Fotoğraf hobime başlarken satın aldığım ilk makine olan Canon Rebel’i elime aldığımda çok heyecanlanmıştım. Onu kurcalamak, kontrolleriyle oynamak çok hoşuma gitmişti. Fakat yine de bir şeyler eksikti. Bu eksikliğin ne olduğunu bir tesadüf eseri, bir buçuk yıl sonra anlayacaktım. Dijital çağ baş döndürücü hızla ilerlemeye devam ediyor. Bunun sayesinde bütün fotoğraf işlem akışımız değişti. Artık, her farklı film ISO’su için ayrı bir makine taşımamıza ya da çektiğimiz pozun doğru aperture ve hızda olduğunu anlamak için karanlık odaya girmemize gerek yok. Anında fotoğraf makinemizin LCD ekranı bize yanıtı veriyor. Bunun yanında, özellikle PhotoShop sayesinde, karanlık oda aydınlık oda halini aldı. Dijital makine kullananlar bir yana, film kullanan fotoğrafçılar bile artık filmi, banyonun ardından taradıktan sonra PhotoShop’da rötuşlamayı yeğliyor. Bütün bunlar olurken, ben bir körüklü makine almaya karar verdim. Görmemin kısmet olmadığı rahmetli dedemin bir vesikalık fotoğraf dükkanı varmış. Körüklü makineleri dedemden hatıra kalan fotoğraflarda sıklıkla görmüştüm ve hep bir tanesine sahip olmak istiyordum. Açıkçası, böyle bir makineyi kullanmayı pek hayal etmiyordum ama, çalışma odamda sergilemenin çok hoş olacağını düşünüyordum. Belki de bilinç altım bu şekilde geçmişimle bir bağlantı kurmaya çalışıyordu. Hemen ebay’de araştırmaya başladım ve sonunda bir Kodak Tourist II aldım. Satıcı, onu bir Agfa Karat 20 ve Pentax MG ile birlikte paket halinde satıyordu. Başlangıçta diğerlerini pek önemsemeyerek içimden “iyi bunlarda yanında ek olarak geliyor” diye geçirdim. Yaklaşık bir hafta sonra paket elime ulaştı. Heyecanla paketi açarak yeni oyuncağımla (eşimin deyimiyle) oynamaya başladım. Kırkı aşkın yaşına rağmen makine fazla yıpranmamıştı. Basit ama kullanışlı kontrolleri ve katlı haldeki boyutu beni oldukça etkiledi. Ama en etkileyici yanı, yapımında kullanılan malzemenin kalitesiydi. Tüm metal ve plastik parçaları, üretildiği andaki gibi dimdik ayaktaydılar ve hiçbir deformasyona uğramamışlardı. Akşam olup körüklü makinemden biraz hevesimi alınca diğer iki makineyi incelemeye başladım ve daha da etkilendim. Ben nispeten yeni kuşak olarak, daha çok Canon, Nikon ve Minolta adlarıyla büyümüştüm. Diğer markalar ufak oyunculardı sahnede. Oysa ki, Pentax MG’yi elime aldığımda sanki otuz yaşında bir makineye değil de, bugünün standartlarından daha üstün bir kaliteyle üretilmiş bir sanat eserine bakıyordum. Bu makinenin boyutu, kullanışlılığı ve kalitesi beni büyüledi. Ve bu makine, çok kısa süre sonra başlayacağım fotoğraf makine koleksiyonumun temelini attı.
Fotograf kolleksiyonumun ilk üyeleri.
