“kelimeler, gerçeğin beceriksiz avcıları…” *
“Hocam, iyi fotoğraf nasıl oluyor yani?”(1)
“Ben portre çekemiyorum, ne tavsiye edersiniz?”
“Sizce manzara fotoğrafı mı, insan fotoğrafı mı?”
“Neden hep acıklı şeyleri çekiyorsunuz?”
“Sizce siyah beyaz mı, renkli mi çalışmak daha iyi?”
“Sizce fotoğraf nedir?”
“Hocam sizce ne fotoğrafı çekelim?”
Duymaktan yorulduğum sorular… Bu soruların bir kısmını, bir süre önce Ankara’da gerçekleşen Fotoğraf ve Oryantalizm semineri ile Ara Ne Arıyor seminerinde, Ara Güler’e ve seminere katılan diğer ünlü fotoğrafçılara yine ve yeniden sordular: “Hocam fotoğrafa yeni başlayan bizlere ne tavsiye edersiniz?”. Bu tür seminerlere sık katılıyorsanız, Ara Güler’in cevabını tahmin ediyor olmalısınız: “Ben ne diyim şimdi sana, git fotoğraf çek işte o kadar…” Seminer katılımcılarından Samih Rifat biraz da bunalmış bir ifade ile, soruyu sorana Sayın Güler’i tercüme etmeye çalıştı: “Size bunu kimse söyleyemez, bu iş bir yaşam biçimi, yaşayarak öğreneceksiniz!”
Gültekin Çizgen’in konuk olduğu seminerlere katılanlar bilirler, bu tür soruların sayısı arttıkça, Çizgen’in seminerin tansiyonunu yükselten cevapları çoğalır. 3-4 sene önce yine Ankara’da, Çağdaş Sanatlar Merkezi’nin bütün salonlarının fotoğrafla, her günün söyleşi ve panellerle dolu olduğu zengin bir hafta yaşamıştık. Gültekin Çizgen’in konuk olduğu söyleşilerden birinde, izleyicilerden biri salonlarda asılı yüzlerce fotoğrafları kastederek: “Peki hocam, yukarıdaki sergilerde, sizce iyi diyebileceğiniz fotoğrafa örnek verir misiniz?”. Usta cevap vermişti: “Ben yukarıda fotoğraf görmedim!” Salon birbirine girmiş, bazı izleyiciler salonu terketmişti. Hep merak ederim, acaba salonda Çizgen’e kızan kaç kişi, Çizgen’in bu kadar sivri cevap vermesinin nedenini merak etmişti.
"İmgenin sıradanlığı, imgelemce yoğun iki durum arasındaki akışı vermek yerine, bir anı dondurmasındandır." John Berger(2)
Bu iş bu kadar sıradansa, bir kareye sığdırmaya kalktığımız imge, bir an’a sıkışarak sıradan olmaya mahkumsa, ne yapmalı ne etmeli ki bu sıradanlığı sıradışılığa çevirelim, yaşamımızı vermeye kalktığımız fotoğraf buna değsin? Bir şey yapmalı, ama ne?!..
Yukarıda saydığım sorulara ek olarak, fotoğraf sanat mıdır değil midir tartışmalarına, dijital mi analog mu tartışmaları ile, dijitalin verdiği olanaklarla fotoğraf üzerinde yapılan dijital oynamaların ne kadarı fotoğraf ne kadarı değil tartışmaları eklendi. Bir anlamda sapla samanı ayıklamaya yönelik bu tartışmalar, fotoğrafa elbette katkı sağlıyor. Ancak, tüm bu tartışmaların ardında sürekli gözardı edilen, tanımı birkaç cümle ile sınırlanan bir olgu var: fotoğrafçı! Bu tartışmaları yapanlara “dijital fotoğraf, fotoğrafa hakarettir” diyenin kim olduğunu soruyorum, ya da Adnan Veli Kuvanlık’ı. Bilmiyorlar. Ama, Ara Güler’in dijital fotoğrafa olumsuz bakışını ve bu bakışın ardındaki nedenleri, Adnan Veli Kuvanlık’ın dijital konusunda Türkiye’de gerçekleştirdiklerini, fotoğrafa verdiği emeği, Türkiye fotoğrafına yaptığı katkıyı, üstelik bu sene yılın sanatçısı seçilişini bilmeden, dijital mi analog mu, dijital oynamaların ne kadarı fotoğraf tartışmasının baş aktörleri olabiliyorlar. Ersin Alok, bir kare çekebilmek için, istediği ışığı yakalayabilmek için günlerce aynı yere gittiğini, saatlerce sabırla beklediğini söylediğinde, hiç çekinmeden “Hocam ne gerek var, photoshop’ta istediğiniz ışığı yaratabilirsiniz.” diyenler var. Çünkü; Türkiye’de fotoğraf çekmeyi bilmek, fotoğrafçı tanımına girmek ve ahkam kesmek için yeterli. Peki fotoğraf çekmeyi bilmek ne demek? Fotoğraf çekmek, fotoğrafçı olmak için yeterli mi?
