|
|
Ali Değer ile Söyleşi |
Meryem Akköse, Yağmur Dolkun ve Ş.Uğur Okçu |
|
| |
Ali Değer kimdir? Fotoğrafa ilginiz nasıl başladı? Bize biraz bunlardan bahseder misiniz?
Ben Konya/Beyşehir’liyim. 1953 doğumluyum. İlk ve ortaokulu Beyşehir’de okudum. Liseyi Konya’da okudum. Üniversiteye Ankara’da başladım ancak yarısında bıraktım. Ankara Fen Fakültesi Jeoloji bölümünü bıraktım. 1975 yılında üniversiteye girdim, 1977’de bıraktım. 1978’de askere gittim. 1980’de döndüm ve bir askeri fabrikada işe başladım. 9 yıl çalıştım o fabrikada. Oradan ayrıldım ve kendi işimi yapmaya başladım. İşte o zamandan beri de kendi işimi yapıyorum. Fotoğraf makinesi tamircisiyim.
Fotoğrafçılık amatör bir uğraş benim açımdan. Çocukluğumda, babamın memlekette bir karanlık odası vardı. 1930’lu yıllarda fotoğrafçılık yapmış babam. Sağlık memuruydu kendisi. Sağlık memuru olmadan önce birkaç yıl para kazanmak için fotoğrafçılık yapmış. 1930’lu yıllarda merdiven altına bir karanlık oda kurmuş, çok özel bir karanlık odaydı o. Karanlık odanın bir duvarı bahçeye açılıyordu. Bahçeye açılan bölümde bir delik vardı. İki tane makinesi varmış babamın. Körüklü makinelermiş bunlar. O zaman tabii film cama çekiliyordu. Henüz selülöz tabanlı film olmadığı için filmi cama çekiyorlarmış. Cam da yurt dışından geliyor zaten. O zamanın koşullarında çok kıymetli malzemeler bunlar. Babam, cama çektiği fotoğrafı deliğin oraya koyarak, karşı duvarda agrandisman yapmışlar. Yani makineyle çekiliyor, cam yıkandıktan sonra aynı makineye konuyor, güneş ışığında (belirli bir saatte) oraya gelen güneş ışığı karşı duvarda agrandisman yapılıyormuş, agrandizörü öyle yapmışlar. Elektrik olmadığı için. Çok küçük bir karanlık odaydı orası. Bir duvarında da kırmızı bir cam vardı. Zaten o zamanlar orta kromatik film kullanılıyordu. Camlar zaten orta kromatikti. Ben tabii çocukluğumda orayı gördüm. Orada fazla malzeme yoktu. Ama camlar filan vardı, negatifler vardı. Babam daha sonra o işin üzerinde durmamış fazla. Ben çocukken orada oynardım. Kırar, dökerdim tabii. Karanlık odayı orada tanıdım. Ama çok küçüktüm o zaman. İşte, 1960 yılındaydı yanılmıyorsam, ilkokula başlarken de bana bir makine alındı. Bir kutu makineydi. O kutu makineyle biraz siyah-beyaz fotoğraf çektim. Onları tabii fotoğrafçıya götürüp bastırıyorduk. Sonra ilkokul bitti. Ortaokuldayken Lubitel marka, üstten bakmalı bir makine alındı. Liseyi de Konya’da yatılı okudum. O Lubitel marka makineyle arkadaşlarımın fotoğrafını çekip bayağı bir para kazandım. Harçlığımı çıkardım. Hep siyah-beyaz çekerdik. O dönemlerde zaten renkli yoktu. Daha sonra renkli çıktı. Lubitel makineyle renkli de çektik ama bir tek İstanbul’da yapılabiliyordu. Filmi postayla İstanbul’a gönderiyorduk. Orada banyo ediliyordu, baskı yapılıyordu, çok kötü baskılardı bunlar.
Böylelikle 1960’lı yıllarda Konya’nın fotoğraftaki durumunu da yansıtmış oldunuz…
Konya’nın içindeki birçok fotoğrafçıyı tanıyordum tabii. O zamanlar çektiğimiz filmleri de onlara yıkatıyorduk. Yaz tatillerinde Beyşehir’e gittiğimde, babamın fotoğrafçı bir arkadaşı vardı, O’na yardıma giderdim. Fotoğrafları banyo ederdim. Yani orada tekniği öğrendim. Sonra kendim evde yapmaya başladım. Böyle devam etti işte… Lisede epey bir siyah-beyaz fotoğraf çektim ama bu arada lisede renkli dia filmleri filan çıktı. 1969-70’li yıllardı. Dia çekmeye başladım. Tabii ne görüyorsam çekiyordum. Dergi, mecmua ve kitap vb. yazılı doküman fazla yoktu o zamanlar. Konya’da bir fotoğraf derneği filan da yoktu. Ben üniversite için Ankara’ya geldiğimde fotoğraf kulübüyle tanıştım. O da Amerikan Kültür Derneği’nin bir fotoğraf kulübüydü. Bu derneğin karanlık odasını kullanıyordum. Haftanın belirli günlerinde bize veriyorlardı karanlık odayı. Kendi kimyasalımızı bidonla götürüyorduk oraya. Orada baskı yapıyorduk, çok iyi agrandizörleri vardı. Bu kulübün karanlık odası çok faydalı oldu bizim için. Teknik olarak çok iyi bir olanak sağladı bize. Bir de arkadaş grubum vardı. Siyah-beyaz epey bir fotoğraf yaptık orada. Bende fotoğraf merakı olduğu için, makine merakı da öyle başladı. Babam tayin olduğunda, sahip olduğu Zaiskon marka iki makineyi zengin bir arkadaşına rehin bırakmış. O’ndan para almış karşılığında yol parası yapmak için. Daha sonra babam bana bunu söyledi. Ben yanılmıyorsam ortaokuldaydım herhalde. Rehin verdiği arkadaşının adı Muharrem’miş. Muharrem amcaya gidelim, makineleri görelim dedim, evine gittik bir gün. Eski evleri bilir misiniz bilmiyorum. Raflar olur, oraya da tabak çanak gibi aletler koyarlar. Öyle yüksek bir yerdeydi makine. Ben makinelerin ikisini de gördüm raflarda. Fakat Muharrem amca bize makineleri vermedi. Babam rahmetli, para teklif ettiği halde alamadı makineyi. Muharrem amca makinelere dokunmamıza da izin vermedi. Ben o makinelere dokunamadım mesela. Belki bendeki makine biriktirme hevesi oradan gelmiş olabilir. Benim bilinçaltıma yerleşmiş bir şey bu sanki. Herhalde öyle oldu. Bundan sonra makine almaya başladım. Epeyce bir makine topladım. Fotoğraf tamiri merakıyla makine tamiri merakı birleşti. Askeri fabrikada da elektronik teknisyeni olarak çalıştım. Tabii bu işe biraz yatkınlığımız olduğu için. Böylece fotoğraf makinesi tamirciliğine başladım Ankara’da.
