Çoğumuzun ilk saptadığı görüntüler, yakınlarımızın fotoğraflarıdır. Ailenin bir bireyi (çoğunlukla fotoğraf makinesinin sahibi), yeni doğmuş bir çocuk, bahçede güneşli bir pazar günü uyuklayan anneannemiz... Fotoğraf makinesi, burada yalnızca zamana bir çelme takmak için vardır ve makineyi kullananı “Bakın nasıl fotoğraf çekiyorum.” ile “Ne güzel fotoğraf çekmişsin!” söylemleri arasında konumlandırılabilecek, ânı saptama dışında her türlü kaygıdan uzak bir yaklaşıma karşılık gelmektedir. Buradaki en önemli kriterler ise netlik, doğru ışık ve fotoğrafın obje ile olan benzeşimidir. Fotoğrafın kullanılmaya başlandığı ilk yıllarda olduğu gibi çıkan her görüntü, bir gözbağcının çarpıcı bir oyunu gibi ilgiyle karşılanmaktadır.
Sally Mann, bugün kendine özgü biçemiyle Amerika kıtasının en sıradışı fotoğrafçılarından biri olarak kabul edilmektedir. Tüm yaşamı boyunca Virginia’daki Blue Ridge dağlarının eteklerinde huzur bulan Mann’in hem yaşamının hem de fotoğraflarının birer parçası olan çocukları Emmet, Jessie ve Virginia’nın olağan anları, günümüzde olağanüstü fotoğraflara dönüşmüştür.
Sally Mann’in dünyadaki fotografik konumunu belirleyen şey, elbetteki yalnızca çocuklarının fotoğraflarını çekmesi değildi. Aksine, bilinçaltının sessiz başkaldırısının, bir yabancılaştırma ögesine dönüşerek, o tarife gelmez fotoğrafları (o sonsuz anları) oluşturmasıydı.
1992 yılında Sally Mann’ın Immediate Family (Yakın Aile) sergisi açıldığında, aynı zamanda Aperture tarafından albüm olarak da yayımlanmış ve büyük ilgi görmüştü. Neydi Sally Mann’i diğer fotoğrafçılardan farklı kılan özellik ve bazı muhafazakar çevrelerin tepkilerine rağmen, onun Metropolitan Müzesi dahil olmak üzere, ülkenin birçok sergi salonunda fotoğraflarının sergilenmesi ve müzelere kabul edilmesinin altında yatan temel koşullar...
Geçtiğimiz yıl, sanata meraklı bir doktor arkadaşımla bir kitapçıda fotoğraf albümlerini karıştırıyorduk. Ona arka arkaya iki albüm gösterdim. İlki Diana Arbus’un Untitled; ikincisi de Sally Mann’in Immediate Family albümüydü. Tamamı zihinsel engelli insanların fotoğraflarından oluşan Untitled albümünü arkadaşım ilgiyle inceledi; fakat sıra Mann’in albümüne geldiğinde, tekniği ve estetiğiyle gerçekten kusursuz olan bu albümden inanılmaz bir biçimde rahatsız oldu. Çocukların bu fotoğraflarda “çıktığı/göründüğü” roller, bir kız çocuğu babası olan arkadaşımı, sinirli bir biçimde o kitabı yerine koymaya itmişti.
Sally Mann’in neredeyse tüm fotoğraflarının ardında, hüznü de aşan gizli bir ölüm çağrısı var gibidir. Bir korku filminin, tedirgin gelişim sahnelerine benzer Mann’in fotoğrafları. Bu dünyaya doymamış bir ruh, sanki ansızın gelecek ve o dingin ortamı cehenneme çevirecek; yakıp yıkacak ve sonra da geldiği gibi çekip gidecektir. Fırtına öncesi sessizlik, Mann’in fotoğraflarının ana atmosferini oluşturur. Oradaki durgun ânın süreç içindeki en güçlü sonuçlarından biri de, her an şiddetli bir fırtınanın çıkabileceği mesajıdır. Zaten Sally Mann de bu serisindeki fotoğraflarının “herkesin anıları ve korkuları ile ilgili olduğunu söylemektedir. Bu fotoğrafların sağlıklı çözümlemeleri, tarihi ve sosyolojik bir okumadan çok, psikoanalitik bir okumayı gerektirmektedir.
