almanya 31 Aralık 1995 : Fribourg Naturhistorisches Museum "Waters" / İsviçre
| |
| |
ROMAN VE DÜĞÜN “Çingene inancına göre, ölümden sonra ruh önce bir kuşun, oradan da bir Çingenenin vücuduna yerleşir. Çingeneler guguk kuşuna dokunmazlar, çünkü inançlarına göre o, yeniden doğuşu gerçekleştirmek için çabalayan bir Çingenenin ruhundan başka bir şey değildir.” (1) Temmuz 1999 da öğretim üyesi olan bir dostum telefonla arayarak “işin var mı?” diye sordu. Ben de “Yok neden?” deyince, “Biz Kuştepe’de bir düğüne davetliyiz, istersen gel sen de fotoğraf çekersin” diye yanıtladı. Arkadaşım öğrencileri ile birlikte düğünü seyrederken ben de fotoğraf çekmeye başladım. Bir ara öğrencileri de topluca dansa çağırdılar. Sırt çantalarından dolayı pek istemediler ama ısrar karşısında çantalarını çıkarmaları ve emanet etmeleri gerekti. (Acaba çalınır mı diye) Bunu ürkeklikle yaptılar. İlerleyen saatlerde bu ürkekliklerinden dolayı biraz da utandılar. Düğünün sonlarına doğru bir ara seyirciler topluca “Didem” diye tempo tuttular. Zayıfça bir kız ortaya çıktı ve kendinden geçercesine dans etti. O gün analog bir makine ile çektiğim bir fotoğraf, bu çalışmayı kendiliğinden başlattı. 2008 yılına kadar geçen sürede onlarla bir yaşam paylaştım ve bu çalışma ortaya çıktı. Sadece bir fotoğraf çalışması değil, aynı zamanda bir gözlem ve inceleme çalışması oldu. Kimlerdi bunlar? Ortaçağın sonlarında, Avrupa’ya tuhaf yabancılar geldi. Haçlı seferlerinin yollarını tersine katetmişlerdi. Peki nereden geliyorlardı? Kimdi bu insanlar?
Bunu kendileri bile bilmiyorlardı. Onlara Bohemyalılar ya da Mısırlılar dendi. Gizemli kökenleri kısa sürede insanların ilgisini çekti. XVI yüzyıl ile XVIII yüzyıl arasında, Doğu’da olduğu gibi Batı’da da çingeneler soyluların hizmetinde çalıştılar, at yetiştirdiler, saray müzisyenliği, falcılık yaptılar. Ama XIX. yüzyılda her şey değişmeye başladı. Uyandırdıkları ilgi yerini kuşkuya bıraktı, hayranlıksa horgörüye. Maddi çöküş, halkın nefreti ve tehditlerle giderek hiçbir yerde barınamaz hale geldiler. Çocuk kaçırmakla, büyücülükle suçlandılar. Naziler, onları toplama kamplarına kapatıp biyolojik deneylerde kullandı. Naziler, çingeneleri sadece “toplum karşıtı” olmakla suçlamıyordu. Onları ayrıca ırk biyolojisi incelemelerinde kullanılacak melez bir ırk olarak görüyordu. Çingeneler, her türden Alman kampına götürülmüşlerdi. 1971’de Birinci Dünya Çingene Kongresi’nde delegeler, çingene halkını nitelendirmek için “Rom” sözcüğünü onaylayıp kendilerine bir bayrak verdiler. Ulusal bir Rom hareketinin varlığını da doğruladılar. (2) Biz de bu paralelde alıntılar dışında “Roman” terimini kullanacağız. Dostlarım bazen bana sorarlar.
“Bu kadar onlarla birlikte oldun, neler öğrendin onlardan?” diye.
Onlara bir anımı anlatmakla başlarım. İstanbul’un bir roman mahallesindeki düğün çekimi sırasında gelini fazlaca ciddi görmüş olmalıyım ki, sohbet açılsın diye, damadın babasına “oğlun gelinden daha güler yüzlü” dedim. Yanıt “Oğlan benim ama can benim değil?” şeklinde oldu.