Babanız dolayısıyla fotoğrafa başladığınızı öğrendik… Öyle sanıyorum. Yani çocukluğumda gördüğüm için bu sanki dürtmüş beni. Hoşuma gitti yani o karanlık odanın havası, orada bir şeylerle ilgilenmek… Camlarla oynamak, görüntülerin oluşumunu izlemek çocukluğumda beni etkilemişti. Herhalde bunlar etkiledi. Makine biriktirmemin sebebini de babamın rehin verip de geri alamadığı o iki makineye bağlıyorum. O makineleri geri alamayınca çok üzülmüştüm. Bu kadar makine biriktirmemin sebebi de bu galiba.
| |
Peki, bu kadar makinaya nasıl eriştiniz? Yani teknoloji her geçen gün hızla gelişiyor. Makinalara nereden, nasıl ulaştınız? Birçok bağlantınız vardır herhalde şu anda. Makina biriktiren kişileri insanlar tanırlar. Bir makina satmak isteyen kişiler ilk önce onları ararlar değerinde gitsin diye. Bir de çok geziyoruz tabii. Hurdalıkları filan çok geziyoruz. Ankara’da İtfaiye Meydanı’nı geziyoruz. İstanbul’da Hayyami Çarşısı var. Yani yeterince kaynak var. Bir de bana “makinamı satmak istiyorum, alır mısın?” diye getiren insanlar çok oldu. Kimileri ihtiyaçtan dolayı, kimileri evde fazla bir eşya gibi görür ve getirirler bana. Öyle öyle birikti makinalar. Tabii ben bu makinaların tam değerlerini vererek aldım diyemem. Gerçi içlerinde tam değerini vererek aldıklarım da var ama birçoğunun fiyatı benim için çok uygun olmuştur. Çünkü ben bunlara çok para bağlayabilecek bir insan değilim. Bunları hep uygun bir şekilde aldım. Alamadığım çok makinalar da oldu. Onlara ilk anda üzüldük ama daha sonra alıştık.
| |
Bu makinaları ne yapmayı düşünüyorsunuz? Aslında bu makinalar bir müzeye konmalı.
Oğlum da çok ilgili makinalar konusunda. Fotoğraf ta çekiyor zaten. O’nun devam ettireceğini düşünüyorum.
| |
Peki, ortaokul ve liseyi Konya’da geçirdikten sonra Ankara’ya geliyorsunuz. Jeoloji Mühendisliğini yarıda bıraktıktan sonra burada bir dükkân açarak mı devam ediyorsunuz? Hayır, okulu bıraktıktan sonra askere gittim. Askerden geldikten sonra askeri fabrikada işe girdim. 5. Muhabere Ana Depo’da çalıştım. O zamanlar Etlik’teydi, şimdi Etimesgut’a taşındı. Aslında o zamanlarda da fotoğrafçılığı gene hobi düzeyinde yapıyordum. Makina da tamir ediyordum. Rahmetli Cevat Usta vardı, O’ndan makina alırdım. Getirir, evde tamir ederdim. Zaman zaman kendisinin dükkânında da yapardım. Her hafta yaptığım makinaları toplar götürürdüm, bunların yarı parasını bana verirdi. Ben O’na dışarıdan iş yapardım yani. Askerlik bittikten sonra (1980) tamirata başladım. Fabrikada elektronik üzerine çalışıyordum, ama fotoğraf makinası tamirlerini Cevat Usta’nın yanına giderek yapıyordum. İşte, 9 yıl bu fabrikada çalıştıktan sonra oradan ayrıldım ve 1989’da kendi dükkânımı açtım. Böylelikle işim tamamen bu oldu o tarihten sonra. Elektroniği, makina elektroniğine yönlendirdim. Fabrikadaki muharebe (haberleşme) elektroniğiydi. Farklıydı yani tamamıyla. Tamircilikte de makina elektroniğine yöneldik.
| |
Lisede Endüstri Meslek Lisesi gibi bir geçmişiniz var mı? Yoksa yalnızca babanızdan kaynaklanan bir merakla mı bu alana yönelik merakınızı geliştirdiniz? Hayır, ben düz liseyi bitirdim. Ama çocukluğumda elektriğe çok meraklıydım. Fotoğrafa olduğu kadar, elektriğe de çok ilgi duyuyordum. Daha sonra kendimi yetiştirdim. Bir sürü kitaplar aldım. Epeyce okudum yani. 1989’dan beri de bilfiil Kızılay’daki yerimde bu işe devam ediyorum.
| |
Etkilendiğiniz ya da yardımını aldığınız ustalar var mı?
Cevat Usta var. Az önce anlattım. Ama Cevat Usta benim ustalık anlamında ustam değildi, ben O’na yardım ettim. Küçük küçük şeyler öğretti bana tabii. Ama bunlar meslek öğrenme anlamında değildi. Ben bu mesleği kendi kendime öğrendim yani. Makineleri söküp takarak öğrendim. Meraklıydım. Bir de okumayı severim, çok şeyi okuyarak öğrendim.
Makinalara karşı bu ilgi ve sevgi nereden geliyor? Yani önce fotoğraf çekerek mi ilginiz başladı? Yoksa makinalara ilginizden dolayı mı fotoğraf çekmeye başladınız? Önce kutu makinam vardı. Sonra Lubitel-2 makinası alındı. Lubitel-2 makine çift refleks bir makinedir. Onun alttaki objektifini sökerek agrandizör yaptım kendime. O zamanlar şimdiki imkânlar yoktu. Fotoğraf çekiyordum, sonra objektifi söküp, agrandizöre takıp baskı yapıyordum. Agrandizörü de kendim yaptım, çok çabuk ısınırdı. Objektifi söküp agrandizöre takmak gibi şeyler makinaya yaklaştırıyor insanı, sistemin nasıl çalıştığını öğreniyorsunuz. Küçük yaşlarda, makinenin içini kurcalarken öğreniyorsunuz. O zamanlar babam meraklı bir insandı. Mesela kitaba verilen paraya helal olsun derdi. Evimizden gazete ve dergiler eksik olmazdı. Evimizde ilim ansiklopedisi vardı. Meraklı olduğum için oradan okuyup, makinayı de söke taka öğrendim yani. Bu arada iki yaz tatilinde, sanayide benzinli motorlar üzerine çalıştım. Yani benim tekniğe olan merakım sadece elektronikle sınırlı değil. Şu anda karbüratörlü bir motoru tamamen söküp yapabilirim.
1989’dan bu yana kendinize ait bir işyeriniz ve tecrübeniz var. Herhalde çok önemli isimlerle de çalışma şansınız olmuştur bu süreçte. Biraz bunlardan bahseder misiniz?
