1961’de Adana’da doğdu. 1984 yılında Marmara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nden mezun oldu. Fotoğrafa 1999 yılında İFSAK’ta (İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği) başladı. 2001 yılında Magnum Photo Üyesi Anders Petersen’nin düzenlediği atölye çalışmasına katıldı. 2002-2003 yıllarında üç dönem Açık Radyo’da “Camera Obscura” adlı programın yapımcılığını ve sunuculuğunu yaptı. 2003 yılında 19. İFSAK Fotoğraf Günleri kapsamında İMBROS “Burada Yalnız Ölüm Var”isimli sergisini açtı. Bu fotoğrafları çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlandı. Slayt gösterisi biçiminde çeşitli yerlerde sergilendi. 2004 yılında Ajans Vu fotoğrafçısı Stanley Greene’nin atölye çalışmasına katıldı. 2004-2005 yılları arasında İFSAK Yönetim Kurulu’nun başkanlığını yaptı. Fotoğraf Vakfı’nın yayınladığı “Beyoğlu” isimli kart-kitapda fotoğrafıyla yer aldı. İMBROS “Burada Yalnız Ölüm Var” isimli sergisi 2004 Ağustos ayında Gökçeada’da ve 2004 Aralık ayında Boğaziçi Üniversitesinde sergilendi.
.
IMBROS Murat Yaykın
Köklerinden koparılmış bir topluluk için, ortak bir belleğin önemi açıkça ortadadır. Yaşamlarını yeniden kurabilmeleri için bellek, geçmişle kritik bir bağlantı, kültürel olarak varlığını sürdürebilmenin bir yolu, onsuz kimliklerinin kaybolacağı bir birikim haline gelir. Lozan Antlaşmasına göre Batı Trakya’da yaşayan Türk nüfus ile İstanbul’da yaşayan Rumlar mübadele dışı tutulmuştu. Gökçeada (Imbros) ve Bozcaada’ya (Thenedos) özel statü tanınmıştı. Ancak uygulanan kötü politikalar yüzünden bu adalardan da Rumlar göçe zorlandı. 1923 yılında Imbros, Türkiye’ye bağlandığında adada 8500 Hıristiyan yaşarken bugün yerleşik olarak yaşayan 230 Rum’un yaş ortalaması yetmişin üstündedir. Adanın ismi 29 Temmuz 1979’da çıkartılan bir kararname ile Gökçeada olarak değiştirildi.
Gökçeada’da merkez ilçe (Panayia), Tepeköy (Agridya), Zeytinliköy (Aya Todori), Bademliköy (Gliki), Dereköy (Sinudi), Kaleköy (Kastro) ve Yeni Mahalle(Evlampio) olmak üzere yedi köy bulunuyor. Tepeköy, Zeytinliköy, Bademliköy ve Dereköy’de halen Rumlar yaşıyor. Kaleköy’de ise Türkler yerleşmiş. Dereköy otuz yıl öncesine kadar bin haneli ve iki binin üstündeki nüfusu ile Türkiye’nin en kalabalık köyü idi. Şimdi kırk kadar yaşlı Rum’un yaşadığı bir harabe köy. 1960 yılında bin beş yüz kişinin yaşadığı Tepeköy’de bugün yalnızca kırk Rum kalmış. Adadaki Rumların yaş ortalaması yetmişin üstündedir bugün.
Imbros’daki okullarda 1964’e kadar yarım gün Türkçe, yarım gün Rumca eğitim veriliyordu. Bu tarihten sonra Rumca eğitim yasaklandı. Yine 1964’de adanın Rumlara ait tarım arazilerine, devlet üretme çiftlikleri kurulmak üzere istimlak edildi. Rum nüfusun belli başlı geçim kaynaklarından hayvancılığa da konan yasaklarla darbe vuruldu. 1965’de adada cezaevi kuruldu. Mahkumların adanın her tarafında serbestçe gezebildiğini ve talan, hırsızlık olaylarının başladığını söylüyorlar. “Kapımıza kilit bile asmadan çıkardık evden” diye, anlatıyorlar o yılları. Ada 1970 yılında askeri bölge ilan edildi. Yabancı pasaportlular ancak valilik izniyle adaya girebiliyorlardı. Bu uygulama çok sonraları kaldırıldı. 2001 yılına gelindiğinde ise artık adada yerleşik olarak yaşayan 230 Rum vatandaşımız bulunuyordu.
.
ŞİMDİ ORADA SAAT KAÇ?
Haluk ÇOBANOĞLU
Yirminci yüzyılın başlarından itibaren üç büyük imparatorluğun dağıldığı zor bir coğrafya'da yaşamak nasıl bir duygu? Sanırım soru, sorunu içeriyor. Ve günümüzde ülkemiz ile komşu ülkelerde, bir yüzyıldır sürüp giden 'kaos'un temellerinden biri de bu coğrafik 'sıkıntı' olsa gerek diye düşünenlerdenim. Bu duruma bir kadim kültürün yüzlerce yıllık ve çok katmanlı geçmişini içeren bir reddi mirasını da eklersek; ortaya çıkan manzara herkes için tarifi imkansız bir hal alıyor. Gerçekten üzerinde yaşadığımız bu sosyal coğrafyada şu soruların net bir cevabı var mıdır? "Biz'' kimiz? "Ötekiler" kimler? "Biz" ile "Ötekiler" arasında olan biten. kolaycı bir çözümle bir toprak mülkiyeti yada "hudutların kanunu" ile açıklanabilir mi?