Bu kuşkusuz sıradan bir yanıt değil. Özgürlüğü ifade eden güzel bir felsefi yanıt. Bunu söyleyen de, evsel atıklarımızdan geri dönüşümlü olanları toplayarak geçimini sağlayan bir “çevreci” roman. Kişilerin tercihlerinde özgür olduklarını kaçımız bu kadar özlü anlatabiliriz. Onlardan küçük şeylerle mutlu olmasını öğrendim derim. Küçük çocukların topları olmadığında, içine kum doldurulmuş çorapları top yaparak, hepimizin çocukluğunda oynadığı ve onların “tombala” dedikleri oyunu ne kadar güzel oynadıklarını da izledim. Bu “top” bir yerinize geldiğinde canınızı yaksa da bu neşeli bir oyuna asla engel değil. Gerisinde bir dram olsa da gününü güzel yaşamalı derim. Borges’in dediği gibi yaşam anlarda ibaret değil mi. İşte o anları doyasıya dolu yaşamak lazım.
Tekirdağ çevresinde genç kızlar kına gecesinde birkaç kıyafet giyerek dans ederler. Bu danslardan bir tanesi de “hint dansı”dır. Hint müziğine yakın bir müzik, Hintli bir dansözün kıyafeti ile yapılan bu dans belki de geçmişleriyle olan bir köprü. Mardin’in Nusaybin ilçesinde de kendilerine “kıraçi” denen bir topluluk yaşar. Bir kısmı çevre düğünlerde müzisyenlik yaparlar. Bu “kıraçi” kelimesinin ne anlama geldiğini sorduğumda verilen yanıt “Karaçi’den gelme anlamında” oldu. Farklı yöre romanları da olsalar yaşayan gelenekleri veya verilen ünvanlar geçmişleri ile ilgili olarak bir noktayı işaret ediyor. Hindistan yarımadası. XV. yüzyılda Avrupa’ya gelişlerinden başlayarak romanlar, onların gerçek köklerini soruşturan uzmanları şaşırttılar. Romani dili Sanskritçeye yakın bir yeni Hint dilidir. Romanların bir kısmı tarafından konuşulan bu dil, topraksız bir halk için çok değerli bir iletişim aracıdır. Fotoğraf çalışmalarım sırasında bu dilin İstanbul içinde bir mahallede yoğun olarak konuşulduğuna tanık oldum. En küçük bireyinden en büyüğüne kadar bu dili canlı olarak yaşatmaktalar. Romanların yaygın olduğu Trakya’nın pek çok yerinde bu dilin varlığı bilinmekte ama konuşan sayısı marjinal seviyede kalmaktadır. Şimdilerde “kentsel dönüşüm projesi” adı altında fiyakalı laflarla bu mahalleler yıkılma tehdidi altındalar. Bu mahalleler yıkılıp romanlar dağıldıklarında da yaşayan bu kültür yok olma tehlikesi altında. Dil de bunların başında geliyor.
Genel olarak romanlar yaşadıkları bölgenin hakim dilini konuşuyorlar. İstanbul’daki bir roman nasıl Türkçe konuşuyorsa, Nusaybin ve Diyarbakır’daki roman da bölgedeki hakim dil olan Kürtçe’yi konuşmaktadır. Romanlarda toplumun yöneticisi pozisyonunda olanlara Çeribaşı deniyor. Geçmişte güçlü olan bu bağ günümüzde göstermelik düzeyde bazı yörelerde sürüyor. Bunlardan birisi ile bir sohbet sırasında çevredeki sanayi kuruluşlarında Roman gençlere iş verilmemesinden şikayet edildi. Ama bir iş bulup çalışanların da iş yaşamları genellikle kısa ömürlü oluyor. Çünkü günlük yaşayıp kazandığını o gün harcamak onlar için bir yaşam şekli. Çeribaşının deyimi ile “Bayat para” (maaş) onlara göre değil. Peki bu insanlar geçimlerini nasıl sağlamalı; diğer bir deyişle ekonomiye nasıl kazandırılmalılar? Buna çözüm, onların yetenekli oldukları ve halen az da olsa yaptıkları işlere farklı bir boyut katılmasıdır. Örneğin faytonculuk