Dükkânıma çok gelenler var. Evimde asılı olan birçok fotoğraf, bana hediye edilmiştir. Makinasını yaptıktan sonra para almayıp, fotoğrafını istediğim insanlar olmuştur. Hoşlarına gidiyor onların da. “Fotoğraf meraklısı insan böyle olur” deyip, hemen getirip hediye ediyorlar. Bu tarz insanlarla çok diyaloğumuz ve arkadaşlıklarımız oldu. Yaşça bizden büyük olan ağabeylerimiz de var. Örneğin Mehmet Avcıdırlar vardı ama fotoğraf camiasında pek tanınmaz, rahmetli oldu kendisi. Benden yaşça çok büyüktü, Ankara’ya az gelirdi ama benim çok yakın dostum oldu. Ankara’ya geldiği zaman ilk benim dükkânıma gelirdi. Çok iyi fotoğrafları vardı. Mecbur kaldığı için İstanbul’da adamın birine verdi fotoğraflarını. Bilmiyorum bu adamın kim olduğunu. Daha sonra Mehmet Avcıdırlar’a kimse sahip çıkmadı. Antalya’da öldü gitti adam. Zaten kimsesi de yoktu. Mehmet Avcıdırlar fotoğrafta kaybolan bir insandı. Çektiği fotoğraflar günümüze kalmadı, birinin dolabında atılmış duruyordur ama adam kayboldu gitti.
Mustafa Türkyılmaz vardı. O da rahmetli oldu, beni çok severdi. O’nunla da birlikte gezilere gittik, çok rakı sohbetlerimiz olmuştur. Enteresan bir insandı O da.
Fotoğrafla uğraşan insanlar zaten bir şekilde benim dükkâna gelmiştir Ankara’da. Fotoğrafla uğraşan çok insan tanıdım böyle.
İki makinayı birbirine takıp panoramik bir makina yapmışsınız galiba, makinaları söküp yeni uyarlamalar yapıyormuşsunuz aynı zamanda. Bize biraz bunlardan bahsedebilir misiniz?
İki Nikon makinayı ortasından keserek 24-72 mm. panaromik bir makine yapıyorum. Filimle çalışan bir makina olacak. Bu makinayla ne kadar fotoğraf çekerim bilmiyorum ama benim için böyle bir makinayı yapmış olmak önemli bir şey. Aslında teknik olarak da iyi bir şey. Kimileri dijitalle çekip photoshop ile yapıştırdıklarını ve bunun panoramik olduğunu söylüyorlar. Hatta geçenlerde “Panoramik Paris” diye bir sergi vardı. Ama benim yapmaya çalıştığım şey bu değil tabii.
Ben mesela Canon’a uyumlu bir objektifi Nikon’a uygun hale getiriyorum. Ya da Laika’lar için objektif düzenlemesi yapıyorum. Bu şekilde bir sürü objektifim oldu. Yurt dışında bu tür yeni modifikasyonların meraklıları çok. Daha uçuk şeyler yapıyorlar orada. Böylece aslında dünyada başka eşi olmayan bir şey çıkartmış oluyorsunuz. Yashika’nın objektifini Laika’ya uyarladım ve çok iyi sonuç veriyor.
Şu an dükkânda tek başınıza mısınız? Yanınızda asistan olarak çalışıp, sizden bir şeyler öğrenmek isteyen kişiler oluyor mu?
Bir zamanlar böyle insanlar vardı yanıma gelip çalışmak isteyen ama Onlar işe başka türlü baktılar herhalde. Çok fazla bir şey öğrenmeden gittiler. Bir kalfam vardı, iki sene falan yanımda durdu ama işe çok hevesli olmadığı için günde iki-üç saat gelirdi.
Birisini yetiştirmek ister miydiniz?
İsterdim ama çok fazla da faydalı olamazdım belki. Çünkü artık bu sistemler bitiyor yavaş yavaş, tamircilik ölüyor yani. Biz artık son temsilcileriyiz. Bizden sonra tamircilik olmayacak herhalde.
Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Bir fotoğrafçı olarak mı görüyorsunuz, yoksa fotoğraf makinalarıyle uğraşan bir uzman olarak mı?
Karma bir şey aslında. Ben sadece amatör bir fotoğrafçıyım. İnsanların sadece dört tane fotoğraf çekip, fotoğrafçı kartviziti bastırmasına da kızıyorum. Fotoğrafın daha sanat olup olmadığını bile tartışmamız gerekirken adam kendisine fotoğraf sanatçısıyım diyor. Ben kendimi “iyi fotoğraf çekebilen bir insan” olarak tanımlıyorum. Fotoğraf çekerken kadrajına, ışığına, dengesine bakarım. Biraz uğraşırım üzerinde yani. Fotoğraf yarışmalarına karşı değilim ama bir sürü fotoğrafım olmasına rağmen bugüne kadar bir tek yarışmaya katılmadım mesela. Fotoğraf önce benim için olmalı. Ben kendim için fotoğraf çekiyorum.
| |
Bu soruyu sormamızın nedeni, daha çok fotoğrafın teknik kısmıyla ilgilenen bir kişi olarak akıllarda yer etmeniz. Ama biliyoruz ki fotoğraf adına da çalışmalarınız olmasına karşın bu yönünüzle çok tanınmış bir kişi değilsiniz…
Evet, aslında az önce de dediğim gibi ben amatör bir fotoğrafçıyım. Birkaç dia gösterisi yaptım. Teknik konularda söyleşilere katıldım. İnsanlar beni teknik yönümle tanıyorlar ama fotoğrafçı olarak tanımıyorlar. Çünkü ben fotoğraflarımı götürüp de her yere vermiyorum. Çok severek fotoğraf çekiyorum. İşten dolayı çok aktif olmasam da hala fotoğraf çekiyorum. Belki emekli olduktan sonra bunları toplarız, elimde bayağı bir arşiv oluştu çünkü.
| |
Neden Ali Değer’in fotoğrafçı yönünü çok tanıtmadınız?
Fotoğraf çok önemli bir şey ve çok yoğun uğraş gerektiriyor. Benim buna zamanım olmadı. Eğer zamanınız çok yoksa iyi fotoğraf yapamazsınız. İnsanlara da gösteremezsiniz. Zaman darlığından dolayı düzgün bir arşiv de oluşturamadım. Yoğun çalıştığım için bir tek Pazar günü tatil kalıyor. O nedenle de fazla zaman ayıramıyorum. Tamamen işi bıraktıktan sonra arşivi belki bir daha elden geçirip, fotoğraflarımı sistematik bir şekilde dizerim. Fotoğraf yalnızca gönül vermekle olmaz, aynı zamanda zamana bağlı bir şey.
Fotoğrafta daha çok ne üzerinde çalışıyorsunuz?
Ben daha çok insan fotoğrafları ve yaşamdan kesitler çekmeyi seviyorum. Doğayla da ilgileniyorum. Manzara fotoğrafları çekiyorum. Ama en çok ilgilendiğim konu insan.
Sizin “fotoğrafta belgeselcilik” tarafınız daha ağır basıyor gibi…
Evet, iki-üç yıldan beri sokakta oynayan çocukların yorumlarını çekiyorum. Zanaatlarla ilgili fotoğraflar çekiyorum.
Bu arada Derneklerle ve çeşitli fotoğraf kuruluşlarıyla ilişkileriniz devam ediyordur…
Fotoğraf Sanatı Kurumuna üyeyim ben. AFSAD’a da ara sıra gidip geliyorum. Ama son zamanlarda çok fazla zaman ayıramıyorum ama eskiden daha aktiftim.
FSK’ da ne tip çalışmalarınız var?