Veya bu noktada çocukluğumuzun şu meşhur "mal sahibi, mülk sahibi hani bunun ilk sahibi "tekerlemesi anlamlı mı? Yani? Ülke toprağından bir kesit almaya kalktığınızda, her kademede bir başka uygarlığa ve birbirinden farklı yaşam biçimlerine rastlıyorsanız cevabınız her zaman net olamayabilir. İşte o noktada resmi tarih devre dışı kalır. Bu çorak günlere nasıl geldiğimizi düşünmeye ve sorularınıza cevap aramaya başlarsınız! Size bu noktada bir ipucu lazım: Göçlerin izini takip edin! Birbiri ardına sorularınızın cevaplarına rastlarsınız. Göçler yalan söylemez! Ve bu süreçte bulacağınız cevaplar bir yana, ihtimalen yaşacağınız "ruh göçü" sizde öyle bir sızı bırakır ki; üç kuşak evvelinizin anıları kah türkülerle, kah mahzun bakışlı fotoğraflarla canınızı yakar. Ve sanki her bir mübadilin, zorunlu göç yollarına yolu düşmüş herkesin acılarına ortak olursunuz. Hele aileden biri de göç yollarından nasibini almış ise, duramazsınız, yolunuz er yada geç bu tarihin yazıldığı yerlere düşer.
Bir fotoğrafçı için de, her zaman tarihin yazıldığı bir yerlerde olabilmek ayrıcalıktır. Bunu gerçekleştirmek için mutlaka yırtıcı ve güvenilmez ilişkilerle donanmış günümüz medyasının bir eri olmak gerekmez. Günümüzde halen ülkemizin "gönüllü" çalışacak, bağımsız kayıtlar tutacak, görsel vakanivüslere gereksinimi var. Yazının girizgahında, yaşadığımız coğrafya ve ikliminden söz etmiştik.
Eğer böyle bir coğrafya'da yaşıyorsanız. fotoğrafçı 'Murat Yaykın'ın dillendirdiği türden konulara uzak duramazsınız, kayıtsız kalamazsınız, kalmamalısınız. Belgesel fotoğrafçı, bir yönü ile olumsuz toplumsal gelişmelerden endişe duyan bireyi temsil eder. O, üretimi ile toplumu bilgilendirir , zaman içinde çözümler üzerine düşündürür. İşte bu nedenden dolayı. seçilen toplumsal projeler, belgesel fotoğraf'ın can damarlarıdır. Diğer yandan özellikle seksenli yıllarda, gezi fotoğrafçılığının ülke fotoğrafında yarattığı 'tahribat'ın etkileri giderek azalıyor.
Özellikle gezelim, görelim ve unutalım felsefesi ile fotoğrafın içini boşaltan 'renkli' anlayış artık son demlerini yaşıyor. Bir toplumsal konuyu ele alıp, eni ve boyu ile uzun süreli çalışan fotoğrafçıların projeleri ses getiriyor. Yayınlanacak alanların darlığına karşın; artık fotoğrafçılar 'foto-röportaj'ın ve 'belgesel fotoğraf’ın gücünün farkında. Şimdi daha çok fotoğrafçı; giriş, gelişme ve sonuç ekseninde kalıcı hikayeler için emek veriyor.
Burada bir noktanın daha altını çizmek gerekiyor ki belgesel fotoğraf ve özelikle sosyal belgesel fotograf konuları, güçlerini hiçbir zaman 'sadece' sunuma yönelik biçimsel 'şıklık'lardan almazlar. Şimdilerde ülkemizde 'yeni' bir anlayış da; batıda da pek eşi benzeri bulunmayan ve fotoğrafta her şeyi biçim ve sunuma tabi kılan, taze bir "hayali ithalat" döneminin başlatılmasıdır. Kanımca bunun panzehiri de Murat Yaykın'ın bu çalışması gibi mütevazı ama iz bırakan işler üretebilmektir. Murat Yaykın'ın zamanın parçalandığı bir yerin. İmroz'un hikayesini anlatarak insanlığın ve ülkemizin ortak belleğine katkıda bulunduğuna inanıyorum.
Konu Imroz olunca; sahi şimdi orada saat kaç?
Sararmış eski fotoğraflara baktım. Bütün ölümlerin kül rengi pusu. Belleğin kaydettiği anılar onlar için artık yegane gerçek yaşantılardı. Bir zamanlar burada; doğmuş, büyümüş, sevmiş, sevilmiş, kavga etmiş, barışmış, çalışmış, üretmiş, yaşamış bir toplum. Nicedir sadece anıları ile varlardı. Hal böyle olunca, bellek anıların bir acı olarak kristalleşmesinden başka nedir?..