İzmir’in simgelerinden biridir. Faytoncuların hayvanları için bir kamu arazisinde sağlıklı ahırlar yapılabilir, genellikle işsiz oldukları kış aylarında atlarının ilaç giderleri karşılanabilir, bir atölyede daha sağlam ve şık faytonlar imal edilip onlara uygun bir fiyattan satılırsa bu hem geleneğin yaşamasını hem de bu işin daha şık ve ekonomik yapılmasını sağlar. Ayrıca onlara müzik eğitimi verilmesi ve yetişen müzisyenlere iş sağlanarak destek verilmesi, folklor çalışmalarına destek olunması gibi çeşitli faaliyetleri de sayabiliriz. Bunlar yapıldığında bu insanlar hem yetenekli ve mutlu oldukları bir işi yapmış olurlar, hem de ekonomiye katkı sağlarlar. Genellikle 15 yaşından itibaren evlenmeler başlıyor. Çocuklar, küçük yaşta yaşamın ağırlığını sırtlanıyorlar. Evlilik, bazı yörelerde sofradan bir boğaz eksilmesi olarak değerlendirildiğinden yoksulluk, resmi nikah bile beklenmeden kızları evliliğe itiyor. Bu evliliklerden birinde bir hafta sonra gelinin eve geri döndüğünü gördüm. Çektiğim düğün fotoğraflarını verdiğimde kızın annesi, hepsini yırtıp çöpe atmıştı. Daha sonra aralarının düzeldiğini gördüğümde rahatladım. Düğün törenleri onların bir arada oldukları ve pek çok şeyi paylaştıkları anlar. Düğünleri genellikle iki gün sürmekte. Birinci gün, kızın arkadaşları ve dostları ile eğlendiği gündür. Çalgılar birinci gün çalmaya başlar. O akşam toplumun ileri gelen yaşlılarından biri veya birkaçı gelinin el ve ayaklarına değişik motiflerde kına yakar. İkinci gün gelin beyaz kıyafetler içinde damatla birlikte eş ve dostlarını da alarak müzik eşliğinde oynar. Halay, düğünün son noktasıdır. Kızın yakınları müzik eşliğinde halay çekerek kızın evine kadar gelir, onu ailesinden teslim alarak halayın ortasında damada teslim ederler. Damat ve kızın farklı mahallelerde olması durumunda her ikisi de kendi mahallerinde ayrı ayrı eğlenirler. Damat kızın halay eşliğinde kendine getirilmesini bekler. Dinsel akımların etkisi ile bazı bölgelerde kızın bir koltuğunda ekmek, bir koltuğunda Kuran ile damada getirilip teslim edildiğine de tanık oldum. Ancak bu halay saatleri de en elektrikli ve gergin saatleridir. Kız tarafı gelini göndermek istemez, oğlan tarafı sabırsızlanır. Başka bir düğünde kızın geç kalması yüzünden oğlan evinin öfkeyle ve yüksek sesle hakaret yağdıran konuşmalarla geriye dönüp evlerine kapandıklarını, ancak daha sonra gelin halayının mahalle mahalle dolaşarak kızı getirip oğlan evine teslim ettiklerini de yaşadım. Şimdilerde televizyonlarda Romanlara bolca yer veren programlar izliyoruz. Bunları bir toplumun reyting malzemesi olarak değerlendirilmesi olarak görüyorum. Beynimizin bir köşesinde hala onlara karşı bir ön yargı bir yerlerde bekliyor. Bir yazar dostumuzun deyişi ile “İstanbul’da İş Kuleleri’ndeki, Ahırkapı’daki konserlerde seyirlik ettiklerini, dışarıda sefillikle payelendirenler. Balık Ayhan’ı İş Kulelerinde izlemeyi iş edinip de sonradan organizatörleri sorgulayanlar. (3) “ Çingenelere zulmedenleri Nazilerden ibaret sayıp, uzak zalimleri gönül rahatlığıyla kınarken “başkalarında” değil, “bizde” olanlara gözlerini yumup, vazifelerini yapanlar… Milli Eğitim Bakanlığı’nın sözlüğünde Çingeneler için “Hayvan ve çocuk çalıp satarlar! Hırsızlık yaparlar! İnançsızdırlar! Buçuk millet olarak bilinirler!” diyenler… 1934 tarihli İskân Yasası’nda Çingenelerin göçmen olarak Türkiye’ye gelmesini yasaklayanlar, yasağı ağırlaştırarak sürdürenler. Çingene sözcüğünü küfür sayanlar.