Diana Arbus (onu intihara kadar götürecek olan), ölümle iç içe yaşadığı için, ölümü bir korku olarak fotoğrafik düzleme indirgemedi. Sally Mann ise, biraz Pascal’ın son dönemlerini hatırlatan -“Bildiğim bir şey varsa, o da yakında ölecek olduğumdur”- bir yaklaşımla, kendi ve çocuklarının biliçaltında kısıtlı tuttuğu yokoluş olasıklıklarına karşı kendini efsunluyordu fotoğraflarında.
Ütopyaların kaybolduğu bir zamana tarihleniyor Mann’in fotoğrafları; ânın kendisinin ütopya olduğu, yaşanan –saptanan- andan, hiçbir şeyin daha büyük olamayacağı gerçeği. Bir ucuyla Pre-Raphaelitlerin yaşanan an gerçekliğiyle örtüşerek rölyef yapan yarı-doğru fotoğraflar.
Neredeyse Mann’in tüm fotoğraflarına başat olan duygu, sıcakla sarmalanmış tuhaf bir sıkıntıdır. Sıcaklık, objelerin çıplaklığı ya da açık renkli giysileriyle konuk olur fotoğraflara. Sıcaklık, yaşam, yaz ve güneş de demektir aynı zamanda. Ama çocukların ifadelerinde, sıcaklıktan gelen bu sıkıntının izlerini göremeyiz. Çocukların yüzlerinde, erken büyümüş çocukların hata yapıp karşılıklarını aldıkları andaki “acımadı ki!” ifadesi daha yoğun olarak kendini hissettirmektedir. Mann’in tüm önemli fotoğraflarındaki ifadelerde bunu görürüz.
Mann’in fotoğraflarındaki ışık, sıcaklığı iletmeyen bir ışıktır; güneş değil. Ayrıca kullandığı teknik, onun çektiği fotoğrafların her santimetrekaresini kurgulamasını kolaylaştırmaktadır. Sally Mann bu fotoğraflarının tümünü 8x10 inch (20x25cm) makine ile çekmekte ve alan derinliğini, fotoğrafı sürprizlere gebe bir teknik olarak kullanmaktadır. Teknik, anlatımın içinde bir alt dil olarak belirmektedir. Siyah ve beyazın detaysız kesinliğinden genelde uzak durarak grilerin getirdiği mesajlardan yararlanmaktadır Mann. Siyah-beyaz ve kontraslığı kullanmadan, adeta bazı sözcükleri kasıtlı olarak söylemeyerek, mesajı özellikle silik vermekte ve her yeni okumada izleyicilerin imgelemine daha çok şey bırakmaktadır. Sally Mann, orta ve koyu grilerle anlatımını gerçekleştirmektedir. Flu olarak kullanılmış da olsa, siyahlarında her zaman detaylar gözükmektedir.
Çocukluk, insanın yaşamında önemli bir yer tutmaktadır. Mann’in de –herkesin olduğu gibi- bir roman gibi kurguladığı bir çocukluğu vardır. Sally Mann, babasını Eugene Smith’in röportajındaki taşra doktoruna benzetmektedir. Yine anılarında babasının, özellikle annesinin yüreğini ağzına getirircesine spor arabayla hız yapma merakından söz etmektedir. Ailesi ateist olan Sally Mann, bu yüzden din derslerinde kardeşleriyle birlikte okulun koridorunda oturduğu günleri de ayrıntılarıyla hatırlamaktadır. Aileler, Noel için her tarafı süslerken; onların evlerindeki tek süs ise, yemek masasının üzerinde duran taşlaşmış köpek kakasından yapılmış küçük bir yılan heykelciğiymiş. İşte dinle olan bağlantı, yemek masasının üzerindeki dışkıdan yılan figürü; ister istemez akla Freud’u getirmiyor mu?
Korku filmlerinin bir çoğuna da baktığımızda, Hristiyan öğretileriyle çelişen, şeytana/vampire ya da kötü bir ruha haç tutan, kutsal su atan veya dua okuyan bir rahip, sıcak ve soğuk, sıkıntılı, her an bir şey olacakmış gibi bir hava ve birbirleriyle savaşan karşıt güçler ve ölüme varan savaşlar görmüyor muyuz?
