Serhan ADA
Moskova’da Stalin dönemi apartmanlarından biri. (Ahmet’le misafirlikteyiz.) Rus evleri küçüklükleriyle ünlüdür. Burası geniş bir daire. Ferah değil ama geniş. Bir kere bir holü var. Sonra , birkaç da odası. Odalardan biri bilardo odası olarak kullanılıyor. Masayı aydınlatan avize ‘tuhaf’, kimbilir hangi yılların Sovyet tasarımını yansıtıyor? Masadaki topların renkleri ve sayısı önceden aşina hiçbir bilardoya benzemiyor; Rus bilardosu olmalı. Odada birkaç kişi var. Kaçı bilardo oynuyor, belli değil. Zaten toplar da “sessiz bilardo”da hareket edermişçesine, birbirlerine vurduklarında ya hiç ses çıkarmıyor ya da çıkardıkları ses insan duyusuna kadar ulaşmıyor. Hemen bitişikte, daha küçük bir oda. Tam ortada bir masa, etrafında genç insanlar. Sayıları masanın çevresine sığmayacak kadar fazla. 14-15 kişi olmalılar. Masanın üzerinde meyvalar duruyor. Muz ve elma. İki tabakta pasta var. Donuk-solgun kremalı Rus pastaları. Litrelik plastik şişelerde renkli meşrubat. Boş-dolu plastik bardaklar. Masadakiler ikişerli-üçerli gruplar halinde sohbet ediyor. Ama bu kalabalıktan beklenmeyecek kadar sessiz. Alçak sesle konuşulmadığı halde. Ne abartılı bir kahkaha, ne yüksek perdeden bir ünleme hatta ne öksürük duyuluyor. Daha ziyade bir insanın kendi kendisiyle usulca konuşmasını andıran ve monoton müziği olan bir ses bu. Arada mükemmel bir telâffuzla söylenmiş İngilizce ya da Fransızca bir kelime kulağa geliyor. (Ne konuşulduğunu Ahmet’ e soruyorum. ) Rusya’nın, Roma ve Bizans’dan sonra “Üçüncü Roma” olup olmadığının tartışıldığını öğreniyorum. Tartışma aynı tonda biteviye sürüyor. Gitmek için kalkıyoruz. Paltolar çok daha küçük bir başka odada. Bir yatağın üzerine rastgele uzatılmış duruyorlar. Paltolar arasında paltolarımızı ararken yığının altında yatan biri olduğunu görüyoruz. (Ahmet’e kim olduğunu soruyorum. ) Evin sahibiymiş. . .
Moskova’yı gözünüzde nasıl canlandırırsınız? Herhalde Kızıl Meydan’daki altın yaldızlı kubbeleri ya da olsa olsa Lenin mozolesi ile. . . Oysa, Moskova’nın kent profilinde bence Ukrayna Oteli var. Stalin döneminin anıt yapısı. Kendisine benzeyen onlarca yapı olmasına rağmen gerek çizgisi, gerekse konumu bakımından Rusya’nın son yüzyılının özeti gibi. İhtişamı yanında yalnızlığı, sadeliğine rağmen tuhaf biçimciliği karışık duygular uyandırıyor. Ukrayna Oteli tam bir prototip. Bugün hepsi Avrupa Birliği üyesi ya da üye olma sürecindeki bir zamanların Doğu Bloku ülkelerinde, çoğu yine Stalin’in hediyesi, Ukrayna Oteli benzerleri – kopyaları var. Onları gördüğünüzde Moskova’nın gölgesini görmüş gibi oluyorsunuz. Otel, ülkedeki son dramatik olayların tanığı Rus parlamentosu Beyaz Ev’le aynı doğru çizgi üzerinde. İki yapıyı Moskova nehri ayırıyor. Başka kentlerden, Londra’dan, Paris’den, (hatta Boğaz’ı bir akarsu sayarak) Istanbul’dan bildiğimiz nehirlere belki de en az benzeyen bir nehir. Oralardaki nehirler tarihte rolü olan, iki yakanın toplumsal ve ekonomik konumlarını ve yerleşme yoğunluğunu belirleyen, kent kültüründe etkisi olan su yolları. Moskova nehri var – yok arası. Üzerinden eksik olmayan doğalgaz dumanları ile kıyısındaki fabrikaların atıklarını boşaltıverdikleri çaresiz bir çayı andırıyor.