“……..fotoğrafım çekilirken hoş görebildiğim, sevdiğim, bana tanıdık gelen tek şey makinenin sesidir.” Roland Barthes. (3)
Deklanşörün büyüleyici sesi. Bu sesin büyüsüne kapılan ve fareli köyün kavalcısının peşine takılır gibi takılan fotoğrafçı adayları, bu yolculukta henüz bir seneyi bile doldurmadan ahkam kesmeye başlıyorlar. Ahkamı kendi fotoğrafları için kesseler hoş olacak ama ille de bu işe büyük fotoğrafçılardan başlıyorlar. Ara Güler’in konuk olduğu bir televizyon programında, programa telefonla katılan ve bir üniversitenin fotoğraf bölümü öğrencilerinden olduğunu söyleyen bir izleyici Güler’i eleştiriyor: “Ara Bey, programın başından beri fotoğrafa resim diyorsunuz, size hiç yakıştıramadım!”. Fotoğraf camiasına emin adımlarla ilerleyen binlerce gencimizden biri, ilgili programda fotoğraf adına eleştirilebilecek ya da yorum yapabileceği en önemli konuyu bulmuş: Ara Güler’in fotoğrafa resim demesinin yanlışlığı!.
Yine bir fotoğraf sohbetinde bir fotoğrafçı adayımız dertleniyordu: “biz bu fotoğrafı nasıl öğreneceğiz, zaten Türkiye’deki usta fotoğrafçı sayısı 10’u geçmiyor, onları da nerde bulup da fotoğraf öğreneceğiz.” Henüz fotoğrafı öğrenmemişti, ama “usta”nın kim olduğunu ve Türkiye’de kaç tane usta olduğunu biliyordu. Problem Türkiye’deki usta sayısının azlığı değil (ki bu sayı hiç de azımsanacak bir sayı değil), Türkiye’de kaç fotoğrafçı olduğunu bilemeyecek kadar fotoğrafa kör izleyici sayısının ve niteliğinin azlığı! Problem, fotoğrafçı sayısı ile izleyici sayısı arasındaki geniş farkta…
Bu ülkede, fotoğraf bölümüne girmek için desen sınavı yapan üniversiteler var. Fotoğrafçı olmak için iyi desen çizmek yeterli oluyor, iyi desen çizen bu arkadaşlar sonra fotoğrafın duayenlerine soruyorlar iyi fotoğrafın ne olduğunu, fotoğrafı öğreniyorlar, ne güzel, her sene fotoğraf bölümlerinden mezun öğrenci sayısı kadar fotoğrafçımız oluyor…Üstüne bir de, fotoğraf kurslarını başarı ile bitirenler ve üç-beş fotoğraf gezisinden sonra fotoğraf projeleri üretenler var. Onlar artık yukarıdaki soruları sormuyorlar, onlar artık o soruların muhatapları, arkadan gelenlere o soruların cevaplarını uzun uzun anlatıyorlar.
Bu ülkede işte böyle binlerce fotoğrafçı var, ama fotoğraf adına yayınlanan kitap ve albüm isimleri bir çırpıda sayılabilecek kadar az. Yayınlanan kitapların 1000 adetlik bir baskısını bile tüketemiyoruz. Süreli yayınlanan çok az sayıdaki fotoğraf dergilerinin satış rakamları öyle az ki, ayakta kalmak için bir avuç fotoğraf emekçisinin özverisine muhtaçlar. Ahkam kesen binlerce fotoğrafçı, bu birikime sadece deklanşöre basarak mı sahip oluyor yani?! Fotoğraf sergileri açısından en zengin şehrimiz İstanbul. Ya diğer şehirlerimiz? Ankara’da hiç fotoğraf sergisi olmadan geçen aylar var. Açılan sergiler ise, açılış kokteyli dışında boş. Başkent Ankara!.
Fotoğraf adına en çok kitap yazanlardan, Türkiye’de ilk fotoğraf dergisini çıkaran, Türkiye fotoğrafının gelişimine yaşamını veren sanatçımız Gültekin Çizgen’e “fotoğraf nedir” diye sormak demek, “Sayın Çizgen, sizin yıllarınızı verdiğiniz fotoğraf birikiminizi öğrenebileceğimiz kitaplarınızı okumaya vaktim yok, daha önemli işlerim var, siz bana iyi fotoğraf nasıl oluyor kısacık söyleyiverin” demektir. Fotoğrafa emek harcamayan bir camianın, usta fotoğrafçıların kızgınlıklarını ve suskunlarını anlayabilmesi münkün olabilir mi?