(4) Ölüsünü saymadıklarının dirisini “yaklaşık” rakamlarla ifade edenler. Çingenelere "Mutrip", "Elekçi", "Poşa", “Cano” dediklerinde, “esmer vatandaş” diye aşağıladıklarında yüceldiklerini sananlar. (5) “Kentsel Dönüşüm Projesi” diye cafcaflı adlar koydukları projelerle Sulukule halkını sürgüne yollayanlar. (6) Oysa Çingenelerin yurdu bir günlük zenginliktir; bir sofralık ziyafet, körüklü çizme, köstekli saat… Çingenelerin yurdu yoksulluktur; allı güllü, pembeli, yeşilli…” (7) Çingeneler bir günlük yurtlarına konuk, bir günlük zenginlikten göçebe…
Kültürel mozayiğimizin renkli bir parçası olan bu insanları izlerken, dinlerken artık ön yargılarımıza engel olmamız gerekiyor. Onların yaşam şeklini, dilini, kültürünü beğenmesek de devamını sağlayacak kurumları oluşturmamız gerekiyor. Onların düğünleri renkli gelebilir, müziği ile dans edebiliriz. Ancak kaçımız onların evine konuk olur ve sofralarını paylaşmaya hazırız?
Yıldızlar ölümlü insanların gökyüzüne yansıyan suretleriymiş Çingene inancında. Yeni bir insan dünyaya geldiğinde gökyüzünde görünmeye başlar, ölünce de kayıp gidermiş yıldızlar.
(1) Hermann Berger, Çingene Mitolojisi, Ayraç Yayınları, 2000.
(2) Henriette Asseo, Çingeneler Bir Avrupa Yazgısı, Yapı Kredi Genel Kültür Dizisi, 2003 (3) Star gazetesinin haberi, aktaran, Nazım Alpman, Roman Halkına Karşı İkiyüzlülük, 7-8 Mayıs 2005, 1. Uluslararası Roman Sempozyumu, Trakya Edirne. (4) Yargıtay, kocasına “çingene” diyen kadını kusurlu bularak, boşanma davasında yerel mahkemenin verdiği manevi tazminatın haksız olduğuna hükmetti. 2. Hukuk Dairesi, kocasına “çolak”, “çingene” gibi sözlerle hakaret eden K.`yı da eşit kusurlu buldu. Daire, oy birliğiyle kararı bozdu . İskan Yasası`na göre ülkeye girişine izin verilmeyen çingeneler, çeşitli hukuk metinlerinde de “şüpheli şahıs” statüsünde yer alıyor. Kararla birlikte “çingene” sözcüğü de “küfür” sayılmış oldu. (Milliyet, 2004-08-20) (5) Türkiye’de Çingenelerin nüfusu resmi makamlara göre yaklaşık 500 bin (resmi olmayan rakamlara göre ise yaklaşık 2 milyon civarında.) Bu grubun yüzde 95`i yerleşik yaşama geçmiş. Çoğunluk olarak geçimlerini müzisyenlik yaparak, çiçek satarak, sepetçilik, kalaycılık, demircilik veya hurda eşya toplayarak sağladıkları biliniyor. Batı Anadolu ve Trakya'da "Roman", Van ile Ardahan arasındaki bölgede "Mutrip", Orta Anadolu'da "Elekçi", Erzurum ve civarında "Poşa" Adana'da “Cano” ismiyle anılırlar.
(http://www.cingene.org/)
(6) Korhan Gümüş, “Sulukule Projesi’nin Asıl Amacı
Ne?” (http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=7643);
Zeynep Güney, Sulukule'de UNESCO Kriterleri, 18 Ocak 2008, Arkitera.com http://www.arkitera.com/h24161-sulukulede-unesco-kriterleri.html;
http://sulukulegunlugu.blogspot.com/2008/01/unesco-basin-toplantisi.html
(7) Ayşegül Devecioğlu, “Ağlayan Dağ Susan Nehir”, Metis Yayınları, Sf.13.
|