Moskova , cazibesi olmayan başkentler birliğinin üyesi. Tarihle coğrafyanın fazlaca kayırdığı Petersburg’un pırıltısı yanında sönük ve donuk kalıyor. Petersburg’un lâyık olduğu adlar bile yeterince açıklayıcı. ”Saint (Aziz) Petersburg, Petrograd, Leningrad. . . ” Rusya’yı Rusya yapan devlet ulularının vaftiz babası olduğu kent Petersburg. Beyaz geceleri, keskin kuzey ışıkları, görmezden gelinemeyecek denizi, daracık sokakları, oyuncak kanallarıyla tüm sanatlara kolay bir zemin sunuyor. Moskova öyle mi? Petersburg’da olan onca şey Moskova’da yok. Moskova renk’siz, yüz’süz ,dümdüz bir büyük kent. Gezi rehberlerinde, fotoğraflarda, belgesellerde Moskova’da yerin üstü değil genelde yeraltı zenginlikleri öne çıkarılır. Yani metro istasyonları ve onların yeraltı estetiği. Merdivenleri, heykelleri, duvar resimleri , fiyakalı aydınlatmaları. Moskova her türlü güzelliğini içinde saklar gibidir.
Rus evleri de öyle değil mi? Dışarıdan bakıldığında ne kadar bakımsız, ışıksız, ifadesiz görünürlerse, içlerine girildiğinde o kadar renk, nesne ve hatta ışıkla doludurlar. (Ahmet’in siyah-beyazlarına bakın hepsini göreceksiniz. ) Eviçlerinde yok yok. Tüm duvarlar yerler, mobilyaların üzeri, raflar dolu. İmge, nesne, simge ele geçen ne varsa. Resimler, heykeller, fotoğraflar, biblolar, afişler, kartpostallar. . . hatta koliler ve tabii kitaplar. Yazgılar bile yerde değil. Koltukların üzerinde ya da çiçekli kâğıt kaplı duvarlarda. Rus insanı ikonalarının arasında yaşamayı sürdürüyor. Moskova’daki eviçleri bunun kanıtı. Eviçlerine bakıldığında Rus insanının ortodoksluğun göstergeleriyle ilişkisini –Devrim parantezine rağmen- hiç koparmadığı sonucu çıkıyor. Bu sokak- ev karşıtlığı ne kadar vurgulansa az. Sokaklar ne kadar ıssızsa, evler o kadar insanla ve hayvanla dolu. (Ahmet’in fotoğraflarında örnekleri var. Moskova’da ev hayvanı olmayan ev yok gibidir.) Büyük parklar ve meydanlar ne kadar boş , hüzünlü ise çok katlı kooperatif apartman yapıları arasındaki avlu-bahçeler o kadar cıvıl cıvıl. Dışarısı ne kadar dondurucu soğuksa, içerisi o kadar sıcak. Bolşoy’da gösteri öncesi vestiyer kuyruğu. Çamurlu kardan ucuz, biçimsiz botlarıyla gelen kadınlar yanlarında getirdikleri torbadan çıkardıkları yüksek ökçeli iskarpinlerini büyük bir ustalıkla giyerler. Bu hareket adeta lobide atıştırılan pasta eşliğindeki champanska (Rus şampanyası) kadar gösteri öncesi ritüelinin bir parçasıdır.