“İnsan açlığa katlanabiliyor ama sevgisizliğe, tutkusuzluğa ve amaçsızlığa katlanamıyor. Benim de insan sevgimin odaklandığı en dolaysız ve en somut bir sesleniş aracı oldu fotoğraf sanatı.” Ali Öz (4)
Eğer Türkiye’de yaşayan bir fotoğraf yolcusu, Ali Öz’ü bilmiyorsa, yukarıdaki sözünü okuma şansına hiç sahip olamamışsa, bir Ali Öz fotoğrafına baktıktan sonra boğazında bir düğümle günlerce dolaşmamışsa, “hocam iyi fotoğraf nasıl oluyor yani?” sorusundan daha doğal ne olabilir?
İlker Maga, Bresson’un yazılarından derleyip hazırladığı Karar Anı isimli kitabın son bölümünde, fotoğrafa başladığı yıllarda Bresson’un tek tek birkaç fotoğrafı dışında fazla etkilenmediğini söyler. Etkilenmemesinin nedeni olarak ise Türkiye fotoğraf ortamını eleştirir. Çünkü Türkiye maalesef, genç fotoğrafçıların beslenebilecekleri bir ortama sahip değil. Fotoğraf beslenmeden zenginleşemez. Yıllar içinde Bresson’un İlker Maga üzerindeki etkisi derinleşirken Maga şunu farkeder:
“Klasikler bağırmazlar.
Klasikler insanı ısırmazlar.
Ustalar insana yavaş yavaş nüfus ederler..”(5)
Ancak bunu farkedebilmek için, İlker Maga gibi, fotoğrafa, hem fotoğrafçı hem izleyici olarak emek vermek gerekiyor. Deklanşörün sesinin büyüsüne kapılmak yetmiyor, Bresson’ların, Capa’ların, Brassai’lerin, Güler’lerin, Çizgen’lerin, Alok’ların, Öz’lerin, Akoğul’ların, isimlerini burda sayamadığım daha nice değerli fotoğrafçımızın peşine düşmek gerekiyor. Fotoğrafın peşine düşmek geriyor. Üstelik bu izleyiş her zaman çok keyifli olmayabilir, acıları, sancıları, hayal kırıklıkları, aşılmaz engelleri, geriye dönüşleri olabilir. Birkaç sene önce, Süha Derbent’in hiçbir fotoğrafını görmeden, takip ettiğim fotoğrafçıların arasına girmesine bir söyleşisindeki tek bir cümlesi sebep olmuştu: “Ben artık Afrika’ya o canlıların fotoğrafını çekmek için değil, o canlılar için gidiyorum, fotoğraf o canlılara ulaşmamın bir yolu!”.
Fotoğrafa dair açmazlarımızın varoluş nedeni, hergün bu camiaya katılan onlarca yeni fotoğrafçı adayı değil elbette. Fotoğraf özürlü bir camianın varoluşundaki en büyük sorumluluk, yaşamını fotoğrafçı kimliği ile sürdüren, adına usta dediğimiz fotoğrafçılarımızın. Benim gibi ahkam kesenler yerine sizin konuşmanız daha doğru değil mi? Böyle bir ortamda, çok iyi fotoğrafları olduğuna inandığım, yaşamını fotoğrafla özdeşleştirmeye hazır, ancak fotoğrafla nefes alabilen fotoğrafçılarımız, böyle bir ortamda nasıl beslenecekler? Siz, kendi fotoğraflarınızın ışıltısı ile kamaşan gözlerinizi, biraz da bu gençlere, onların fotoğraflarına çeviremez misiniz acaba?
“Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya” Gülten Akın
Brassai ilk albümü Geceleyin Paris’i hazırlarken Henry Miller bu çalışma ile yakından ilgilenir, Brassai’yi sık sık ziyaret eder. Daha sonra kaleme aldığı Paris’in Gözü isimli makalesinde bu fotoğraflar için şunları söyler: “Bir gün nihayet kapı açılıp da, benim ölüp ölüp dirildiğim o Paris’in bütün sokaklarını, bütün duvarlarını, bütün o Paris sahnelerini, Paris kesitlerini, bin kopya halinde oracıkta, adamın yatağının üzerinde görünce ne kadar çok şaşırmıştım. Bu siyah beyaz parçacıklar nasıl betimlenmeliydi, ne denmeliydi onlara, fotoğraf mı, birer sanat eseri örneği mi? Şimdi sadece güneşin içindeki yaşamla ışıldayan o yatak üzerinde, orada, kendi bedenimin sergilendiğini görüyorum, Paris’in her taşına, ağacına, bahçesine, çeşmesine, köprüsüne, evine kazıdığım, acı çeken ve kanayan o bedenin. Şimdi farkına varıyorum, arkamda kanla yazılmış ama aynı zamanda huzur ve iyi niyetle işlenmiş başlı başına bir Paris damgası bıraktığımın. Şefkatle, saygıyla topluyorum yatak üzerine saçılmış o parçacıkları, sanki bizzat kendimin en hassas parçacıklarını göğsümde topluyormuşum gibi.”(6)
Henri Cartier Bresson ise, arkadaşı David Seymour için şöyle der: “Chim, doktorun stetoskopunu çıkardığı gibi fotoğraf makinesini çantasından çıkarır ve yüreğinin durumunu teşhis ederdi : Yaralanmaya hazırdı.” (7) Andre Kertesz için de şöyle der: “Andre Kertesz’in deklanşörünün sesini her duyduğumda onun kalp atışlarını hissederim; göz kırpmalarında Pythagoras’ın kıvılcımlarını görürüm. Ve bütün bunları takdire değer uzun soluklu bir merakla yaparım.” (8)
Yaşar Kemal’in Ara Güler albümlerinde yazdıklarını, akademik birkaç çalışmayı saymazsak, Türkiye’de, ben ne bir fotoğrafçının, ne de bir edebiyatçının, herhangi bir fotoğrafçıyı ciddi anlamda izlediğini, bir fotoğrafçı ve onun fotoğrafları hakkında bu kadar müthiş yorumlar yaptığını görmedim, duymadım. Maalesef beğenimizi ya da eleştirilerimizi ifade edecek nitelikli yazılar da göremiyorum, ne sergiler, ne fotoğrafçılar ne de fotoğraflar hakkında. Bunlara rağmen, bu yazıyı okuduğunuz derginin 17. sayısında Güntekin Onan’ın Susan Sontag eleştirisini okuyunca çok şaşırdım. Güntekin Onan’ı belki de haklı görmek gerek, eleştiri yapacağı Sontag gibi üretken fotoğraf teorisyeni olmayan bir ülkede, hiç olmazsa kitapları okunan Sontag var eleştirilecek. Üstelik eleştirisindeki gerekçelerden biri, Sontag’ın hiç fotoğrafının olmaması. Bu durumda Ara Güler’i fotoğrafa resim dediği için eleştiren fotoğraf öğrencisini haklı görmek gerek.
Eğer sanat soyutlama ise, yaşamı aynen fotoğrafa koymak mümkün değil. Fotoğrafta sorulara inanıyorum, cevaplara değil. Çünkü fotoğrafa dair hiçbir sorunun cevabı yok, cevaplar bir “an”ı donduran imgenin sıradanlığını sıradışılaştıran karelerde. İçine fotoğrafçının kendini koyduğu, izleyicinin ise kendini bulduğu karelerde...
Ey fotoğrafçı! Fotoğraf özürlü bir ülkenin fotoğrafçısı!
Bu yazı, seni rahatsız etmek için yazıldı. Bu yazı, bir izleyicinin fotoğraf özürlü camiaya ahkam kesen bir kafa tutuşu.
Hem seni hem bu camiayı şaşırtacak, sarsacak sorulara ihtiyacımız var. Hem seni hem bu camiayı sarsacak fotoğraflara ihtiyacımız var. Yeni keşiflere, yeni yolculuklara, yeni bir bakışa, özrünü avantaja dönüşterecek zekada fotoğrafçılara ihtiyacımız var. Hem kendini tam anlamıyla fotoğrafa teslim edecek kadar dürüst, hem de fotoğraf için herşeyi reddecek kadar günahkar fotoğrafçılara ihtiyacımız var. Fotoğrafı çok ciddiye alan ve yaşamı kadar değer veren, bu nedenle yok olan değerler adına, yok olan yaşam adına, kendinden bir parça olan fotoğrafları hiç acımadan yere atabilecek kadar cesur fotoğrafçılara ihtiyacımız var. Fotoğraf özürlü bir ülkenin fotoğrafçısı! Haydi şaşırt beni…
Şule TÜZÜL
* Fotoğraf : Özbilen Keskin, Söz : Metin-Kemal Kahraman (Ferfecir isimli albümlerinden)
Alıntılar:
(1) Nazif Topçuoğlu – İyi Fotoğraf Nasıl Oluyor Yani?
(2) John Berger – Görme Biçimleri
(3) Roland Barthes – Camera Lucida
(4) Ali Öz- Türk Fotoğrafçıları Kütüphanesi 11
(5), (7), (8) Henri Cartier Bresson – Karar Anı (Hazırlayan: İlker Maga)
(6) Brassai – Günahıyla Sevabıyla Henry Miller