İnsan doğayı anlamaya çalıştığı kadar kendini de anlamak, yorumlamak ve sunmak ister. Daha var oluşunda ve doğaya karşı oluşunda doğaya ezik kalan insan, bu ezikliğini yenme yolu olarak inanç sistemleri ve yöntemleri geliştirmiştir. Bu yetkinlik, yaratıcılıkla iticilik kazandığında ortaya sanatın hemen tüm alanlarında bizleri etkileyen, gelecek kuşakları hayran bırakan izler yaratır. İnsan kendini yeniden yaratırken, dış dünya beyinde süzülürken, evrilir değişir ve etkileyiciliği daha da etkileyen sesler ve görüntüler oluşur. Yüksek sanatsal deneyim yaşamla olduğu kadar öncüllerin birikimlerini de katarak gelişir. Sanat, sessel ve görsel evrenin sınırlılığında bizleri uçsuz bucaksız evrene taşır. Bizi uçsuz bucaksızlığa taşıyan sanat, yabanıl dönemlerimize ait biyolojik var oluşla, sosyal olarak kazandıklarımızı harmanlar.
Görsel sanatların yorumunda kanımca en önemli yanılgı, değerlendirmelerimizde kullandığımız ölçütlerde kuralların sabit olmasıdır. Eski çağ kabartmalarını izleyen bizler; bakış açısı olarak alan derinliğinden ve görselliğin başka kurallarından yola çıkarak yapıtlardan etkilenmemize karşın kendimizi saptamalarımızın dışında buluruz. Bu çağda önemli kavramlar büyük, daha az önemlilerde giderek küçülen boyutlarda yapılmaktadır. İlk çağ resimleri ilkel konumlarına karşın neden etkileyici ve evrenseldirler? İlk çağ deneyinde doğada görülen estetik kavramın dışına taşan görsel algı nedir? Kanımca burada temel öğe her canlıda olduğu gibi insanda da olan görsel algılama refleksleri ve tarih içinde biriken görsel algı kültürüdür. İnsanda görsel kültür ve içinde yaşattığı ilkelin ezber bir bilinci vardır. Bu bilinç, görselliği algılamaya yardım eder ve yaratıların ana ham maddesini belirler.
Görüntüyle oluşturulan ana öğe; gözlerimiz ve ona bağlı olarak sinir ağı aracılığı ile beyinde oluşan duysal tepkimelerdir. Bu görsel bütünlük üzerinde görüntüdeki bazı görüntüler ya da fotoğraftaki fotoğraf, insanı duysal olarak daha çok etkiler. Deneysel çalışmalarda hayvanlara sabit bir oranda kare ile dikdörtgeni ayırması öğretildiğinde hayvanlar kare ve dikdörtgeni ayırabilmektedirler. Fakat kare ve dikdörtgeni, şekiller değişmeden küçültüp büyüttüğümüzde, denekler kare ve dikdörtgeni ayırma özelliğinden yoksun kalmaktadır. Denekler değişen katsayı ile değişime denk bir kavram üretememektedir. İnsanın başardığı; kavram oluşturma ve örüntü tanımlama özelliği, sanatsal etkinin özelliklerinden bir tanesidir. Usta bir karikatürist yüz oluşturacağı zaman, gözlediği binlerce yüzden saptadığı yüzler içinde çizeceği yüzün kendine çok çarpıcı gelen yanını daha belirgin kılarak karikatürünü etkili kılar. Bu tıpkı eski çağ yontuları gibi bir durumdur; tanrıçaların belirgin kalçaları ve büyük yüzlerinden etkileniyorsak, hangi anlatımlardan etkileneceğimizi söyleyen ifadelerdir. Görünen ve zihnin derinliklerine kazınan imge çakışması, oranların ve kuralların ötesinde imge yaratmaktadır.
Görüntü ilk yakalandığında hızla beynin görsel alanlarına taşınır, görüntü kümeleri ve ilişkileri arasından bu görüntü hakkında karar verilir, ancak görüntü kavram ve ilişkiler ağının dışına çıktıkça tanım ve etkileşim zorlaşır. İnsan beyninin temel kümelemeleri arasında hareket, renk, şekil, derinlik ve kuşkusuz ışık sayılabilir. Bu uyarıların hangi yolla duysal sistemleri etkilediği, sanat ya da haz dediğimiz olgunun nasıl oluştuğu uzun tartışma konusudur. Duysallığı etkileyen bir başka olgu da; görüntü kümeleri içinde tek bir küme seçmek, seçilen kümede haz bulmaktır. Kısaca sanatsal haz, bütünlük içinde duysal etki yapacak alan bulmaktır. Duysal etkiyi güçlü kılan bir başka konu da zıtlıkların oluşturduğu hazdır. İnsan yüzündeki bir gamze ya da bir çil görüntüyü daha çekici kılabilir. Zıtlıklar ilgi odaklarıdır, doğrudan ilgiyi kendine çeker. Diğer canlılar içinde zıtlıklar özellikle etoburlar için önemlidir. Canlı türünün görsel kümelenmesinde bir başka konu, görüntü simetriliğidir. Tür tanımı ve algı için gerekli simetriklik estetik tercihte de yer yer görev alır. Doğada gözlenen ve içimizde yaratığımız görüntüler aslında bir kesişmedir, içimizde yaşayan ilkelle içimizde eğittiğimiz beden arasında.