Birkaç defa dia gösterisi yaptım. Teknik konularda da ufak tefek yardımlarım oldu.
| |
Siz hem fotoğraf çekiyorsunuz, hem de fotoğraf makinalarını teknik anlamda en iyi bilen insanlardan birisiniz. Özellikle analog makinaları ki, elektronik ve dijital makineler üzerinde de çalışmalar yapabiliyorsunuz çok rahat. Buradan yaklaşırsak, fotoğraf makinalarındeki bu değişimi, Türkiye’nin dışa bağımlı yapısını da ön plana çıkararak biraz değerlendirir misiniz? Çünkü bu değişimi çok iyi görüyorsunuz, insanlar kullandıkları makinaları size getiriyorlar. Kulüp ve derneklerden de takip ediyorsunuzdur. Bu teknik değişim üzerinde biraz durabilir miyiz?
Teknoloji çok hızlı gelişiyor, tabii bu işin içinde olduğumuz için fark edemiyoruz. Ama biraz kenara çekilip baktığın zaman anlıyorsun. Az evvel cam filmlerden bahsettim. Oradan çok hızlı bir şekilde filme geçildi. Yani sarılabilir, kolay taşınabilen filme geçildi. Şimdi biz camı görmedik tabii çocukluğumuzda ama mesela roll filmi gördük. Makineler çok hantaldı. Ölçüm sistemleri falan da yoktu o zamanlar. Yani pozometre sistemleri yoktu. Ezbere yapılıyordu her şey. Makina teknolojisi çok hızlı gelişti. Mekanikten elektro-mekanik sisteme geçildi. Bu elektro-mekanik makinalar zamanlamayı elektronik olarak yapmaya başladı. Daha stabildir o makinalar yani. Önce sheet filme çeken makinalar, daha sonra roll filme çeken makinalar, daha sonra da o mekanik makinalar elektro-mekanik sisteme geçti. Yani yay ve bir saat düzeneğiyle değil de bir magnetin bırakıp çekmesiyle çalışan ve daha hassas zamanlama yapabilen makinalar ortaya çıktı. Daha sonra auto focus devreye girdi. Filimli makinalardan bahsediyorum. Bununla hemen hemen aynı zamanda görüntünün manyetik banda kayıt sistemleri gelişmeye başladı. Yani video kamera çıktı. Dijital kameranın aslı video kameradır. Yani dijital makinaların dedesi, manyetik banda kayıt yapabilen video kameralardır. Vidikom tüpleri vardı, büyüktü onlar, çok hantaldı. Daha sonra katetal CCD’leri yapılınca, film yerine onları koyarak hem kamerada hem de normal fotoğraf makinalarında dijital sisteme geçildi, bu çok hızlı gelişti. Tabii bilgisayarın gelişmesiyle ilgili bir olay bu. Fotoğraf adına iyi mi oldu? Şu anda pek de iyi oldu gibi görünmüyor. Çünkü insanları çok kolaycılığa alıştırdı. İnsanlar dijital makineyle çok fazla fotoğraf çekiyorlar ama belki analog makineyle çekseler çok daha titizlikle ve seçici davranarak fotoğraf çekeceklerdi. Şimdi geziye gidiyoruz mesela, gezide adam ben 900 kare fotoğraf çektim diyor. Ama fotoğraf çıkmıyor, yani pek de doğru fotoğraf üretilemiyor. Dijital bence iyi kullanılamıyor şu anda. Ben dijitale karşı filan değilim tabii. Dijital, kullanabilen için çok da iyi bir şey aslında. Kolay ve masrafı da fazla değil. Ama fotoğraf adına iyi değil. Şu aşamada çok karman çorman şeyler yapılmaya başlandı. Dijitalle çekilmiş bir sürü fotoğraf var ve bunların üzerinde çok fazla oynanıyor. Üzerinde fazla oynanması da fotoğrafı iyiye götürmüyor.
Acaba dijitale geçerken analog makina ile çekilen fotoğraf daha bir kıymet kazanabilir mi? Acaba analogla uğraşan insanlar hiç ortadan kaybolmayacak mı?
Dijital teknoloji çok uzun sürede gelişti. Kökeni video-kameralara dayanır. Dijital teknoloji geliştikten sonra filimli makinalarla fotoğraf çekenler bence bitmeyecek. Bunların sayıları çok azalacak ama analogla çekenler yine de devam edecek. Filim ve kart pahalanacak, teknik bir takım zorluklar olacak ama bazı insanlar bu işe devam edecekler. Bence filmle fotoğraf çekmek zor. Çok özen göstermeniz ve bayağı bir zaman harcamanız gerekiyor. Ama çok kaliteli fotoğraf yapmak da mümkün. Belirli bir kesim, sanıyorum siyah-beyaz fotoğrafa devam edecek. Yani mümkün değil bitmez. Üretimi de devam eder siyah-beyaz kartın, filmin, kimyasalın. Bu şekilde devam eder. Ama tabii dijitali de yadsıyamayız. Eğer bu işle uğraşıyorsa, bir fotoğrafçı tekniğe de uymak durumunda.
Bilgisayar teknolojisiyle paralel olarak makina teknolojisi de ilerliyor biliyorsunuz. Çektiğiniz fotoğrafın en iyi kompozisyonunu bir bilgisayar programı kendisi seçerek oluştursa, fotoğraftan bahsetmek mümkün olur mu? O zaman insana gerek kalmayacak ve belki de dijital fotoğrafı yapmamak daha iyi olacak…
Bence de dijital teknoloji böyle gelişecek. Ben 3-5 sene sonra compact makinelerin ortadan kalkacağını tahmin ediyorum. Bunların tamiratı da, kullanımı da olmayacak. Her şey telefonun içine girecek. Compact anlamda söylüyorum, refleks makineler devam edecek tabii. Çünkü refleks makinenin amacı farklı. Refleks makine olacak, bir de telefon olacak. Ses kayıt cihazı da, görüntü kaydı da telefonun içinde olacak. Teknoloji bu tarafa doğru gidiyor. Bu aynı zamanda komponenetlerin küçülmesini sağlayan nano teknolojiyle de ilgili bir şey. Bunu şimdi bile görmeye başladık. Mesela adam bir fotoğraf çekiyor ama üzerinde o kadar çok oynuyor ki artık bence o gerçek fotoğraf olmuyor. Artık hayal edileni bilgisayar ile yapıyor ve artık olay fotoğraf olmaktan çıkıyor bence. Photoshopla bir fotoğrafta kadraj düzeltmesi yapabilirsin, renk düzeltmesi de yapabilirsin ama aslına sadık kalman lazım. Ama perspektif düzeltmesi yapıyorsan ya da tamamen bozuyorsan, bence artık o bir fotoğraf değildir.
Zaten bu şekilde fotoğraf çekmeye gerek yok ki, photoshopda zaten hazır var. Şimdi photoshop benzeri programlarla, hiç fotoğraf çekmeden fotoğrafın aynısını üretebiliyorsunuz. Bu aslında biraz da işin kolaycılığı. Belki de fotoğrafta uzmanlaşamayanlar böyle yöntemler kullanıyorlar. Bu artık fotoğraf olmuyor ama, bu artık dijital bir görsel oluyor.