Bu olayın ışığında, Pentax hakkında bilgi edinmeye karar verdim. Geçtim internet denizinin başına ve okudum. Okudukça daha da büyülendim onların getirdikleri yeniliklerle. Bu beni ilk Spotmatic’imi almaya yöneltti. Sonunda artık yeşil ve yılan derisi gövdeli bir SP1000’im vardı…
Pentax’ı 1980 Moskova Olimpiyat armalı Zenit EM izledi. Bu makine tam bir Rus tankıydı. Ağır ve hantaldı ama işini yapmaya gelince her zaman güvenilir bir dosttu. Bir süre sadece M42 lens mount SLR fotoğraf makineleri ekledim koleksiyonuma. Zenit ve Pentax’ı Praktica, Mamiya, Vivitar ve diğerleri izledi. Her makinenin kendine has karakteri, tarihçesi ve harikulade kalitesi beni büyülemeye devam etti. Koleksiyon olunca, Range Finder makineler olmaz mı hiç. Rus Leice kopyaları FED 2, FED 1, ZORKI 2 ve çok sık kullandığım Canonet QL17 GIII eklendi koleksiyona.(Bu bölümü kısa geçiyorum. Çünkü, Rangefinder ve Rus makineler oldukça geniş konular olduğu için, bu makineler hakkında gelecek sayılarda ayrıca yazılar yazacağım.)
Ardından Canon FD Mount’lar (A-1, AE-1, AE-1 Program, FTB-QL) ve Pentax K Mount’lar (Ricoh XR10, Pentax K1000…) geldi. İki fotoğraf okulu öğrencisi klasiği Canon AE-1 Program ve Pentax K1000: | | | |
Canon AE-1 Program
| |
Pentax K1000
|
Koleksiyonuma zaman zaman modern makineler de ekledim. İlk başarılı otomatik fokus SLR olan Minolta 7000 ve plastik Canon Rebel TI’dan ziyade metal gövdeli Canon 630 yeni üyeler arasındaydı. Özellikle yirmiyi aşan yaşına rağmen, Minolta 7000’nin oto-fokus hızı ve ışık ölçerinin (light meter) kalitesinin Rebel TI’yla yarışması beni çok büyülemişti. (Bu aralar modern makine olarak onu taşıyorum yanımda) | | | |
Minolta 7000
| |
Canon EOS 630
|
Şu anda koleksiyonumda yetmişten fazla makine var ve sayıları her geçen gün artıyor. Bunların bazılarını ve tarihçelerini web siteme koymaya başladım. Şu etrafımızı saran süper Hi-Tech makinelerden uzaklaşıp bir nefes almak için geçmişi hatırlamak isterseniz: http://www.thePhotopia.com adresine gidebilirsiniz. Şimdi diyeceksiniz ki, "Nereden çıktı bu yazı? Teknoloji ve dijital çağ işimizi bu kadar kolaylaştırırken niye geçmiş bizi enterese etsin?". Günümüz teknolojisi fotoğrafçıya nispeten çok az hata payı bırakıyor ve sonuçları hemen gösteriyor. Bu, başta belirttiğim gibi beni de biraz ikileme itiyordu. Geçenlerde okuduğum bir yazıda yazarın, dijital makinelerin fotoğraf sanatına bazı açılardan zarar verdiğinden söz etmesi ve benim de aklımın bir köşesinde sürekli duran bu konularda hemfikir olması, beni bu yazıyı yazmaya teşvik etti. Evet, manual makineler hiç de kullanım açısından ideal değiller ama, bizi mükemmeli elde etmeye zorluyorlar. Sanırım ben kendimce iyi bir orta yol buldum. Artık yanımda en az iki makine taşıyorum; bir modern bir de klasik. Zamanınız varsa, tam manual modda bir klasik makineyi kullanarak kompozisyonunuzu yaratmanın zevkini hiçbir şey veremez. Modern makinemi de tamamen bir kenara koymadım. Zira, çok çabuk bir kaç poz çekmek istediğiniz de vazgeçilmezdirler. Canon Rebel’imi aldığımdan beri beni sürekli rahatsız eden “zaten makine her şeyi yapıyor, sen sadece deklanşöre bas” dürtüsüne bu şekilde yanıt buldum. Çünkü, markası ne olursa olsun, modern makineniz tüm manual modları desteklediği halde, çoğumuz (en azından ben) hiçbir zaman onu tamamen manual modda kullanmayız. Öte yandan, klasikler kendi çekicilikleriyle beni mükemmelliğe teşvik ediyorlar.
Saygılar efendim…
Yasar Burak Savak burak@savak.net
|