Konumuz fotoğraf olduğuna göre, fotoğrafça düşündüğümüze göre, fotoğraf açısından da kısaca düşünmemiz gerek. Aslında fotoğraf, karanlık bir kutuya aldığımız (lenslerimizin olanaklarına göre) görüntüdür ve gördüklerimizin belli açılara göre kopyasıdır. Bir fotoğrafa baktığımızda nesneleri tanır, tanımlar ve yorumlarız. Bize sunulan evren tartışmalı olsa da, aslında kesitsel ölçekte dondurulmuş bir an tanımıdır. Bize algılama anlamında kısıtlı bir mesaj verir. Fotoğrafta gölgeler koyulaştığında ve anlam bulanıklığı yer yer kaybolduğunda anlam derinliği artar ve duygular daha anlaşılır hal alır. Nesnelerin adlandırılamadığı ve tanımlanamadığı durumlar kolayca ifade edilemez. Belirsizlik içinde saptanan duysallık yoruma açık ipuçları verir. Görsel kültürün anlaşılabilirliği oranında nesnelliği aşmış fotoğraf, bize sembollere açık çok yönlü evren sunar. Bu semboller, geometrik şekilde kesişen veya paralel uzantılar şeklinde değişen ışıkla birlikte bizi nesneler ötesinde bir yolculuğa çıkarır. Soyut fotoğraftaki en yorucu an, nesnelerden arınmış ortamda insan ruhunda nelerin toplandığı ve bu nelerin fotoğrafa nasıl aktarılması gerektiğidir. Bu süreç başlı başına içgüdüsel bir süreçtir. Bir nesne ya da konu hakkında bildiklerimiz; içsel algımız, yaşam deneyimimiz, sosyal ortamımız ve bize sunulanlarla ilgilidir. Berrak bir zihnin sınırsızlığı düşünmesi, yaşam içinde süregelen küçük değişikliklerin kavramlaştırılmasından ibarettir. Bu süreç; yinelemeler arasındaki ayrılıkların söz ya da kavrama dönüşmesi ve daha sonra da sembollere dönüşerek görsel belleğe kazınmasıdır. Bilindiği gibi tüm bilimler içinde soyutlama en çok felsefede yapılır. Nesnel ya da figüratif fotoğrafta görüntü; önceden bilinen kavramlardan ve görüntü hiyerarşisinden yola çıkarak tasarlanır, doğa ve kavramlar akışı içinde kendi bakış açımıza göre kendine bir yer bulur. Nesnel fotoğrafta yapılan imgelem, kavramlar dizgesi içinde belleğe yerleştirmek ve bu tasarım içinde nesnel olan dış evren ve imgelem içinde örtüşme sağlamaktır. Üst üste birikmiş binlerce nesne içinde, -tüm değişenlere karşın- nesnel fotoğrafta yer almayan özet benzerlikler vardır. Bunlar fotoğrafın alt okuması gibidir. Nesnel fotoğrafta görülmez ancak sezilir.
Soyut fotoğrafta nesneler görüntüden çıktığı zaman geriye kalan renkler sembolik olarak ne anlamlar taşıyacaktır? Görsel kültürde renkler de nesneler gibi anlam taşırlar. Soyut fotoğrafa en çok uyan renk siyah ve beyazdır. Kuşkusuz bu konu daha çok tartışılır. Soyut fotoğrafta tekrara düşmeden üretmek, soyut fotoğrafın geleceğini belirlemede en önemli unsurdur.
Fotoğrafta en üst düzeyde duygusal farkındalık nasıl sağlanır? Sanatsal haz da denilen üst düzey estetik beğeni nasıl oluşur? Nesnelerin yittiği fotoğraf, insanın görsel belleğine anlam olarak hangi yeni ile eklenecek ve insanın şekillenmesine nasıl katkıda bulunacak? Yaşadığımız günler bu sorulara yanıt olacaktır. Doç.Dr.S.Fehmi Katırcıoğlu
|