İşte ona sanal deniliyor. Neden sanal deniliyor? Çünkü sanalın hafızayla ilişkisi vardır. Hayatla ilgisi yoktur sanalın, insanın kafasıyla ilişkisi vardır. Sen kafanda kurduğun şeyi makinada canlandırınca sanal olur. Ama fotoğraf başka bir şey, önce kafanda canlandırman lazım. Ama Bresson ne diyor: “35 mm. objektif kullanacaksın” diyor, neden, çünkü “insanların yüzüne yaklaşmam lazım” diyor, “insanlarla aynı havayı koklamam lazım” diyor, “o atmosfer içinde çekmem lazım” diyor. Bence Bresson dünyada en büyük fotoğrafçılardan biridir. Adam önce iletişim kurmuş, sonra yanına kadar gidip 35 mm. ile çekmiş. Hayattan çok güzel anlar yakalamış. Şimdi örneğin Bresson’un fotoğrafları dijital çıktığında ölecek mi? Elbette hayır. Çünkü Bresson kendi başına bir ekol yaratmış. Mesela Eugene Smith de öyle. Bu fotoğrafçılar hep insanlarla bire bir ilişki kurarak, sanallık olmadan, yaşayarak fotoğraf çekmişlerdir. Zaten fotoğraf bence, o ortamın içinde yaşayarak olur. Hatta çok uzaktan ve insanların haberi olmadan çekilen fotoğrafların değeri düşer.
Bu fotoğrafa değişik bir açıdan bakış. Sonuçta fotoğrafın sanat olup olmaması da önemli değil. Bu konu çok tartışılıyor ama en önemlisi iyi bir fotoğraf çekebilmek. Belki sanattan daha iyi bir şey, belki sanattan daha kötü bir şey. Bunun önemi yok. Peki, bu dijital görüntüleri bir sanat olarak kabul edebilir miyiz?
Edebiliriz tabii ki. Mesela soyut olgusu. Bu resimde de var. Adam getiriyor, önüne bir şey koyuyor. Anlayamıyorsun yani. Kübizmde de var bu. Mesela bir resim portreymiş aslında da sen bakınca bir vazoya benzetiyorsun. Fotoğraf ise biraz daha farklı, fotoğrafta gerçeklik olması gerekiyor. Fotoğrafın bir mesajının olabilmesi ve karşı fotoğrafın onu anlayabilmesi için fotoğrafın mutlaka gerçek olması gerekiyor. Tabii sanal fotoğrafla sanat olur mu? Olabilir belki.
Biz sanal fotoğrafla soyut fotoğrafı birbirine karıştırmak istemiyoruz. Sanal söz konusu olduğunda mesela adam oturuyor bilgisayarın başına, Ali Değer’in görüntüsünü yapıyor. Bu bir fotoğraf değil. Tamamen sanal ortamda yaptığı görüntü, aslında gerçek bir görüntü. İşe bu yönden baktığımız zaman, tamamen bilgisayar ortamında yapılmış olan bu çalışmaya ne diyeceğiz? Buna bir şey diyemeyiz. Sanal ortamda üretilen bu görüntü ile fotoğrafın kulvarları çok farklı. Buna başka bir isim bulmak lazım. Onun ne olduğunu bilemem.
Ama bu sanal görüntü de sanat olabilir yani sonuçta?
Olabilir tabii ki. Sanat estetik bir şeydir, birine hitap eder, sanat olabilir. Ama ben şahsen fotoğrafta deneyselliğe karşı değilim. Deneysel çalışmaları çok da severim. Makina yapmam da deneysel bir şeydir. Ama fotoğrafta, adam açıyor photoshop programını, oradan buradan bir şeyler alıyor, ekliyor, çıkarıyor. Bu fotoğraf değil bence. Kolâj da değil bu, başka bir şey. Bilemiyorum onun anlamı nedir ama başka bir şey oluyor o. Bundan sonra da bu tarz çalışmalar yapılacak ama fotoğraf adına çok fazla değerleri olmayacak. Bir müddet sonra sönüp gider bunlar, unutulur yani. Şimdi mesela internetten bir sürü güzel fotoğraf indirip bakıyorsun ama hafızanda kaç kare kalabiliyor? Fotoğrafçılığın ve fotoğrafın çok önemli bir yönü var. Fotoğrafa baktığın zaman o fotoğrafı kafanda yazacaksın, o fotoğraftan yola çıkarak o fotoğrafçının tavrını anlayacaksın. Mesela Ara Güler’in hiç bilmediğin bir fotoğrafını gördüğünde, Ara Güler’in eski fotoğraflarını takip ettiysen, o fotoğrafın Ara Güler’e ait olduğunu yaklaşık olarak tahmin edebilirsin. Fotoğrafın böyle bir gizli tarafı da var yani. Yeni yapılan binlerce karman çorman şey insanların hafızasında kalmayacak. Bunlar güzel fotoğraflar ama bir müddet sonra silinip gidecek. Ara Güler de Bresson’ı takip eden bir fotoğrafçı ve “ben hayatta üç tane güzel fotoğraf çektiysem ne mutlu” diyor. Ama O’nun fotoğrafını gördüğünüz zaman, o fotoğrafların Ara Güler’e ait olduğunu anlıyorsunuz. O’nun birkaç fotoğrafı sembol olmuştur. İşte fotoğrafçılık böyle bir şeydir. Şimdi ise tuhaf bir şey oldu; dijitalde fotoğraf kıymetini yitiriyor. Çok güzel fotoğraflar da var tabii ama bakalım bu üretilenler yerini bulabilecek mi acaba? Yoksa iki gün sonra unutulur giderse, boşa giden bir çaba olmuş olur.
Türkiye’deki derneklerin bu konudaki tavırlarını nasıl buluyorsunuz?
İstanbul’da iyi çalışan ve bilgi iletişimleri çok iyi olan birkaç tane dernek var. İFSAK çok iyi fotoğrafçılar çıkardı. Ankara’da AFSAD ve FSK da ellerinden geleni yapıyorlar. Günümüzde fotoğraf dernekleri eskiye göre daha faydalı. Bizim gençliğimizde böyle fotoğraf derneklerine filan giremezdiniz. Fotoğraflarınızı alıp bakmazlardı bile. Fotoğraf okuma günleri gibi etkinlikler yoktu. Belirli birkaç isim yapmış kişilerin hâkimiyetindeydi. Şimdi ise dernek faaliyetlerine katılmak daha kolay. İsteyen herkes bu kuruluşlara gidebiliyor. Ama biraz daha karıştı işler. Filmden dijitale hızlı bir geçiş olması nedeniyle kolayca yapılan şeyleri, insanlar işte fotoğraf bu diye gösteriyorlar. Biraz dayatma var gibi sanki.
Yani dernekler bu konuda biraz yönlendirici mi oluyorlar?
Evet, biraz öyle. Eski fotoğraflar derneklerde yeterince tanıtılmıyor mesela. Dernekler bu konuda biraz pasif kaldılar. Arşivlerin çoğu açılmadı. Sergiye giderseniz fotoğrafları görebilirsiniz, ama daha sonra yapabileceğiniz bir şey yok. Fotoğraf da biraz tekrarla ilgili bir şey. Yani dergilere bakmak lazım, dünyada insanların neler yaptığını takip etmeniz lazım. Tekrar olmazsa unutursunuz bazı şeyleri.