Bu yerüstü – yeraltı, sokak – eviçi , yüzey – derinlik karşıtlığı insana uzandığında anlamı daha belirginleşiyor. Giyim kuşamları, makyajları tüm dış görünümleri fark’sız duran insanların duygu dünyaları, merakları, huyları , beklentileri her türlü sınırı aşan bir zenginlik gösteriyor. (Ahmet’in fotoğraflarına dikkatli bakıldığında bu şaşırtıcı curcuna görülüyor. ) Bu sessiz sakin görünümlü Moskova insanları,belli, ‘tuhaf’ denebilecek bir bitimsiz çalkantıyı yaşıyorlar. Gece bekçiliği yaparken müze kurmaya yetecek sanat yapıtı biriktirebiliyor ya da tiyatro akademisi yönetmişken kâhyalık yapabiliyorlar. Moskova gizli kalmış yetenek ve tutkular hazinesi. Yine de bu insanların ortak bir yanları var. Kendilerine acı ve yokluktan başka hiçbir şey vermemiş step toprağına anlaşılmaz bir bağlılıkları . Vaktiyle elden ele dolaşan korsan kasetleriyle Rusya’da perestoika ‘dan önce perestroika ‘nın sesi olmuş şair-oyuncu Visotski gibi. Paris’de sevgili karısı Marina’sı (Vlady) ile biraraya gelmek için sunulan fırsatları geri çevirmiş, ölümü bilerek bekleyerek Moskova’da kalmıştı. (Ahmet’in insanları da öyle. Dışarı, üstelik kaçarak gidip virtüoz, profesör herşey oluyorlar. En sonunda Moskova “ana”nın koynuna, evlerine dönmeden edemiyorlar. Ölmek için bile olsa. ) Üstten, dıştan, yüzeyden bakıldığında kendini asla ele vermeyen bu ‘tuhaflık’ insana bakınca iyice açığa çıkıyor. İnsanları karşı konulmaz bir güçle kendine çeken o step toprağını akla getiriyor.
(Ahmet yıllarca kamerasıyla sembiyotik bir ilişki yaşadı). Bir gözü kapalıyken bir gözü vizöre yapışıktı. Laponya’dan Çeçenistan’a , Johannesburg’un alevler altındaki varoşu Soweto’dan, yıkılan Berlin Duvarı’na. Herşeyi , herkesi görüntüye çevirdi. Ama kendi gözünü (iki gözünü) asla başka şeye değişmedi. Değerli merceğini hep titizlikle korudu.Rusya’nın en çalkantılı yıllarında 10 yılını step topraklarında geçirdi. Her yere girip çıktı. Her türlü insanla ahbaplık etti. Rus dili ve kültürüne ait her ne varsa onlarla içli dışlı olmaktan çekinmedi. Nazım, Küba Devrimi’nden sonra Abidin’e “ölsem gam yemem gayrının resmini yapabilir misin?” diye sormuştu. ( Ahmet, geçmiş 70 - 80 yıllarına bakarak “ölsem gözlerim açık gidecek” ya da “uyanıkken ben bu rüyayı/kâbusu nasıl gördüm?” diyen insanların fotoğrafını çekmeyi başardı. )
“Moskova İnsanları”na dikkatli bakın. Perestroika’da doğanlar kuşağı yetiştikçe , “Moskova İnsanları” bir tür olarak hızla tarihe karışıyor. Visotski’nin deyişiyle “ Kader ve Zaman atlarını çözdüler” bile...
Ahmet Sel’in “Moskova İnsanları” bir portreler dizisi değil. Evet bu fotoğraflarda insan portreleri var. Ama bu fotoğraflarda portreden taşan bir şeyler var. “Moskova İnsanları” bir belgesel fotoğraf albümü de değil. İnsanlarla ilgili bilgi veren basit, kısa ama etkileyici açıklama cümlelerine rağmen. Belgeselde olmayan bir şey bu fotoğraflardan yansıyor. ‘Tuhaf ‘ soğuk bir ışık. İkonaların ışığı. Çok acı çekmiş, çok eksik kalmış, çok diplere saklamış, çok sabretmiş insanların ışığı. Görünürdeki tüm aşırılıklarına rağmen. Onlar ahir zamanın fani ikonaları.
* “Moskova İnsanları, Ahmet Sel, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul Mayıs 2003” kitabının sunuş yazısıdır.