Sally Mann, konuşmalarında “iyi fotoğrafların gerçek hikayeler anlatması gerekliliği”nin altını çizer ve oluşturduğu hikayelerin içinde genelde sevgi, öfke, ölüm, şehvet ve güzellik temaları olduğunu ve bu hikayeleri korkusuzca ve utanç duymadan anlattığını söyler. Çocuklarının giyinip soyunduğunu, vücutlarını boyadıklarını, poz verdiklerini ve diğer çocuklardan farksız karanlık nehre daldıklarını belirtir.
Ölüm yerçekimine dönüşmektedir Mann’in fotoğraflarında ve bu görüntüler, adeta dünyanın tüm nesnelerini (ve fotoğrafları okuyanları elbette), adına yaşam denen bir süreç aracılığı ile kendine doğru çekerler.
Sally Mann’in fotoğraflarındaki çocuklar, objektife birçok tuhaf olaya tanık olmuş büyükler gibi bakarlar. Kameranın arkasında anneleri olmasına rağmen, bakışları oradan geçen bir yabancı izliyor gibidir. Böylesine bir yabancılaşmanın arkasında, iyi yapılan rol (verilmiş poz) ile birlikte anne-çocuk ilişkisini böylesine başarılı yapan bir “genetik kod”dan da söz etmek mümkündür.
Sally Mann’in okumasını yaptığımız 1989 tarihli bu fotoğrafında da büyük kızı Jessie model olarak yer almaktadır. Karenin tam ortasında, yüzü bize dönük olan Jessie’nin sol elinde bir ciklet sigara vardır. Yine işaret parmağında yüzük bulunan aynı el, kızın bakışlarına mıhlanmış olan ifadeyle birlikte, fotoğrafın “punctum”u (delici ayrıntısı) olmak için yoğun bir mücadele vermektedir. Jessie’nin diğer elinde plastik kayışlı bir saat bulunmaktadır. Yüzünde ise, neredeyse görmüş geçirmiş bir hayat kadınının yorgun ve umutsuz ifadesi vardır. Jessie’nin kıyafeti, onun bakışlarından yola çıkarak bir yetişkin gibi düşündüğümüzde, geçmiş zamanların modası geçmiş elbiseleri gibidir. Bir yaşamın tecrübesi, diğer yaşamın acemiliğiyle dengelenmektedir adeta.
Fotoğrafın sol üst bölümünde yer alan sırıkların üzerindeki flu çocuk ise, sanki bahçeyi ara sıra yoklayan doğaüstü güçler tarafından esir alınmış durumdadır. En gerçekçi görülen kişi ise (kendisine verilen rolle ilgili olarak) fotoğrafın sağ alt köşesinde yer alan, yüzünü göremediğimiz küçük kızdır.
Öğelerin tümünün gerçek olması ve hiçbir fotoğraf oyunu olmamasına rağmen, bu fotoğrafın imgesi fantastik bir düzleme karşılık gelmektedir. Kızın fotoğrafın ortasında olması, fotoğrafa bir durgunluk vermiş, her ikisi de arkası dönük ve alan derinliğinin dışında kalan figürler de, birer belirsiz parantez gibi ana objeyi içine almıştır. Sağ üstte, ağaçların üzerinde görülen boşluk (gök), adeta fotoğraftaki sıkıntıyı dengelemeye çalışan ve ortama, hava değişimi sağlayan bir baca görevini yerine getirmektedir.
Mann, fotoğraflarında gerçek bir sanatçının yapması gerekeni yapıyor; hissettiklerini yaşadığı anlarla birleştirip göstermek istediği gibi iletiyor bizlere. Gizlerle gerçeklerin akrabalığını gözümüzün önüne seriyor. Kim ne derse desin, fotoğraflarında koruduğu hassas denge ve yarattığı atmosferle, anne-fotoğrafçı Sally Mann, kendine özgü fantastik bir söylemin öncüsü olmuş ve dünya fotoğraf tarihinde farklı bir atmosfer yaratmıştır. Onun, fotoğraflarında yer alan bir daha geri dönüşü imkansızmış gibi gözüken anlar, Herakleitos’u onaylarcasına aynı ırmakta iki kez yıkanamayacağımızın altını pek güzel çizmektedir.
Merih Akoğul