Aslında tekrar konusunda internet iyi bir kaynak…
Evet, internet çok iyi bir kaynak. Eski, filmle çekilmiş fotoğraflar için de internet çok iyi bir kaynak. Birçok fotoğrafçıyı internetten takip edebiliyoruz. Bu insanların daha çabuk gelişmesini sağlıyor.
Üniversitelerin Fotoğraf bölümlerinde okuyan öğrenciler var. Ancak ülkemizde öğrenciler genellikle istedikleri bölüme göre değil de üniversite sınavında aldıkları puan doğrultusunda tercihlerini yapıyorlar. Ayrıca Türkiye’de fotoğraf biliyorsunuz pek para etmiyor. Para kazandırtmayan bir bölüme insanlar isteyerek girerler mi sizce? Özellikle Türkiye gibi para kazanmanın son derece önemli olduğu bir ülkede insanlar bu tür bir idealizm içinde bulunabilir mi?
Oluyor, bazı öyle idealist insanlar var ama birçoğu ilerisi için bir yatırım olarak görüyor. Fotoğraftan para kazanılmıyor ama para kazanan bir kesim de var. Sanatsal olarak düşünmezsek eğer, moda ve reklâm fotoğrafları para getiren alanlar. Ankara’da bu sektör çok az olduğu için biz pek bilmiyoruz ama bu sektör İstanbul’da çok fazladır. Bu konuda kendini çok iyi yetirtişmiş insanlar da var.
Fotoğrafın sanatsal yönüne bakmadan, para kazanma kaygısıyla yapılan fotoğraf eğitiminde derneklerin önemi biraz daha öne mi çıkıyor acaba? Dernekler, sanatsal açıdan fotoğrafa daha mı farklı bakıyorlar üniversitelerin fotoğraf bölümlerinden?
Bence farklı bakmıyorlar. Çünkü önemli olan sanatsal ya da değil, iyi fotoğraf çıkarmak ve bunun için gerekli bilgileri aktarmak. Bunu dernek de yapabilir, okul da. Ancak, dernekler amatörlerden oluşuyor. İşin içinde para kazanma kaygısı olmadığı için sanatsal kaygılar daha öne çıkıyor. Zaten sanatı insan para için yapmaz. Sanatta daha başka kaygılar vardır. Bu yüzden dernekler biraz daha sanatsal yöne ağırlık veriyorlar. Derneklerde olup, bu işe üniversitedekilerden çok daha fazla para yatıranlar var. İleri düzey amatörler var. Artık fotoğrafı bir yaşam tarzı yapmış insanlar var. Bir başka meslek yapıp, fotoğrafı da çok iyi yapan insanlar var.
Derneklerde amatör anlamda fotoğraf üretimi bu şekilde sağlanıyor ama derneklerin ürettikleri fotoğraflar para etmiyor. Sanatsal anlamda Türkiye’de fotoğrafın satın alınma alışkanlığı yok. Siz satın aldığınızı söylediniz. Peki, Türkiye’de fotoğrafın para etmemesinin nedenlerinden biri olarak fotoğraf yazarının olmamasını gösterebilir miyiz? Gazetelerde, dergilerde fotoğrafın ne olduğunu anlatan fotoğraf yazarları olsa, insanlar resim ve heykel gibi fotoğrafa da daha mı çok önem verir acaba?
Bu aslında kültürel bir mesele. İş yine “fotoğraf sanat mıdır, değil midir” tartışmasına geliyor. Fotoğrafın para etmesi için sanki fotoğrafın gerçekten sanat olması gerekiyor. Çoğu insan bir resmi yatırım amaçlı alıyor. Fotoğrafta da sanki böyle bir şey aranıyor gibi. Sanki, eğer fotoğraf sanat olursa ve para ederse, fotoğraf toplamaya başlayan insanlar olur gibi düşünülüyor. Ama insanlar amatörlükten uzaklaşıyor o zaman. Amatörlükten uzaklaşınca da sanattan uzaklaşmış oluyorsun zaten. Devlet politikasında da fotoğrafla ilgili bir şey yok. Bu konuda ülkemizde hiçbir şey yapılmadı. Müzeler kurulmadı biliyorsunuz. Fotoğrafa ilgi belki çocuklar ilkokuldayken verilebilir. Eğitilmiyor insanlar, fotoğrafın ne olduğu bilinmiyor. Çoğu kişi fotoğrafı hatıra fotoğrafından ibaret sayıyor. Fotoğraf makinesinin başka bir şekilde kullanılabileceğini bilmiyor. Türkiye’de fotoğrafın yaygınlaşabileceğini ve para edebileceğini sanmıyorum. Moda ve reklâm fotoğrafı hariç tabii. Onlar para eder.
Fakat fotoğrafın teklik sorunu da var. Resimde böyle bir sorun yok. Acaba insanlar bu yüzden mi çok çekinceli davranıyorlar fotoğrafa karşı?
Olabilir tabii. Fotoğraf fazla basılabildiği için böyle bir sorun fotoğrafta kaçınılmaz. Ama eğer iyi bir fotoğrafsa çok fazla çoğaltılması iyi bir şey değil bence. Bazı fotoğrafçılar sınırlı sayıda basıyor ve fotoğraflarını imzalıyorlarmış. Bazıları imha ediyormuş negatifini. Bu yaklaşım fotoğrafı değerlendirir biraz. Sahip olduğu şeyin herkeste olmadığını bilmek insanların hoşuna gidiyor. Tek olsa belki daha kıymetli olur. Ama fotoğrafın doğasında teklik yok. Sonuçta gerek film olsun gerekse dijital olsun, fotoğraf istendiği kadar çoğaltılmaya uygun ve tek olsun diye çok kısıtlayıcı yöntemlere başvurmak fotoğraftan uzaklaşılması sonucunu doğurabilir.
Fotoğraf kültüründe ne tip değişimler gözlemliyorsunuz?
Filmli dönemde hemen her evde fotoğraf albümleri vardı. Ama dijitale geçince fotoğrafların çok az bir kısmı basılmaya başlandı. Şimdi fotoğraflar ya CD’de duruyor, ya bir hard diskte kayıtlı duruyor. Albüm kalkmaya başladı ve fotoğraf kültüründe değişme oldu. Bu nedenle insanlar ileride fotoğraflarını bulamaz hale gelecekler. Hem dijitalle birlikte çekilen fotoğraf sayısındaki artış, hem de albüm kavramının ortadan kalkmaya başlamasından dolayı insanlar fotoğraflarını bulamayacaklar. Ama albüm bir ailenin yaşantısını çok iyi yansıtır ve belgeselciliğin çok güzel bir örneğidir. Eskiden albüm bir aile için özel bir şeydi. Herkese gösterilmezdi mesela. Ama şimdi hurdalıklara gittiğimde yerlerde bir sürü aile albümleri görüyorum. Üzülüyorum gerçekten. O albümleri muhafaza eden insanlar belki ölmüşlerdir ama bir akrabası bile muhafaza etmiyor. Belki yer işgal ettiğini düşünüp atıyorlar. Sanal ortamda fotoğrafların çok daha kolay kaybolacağını düşünüyorum. Atatürk’ün bir sürü fotoğrafı var mesela. Bunlar olmasaydı biz Atatürk’ü tanıyamazdık yani. Fotoğrafın belgeselcilik yönü çok önemliydi. Ama şimdi belgeselcilik yönü yavaş yavaş azalıyor.
Buradan şu sonucu çıkarabilir miyiz? Biz internette fotoğrafa bakıyoruz ama görmüyoruz. Aslında o fotoğrafın basılı ve büyük hali çok daha büyük bir zevk verir.
Bilmiyorum, ben belki eski kafalı düşünüyorumdur. Mesela sergide insanlara asarak gösteriyorsun ve kalıcı oluyor. Ama bir dia gösterisi yaptığın zaman o kadar kalıcı olmaz. Bazıları o anda görür ama unutuverir hemen. Çünkü görsel hafıza çok değişik bir şey. İnsan görse bile bunu hafızasına kaydetmeyebilir. Fotoğrafın eskiden böyle bir kalıcılığı vardı. Ayrıca fotoğraf dergileri azalıyor. Dijitalle ilgili çok fazla dergi çıkmıyor. Eskiden çok ciddi fotoğraf dergileri vardı ve bu iş çok daha ciddi bir şekilde yapılıyordu; bu bir sektördü. Fotoğraf baskısının azalması fotoğraf sektörünü öldürüyor. Bununla paralel olarak stüdyo fotoğrafçılığı da çok azalacak. Nazif Topçuoğlu’nun “Fotoğrafçılık Ölmedi Ama Kötü Kokuyor” diye kitabı var biliyorsunuz. Fotoğrafçılık kötü kokuyor gerçekten. Bazısı geliyor, dayatıyor. Öyle öyle gidiyor işte.
Sanal ortamda “Fotoğrafya” gibi bir derginin var olması insanlar tarafından nasıl karşılanabilir?
Bilgi aktarımının olması ve manipülasyon olmaması nedeniyle iyi bir şey olduğunu düşünüyorum. Bir iletişim bu. Çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ama fotoğrafların büyük baskılarını elimize alıp bakamamamız kötü bir şey olacak. Fotoğraflara belki yalnızca CD’den alıp bakacağız. Belki başka bir format olacak. Bilemeyiz tabii şimdiden. Hologramla çok uğraşıyorlar. Eğer hologram olursa fotoğrafın acaba durumu ne olacak. Şüpheli bir şey yani. Bence eski fotoğraflar daha değerli hale gelecek. Zaten bu fotoğraflar kalıcı hale gelmiş durumda.
Yani, hala netliğin ortada olmadığı bir geçiş döneminden geçiyoruz, öyle mi?
Evet, öyle bir dönemden geçiyoruz. Eskiden 8 mm. kamerayla çekim yapılırdı mesela. Çok pahalı bir şeydi o. Ondan sonra bir anda görüntünün manyetik banda kaydedilmesine dayanan video-kameralar çıkınca 8mm. kameralar ortadan kalktı. Geçenlerde siyah-beyaz 8 mm. filmlerden bir tane aldım. Orada mesela pikniğe gitmiş bir aileyi görüyorsunuz. Ne yiyorlar, ne içiyorlar, nasıl giyinmişler, arabaları nasıl vb. görme şansınız oluyor. Yani çok büyük bir belgesel olduğunu anlıyorsunuz. Görselliğin böyle bir yönü var. Yazmak ayrı bir şey. Yazarken başka türlü anlaşılabilirsiniz. Ama görsellikte daha büyük bir iletişim olanağı var.
İnsanlar bir şeyi çok yaptıkları zaman bir mide bulantısı, bir tiksinti geliyor insanın içinden. Acaba dijitalle de bu noktaya gelecek mi fotoğraf? Yani bir kirlenme mi var ortada? Evet, fotoğrafta bir kirlenme olduğu açıkça ortada. Hatta bence çok daha erken kusacak insanlar. Analogla yapılan fotoğrafta teknik çok zordur. Çekiminden basımına kadar belli bir özen göstermek gerekiyordu. İkisini aynı kefeye koymak çok zor gerçekten! İnsanlar kimyasal fotoğraf yaparken bir karenin içine neler gireceği ve neler çıkacağına dair bir özen gösteriyorlardı. Şimdi mesela bir geziye gidince adam 900 kare fotoğraf çekiyor. Mantıksız yani bu.
Ne yapacak yani 900 kareyi? Bakacak mı hepsine?
Bakacak, silecek.
Mümkün değil bakamaz, baksa da üzerinde durmadan bakacak.
Tabii, ama eskiden insanlar dialarını merak ederlerdi. Oturup bakarlardı. Dia filmini çekiyordun, zarfa koyuyordun. Bir ay sonra geri geliyordu. O bir ay, merak içinde bekliyordun. Dijitaldeki bu kadar kolaylık, fotoğrafa özensizlik getiriyor. Özenilmeyen fotoğraf da iyi fotoğraf olmaz. Yani bulantı yavaş yavaş geliyor.
Dijital fotoğrafı baskısını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dijital fotoğrafta baskı sorunu var. Baskı aşamasında hala kimyasal yöntemler kullanılıyor. Yine ışığa duyarlı bir kâğıda data-projeksiyon yöntemiyle bilgisayardan görüntü yansıtılıyor. Yine kimyasal aşamalardan geçiyor. Dijitalde de şu anda bu yöntem terk edilemedi. Sistem hala bunun üzerine kurulu. Ama yazıcıda basılan özel kâğıtlar var biliyorsunuz. Onlar çok iyi sonuç vermiyor. Termal kâğıtlarda da problem var. “1. Termal” kâğıtlarda görüntü çabuk uçuyordu, “2. Termal” kâğıtlarda durum biraz daha iyi. Eğer 100 yıl yaşayabilecek 3. termal kâğıtlar çıkarsa, herkes satın alır onları. Baskı yaptırmaya gitmeye gerek olmayacak. Kimyasal ve fotoğraf kartı da olmayacak. O zaman fotoğraf kartını hangi şirketler üretir bilmiyorum. Termal kâğıt teknolojisi ilerlerse, normal düzen bitecek.
Yeni düzenin gelmesi de bizi pek korkutmamalı. Yeni düzen ya da eski düzen değil de insanın kafasındakini üretmesi önemli herhalde.
Tabii ki önemli olan bu. Yöntem dijital olmuş, analog olmuş fark etmez. Eskiyle aynı şeyleri dijitalde de yapmak mümkün. Ben dijitali yadsımıyorum. Zaten yapmamız da lazım. Benim karşı olduğum şey karman çorman, çorba gibi fotoğrafların ortalıkta dolaşması. Aslında çorbanın da bir tadı vardır. Karşı karşıya olduğumuz tabloya çorba bile denemez.
Zaten tarihsel süreç iyi olanla olmayanı birbirinden ayıracaktır… Bu konuda aşırı kaygılı ya da umutsuz olmak gerekmiyor. Sonuçta fotoğraf teknolojiye bağımlı bir alan. Çünkü dijitalden önce de fotoğraf tekniğinde sürekli bir gelişim ve devrimsel bir çizgi var aslında. Dijitale geçişle birlikte üretim çoğaldı diye kalite düşmek zorunda değil. Sanki bu sürecin doğru bir yöne doğru evirilmesi için biraz daha zaman geçmesi gerekiyor gibi…
Tabii ki zaman içinde insanlar beğendiklerini öne çıkarıp kalıcı hale getirecekler. İşin tekniğinin kolaylaşması bir avantaj olarak da düşünülebilir. Kolay üretilen bir şey olması, daha az masraf gerektirmesi önemli avantajlar sağlıyor. Fotoğrafın toplumsallaşmasına da yardımcı oluyor.
Acaba gerçekten dijitalle fotoğraf üretmek daha mı kolay? Biraz da bunu tartışmak gerekiyor aslında…
Yöntem ne olursa olsun sonuca bakılacaktır. Dijitalle birlikte teknik daha kolaylaşmıştır ama söz konusu olan sanat fotoğrafının üretilmesi ise en nihayetinde sonuca bakmak gerekir. Dijitalle fotoğraf çekmek daha kolay ancak söz konusu olan fotoğraf üretmek ise, fotoğrafçıda biraz olsun estetik bir kaygı varsa fotoğrafı zaten yapması gerekiyor. Fotoğrafın çekilmesi teknik bir aşamadır. Önce fotoğrafı yapacak, üzerinde düşünecek, kurgulayacak, ben bu fotoğrafla ne vereceğim diye sorgulayacak. Bunu ister analog makineyle, ister dijitalle yapsın önemli değil. Hatta belki günün birinde fotoğraf makinaları da ortadan kalkacak. Makinaların yerini video-kameralar alacak. Arka arkaya gelen bir sürü görüntü arasından istenen kare seçilecek. Şimdi bu şekilde mi fotoğraf üretmek daha iyi, yoksa tek başına bir fotoğraf çekerken duyulan kaygıyı hissederek çekilen fotoğraf mı daha iyi olur? Bence fotoğrafçı biraz eziyet çekmeli. Çok eskiden çok büyük makinalar vardı. Onlarla 18x24 ebadında film çekilirdi. O film çok pahalıdır. Bu makinalarla ve o pahalı filmlerle fotoğraf çekmek için, adamın 40 defa bakması lazım. Bu nedenle insanlar çok özeniyorlardı. Adams’ın fotoğraflarının çok iyi olmasının nedeni yaptığı işe çok özenmesidir. Bir ağacın kökünü çekmiştir ama hafızalarda yet etmiştir fotoğrafı. Zone sistemini bulmuş ve uygulamıştır. O zamanlar bu sistem çok önemliydi. Tabii şimdi aynı şeyi dijitalle de çok rahat yapabiliyorsunuz. Şimdi film yaygın olarak kullanılsa, zone sistem yine öneminden bir şey kaybetmez. Gri skalasının hangi basamaklarda nereden nereye gideceğini bu sistemle yapmak zorundasınız. İşte zaten kimyasal fotoğrafın zor tarafı da bu. Bir sürü şeyi fotoğrafçının yapması lazım. Birini atlarsanız, fotoğraf bozuk olur. Bayat film kullanırsanız, yanlış pozlarsanız geriye dönüş yoktur. Diada kadrajınız bozuksa geriye dönüşünüz yoktur. Tüm bu unsurlar insanı bir çizgiye sokuyor, bir ihtimam göstermesini gerektiriyor. Şimdi bu tekniğe gerek yok. Şimdi adam alıp, çatır çatır çekiyor.
Makinalarla bu kadar çok uğraşan bir kişi olarak sizce fotoğrafta en önemli şey teknik mi, insan mı?
Bunların ikisi de birbirini destekleyen şeyler. Biri eksik olursa olmaz.
Fotoğrafta tekniğin rolü nedir size göre?
Ressamın fırçası olmasa resim yapamaz. Gerçi parmağıyla filan da çizebilir ama istediği gibi olmaz. Fotoğrafta da tekniğin rolü böyle bir şey. Tabii insan faktörü de çok önemli. Çünkü tekniğe yön verecek olan insandır. Bunlar birer araçtır. Bu aracın kendi kendine bir şey yapma şansı yok. Bunu alıp kendimiz şekillendiriyoruz ama eğer daha önce kafanda planladığın sistemli bir şey yaparsan iyi olur. Bazısı iyi fotoğraf olur, bazısı da sanatsal olur. Her fotoğrafta sanat olmaz.
Tekniğin rolünü çok abartmıyorsunuz yani?
Teknik çözülebilecek bir şey sonuçta ama teknik olmadan da bu iş olmaz yani. Tekniğe meraklı bir insan çözer. Eskiden film vardı, şimdi de bilgisayarda yapabiliyorsunuz. Teknik çözülebilir bir şey.
Türkiye’de fotoğrafçıların teknik yeterlilikleri konusunda ne düşünüyorsunuz? Tekniği çok iyi bilen fotoğrafçılarımız var. Teknik olarak Batı’dan daha aşağıda değiliz. Her şey var ve bu işi çok iyi bilen insanlar var. Yeni üretilen makinalar Avrupa ile eş zamanlı olarak Türkiye’ye de geliyor. Tekniği her insan öğrenebilir ama fotoğrafçılığı her insan öğrenemez.
Müzecilik konusunda neler düşünüyorsunuz?
Fotoğraf adına müzeler kurulması bence çok doğru bir yaklaşım. Bizim ulaşamadığımız bir sürü fotoğraf var. Fotoğraf müzeleri bu fotoğrafları görmek için bir olanak sunuyor. Müze olması bu fotoğrafların geleceğe aktarılması açısından da faydalı.
Müzelerde fotoğraf seçiminin nasıl yapılması gerekir? Çünkü fotoğraf tekliği olmayan bir şey ve üretilen çok fazla fotoğraf var. Nasıl karar vermek lazım, çünkü ya çok az fotoğraf almak lazım ya da çok fazla almak gerekmiyor mu? Böyle bir müzeye de hangarlar yetmez… Para da yetmez aslında. O yüzden seçerek almak, belirli kişilerin çalışmalarından örnekler almak daha doğru bir yaklaşım gibi geliyor bana.
Müzeler için fotoğraf seçimine kim, neye göre karar vermeli sizce? Bir jüri gibi bir şey olacak sonuçta. Bu anlamda küratörlük de tartışılabilir. Bir kişi değil de bir grubun seçimleri doğrultusunda olursa daha iyi olabilir. Bir kişiye bırakırsanız, O’nun anlayışı farklı olabilir.
Son olarak söylemek istedikleriniz?
Ben amatör olarak yaptığım için fotoğrafı çok seviyorum. Gençler fotoğrafla ilgilendiği zaman mutlu oluyorum. Gençlere teknik konularda yardımcı olmaya çalışıyorum. Gençlerin fotoğrafla daha çok ilgilenmesini diliyorum.
Çok teşekkür ederiz…
|
|
|
Ziyaretçi Sayısı:1001335
|
|