|
Fotoğrafçısı Bilinmiyor: Beyaz giysili ölü kız çocuğu, (dagerotip) 1845.
| |
“Büyümez Ölü Çocuklar”
Nazım Hikmet Kendi çocuğumun, fotoğrafları ilginçlikten çıkacak kadar büyüdüğü ve başkalarının çocuklarının fotoğraflarının da sıkıcı bir tekrara dönüşmeye başladığı bir yaşa geldiğimde ve milyonlarca fotoğraf gördükten sonra, “Çocuk Fotoğrafları” genel kategorisinde hala merakımı uyandıran iki ana türün kaldığını söyleyebilirim. Sanıyorum ki, üzerlerinde kafa yorup, tartışılabilecek birçok yönlerinin olması, bu fotoğrafların ilgimi çekmelerine, en az görsel özellikleri kadar neden oluyor. Önce bu iki tür nelerdir, kaba hatlarıyla anlatmalıyım, birincisinde ölüm, ikincisinde de bir tür cinsellik ağırlıklı olarak yer alıyor. Çocuk fotoğrafları bağlamında, tuhaf bir biçimde, bir noktadan sonra bu konuların örtüştüklerine şahit oluyoruz. Aslında cinsellik ve ölüm, geleneksel olarak, insanların basit bir düzeyde en fazla ilgisini çeken konulardır. Fakat her nedense, yakın çağlarda bu iki konu da terbiyeli insanlar için bir ölçüde ayıp ve tabu sayılmaya başladı, yerlerini çeşitli maddi kazanç konuları aldı. Gene de, insanın içgüdüsel olarak merak ettiği ana konular bunlar olsa gerek. Bu durumda, bir bakıma ben de, bu sayfalardaki fotoğrafları görünce zannedeceğiniz kadar anormal olmadığını kanıtlamaya çalışmış oluyorum. Aslında, çocuk fotoğrafçılığı bağlamında cinsellik ve ölümden söz etmeye kalkıp da tarihe baktığımız zaman her iki türün örneklerini de fotoğrafçılığın ilk zamanlarından itibaren görmeye başlıyoruz. Burada gözden kaçırmamamız gereken, çocukların yüz, yüz elli yıl kadar önce, “ileri Batı ülkelerinde” bile toplum içindeki yerleri ve rolleri. Çalışan çocuklar, erken ölümler, çeşitli hastalıklar, kızların evlenme yaşları, fahişelik kurumu, ergenlik kavramı, aile ve toplumsal yapının değişimi, sınıf farkları ve bir fotoğrafçılık tartışmasıyla ilgisiz sanabileceğimiz daha bir sürü şey burada gündeme geliyor. i. Başlangıçta...
Fotoğraflar üzerinde konuşmaya başlamadan önce, endüstri devriminin ve fotoğrafçılığın da ilk geliştiği yerler arasında önde gelen 19. yüzyıl İngiltere’sindeki gündelik yaşamı biraz olsun anlamaya çalışmamız gerekecek:
Kentlere göçün ve endüstrileşmenin neden olduğu büyük değişimin olumsuz etkileri özellikle düşük gelir grupları arasında görülmekteydi. En fazla zarara uğrayan da çocuklardı. 19. yüzyılın başında, çocukların çoğu son derece kötü koşullarda günde 16 saat çalışıyordu. Fotoğrafçılığın icat edildiği yıllarda yapılan “iyileştirmelerle” bu süre 11-18 yaş arasındaki çocuklar için en fazla 12 saate indirildi, 9-11 yaş arası ise çocuklar günde sadece 8 saat çalışacaktı. “Hayat kadınları”nın büyük çoğunluğu 15-22 yaş arasındaydı. Her altı aileden beşi sık sık afyon kullanıyordu, çocuk ölümlerinin önde gelen nedenlerinden biri de buydu. Endüstrileşmenin getirdiği hava ve su kirlenmesi, giderek gıdaya da karışan zehirli atıklarla birlikte çocuk ölümlerinin başka bir nedeniydi. Gerek fukaralıktan doğan beslenme bozukluklarından, gerek çalışma koşullarının zorluğundan, alt sınıflardaki kadınların sıhhatleri de kötüleşmekteydi. İstatistiklere göre, 19. yüzyıl başlarında bu kadınların boyları kısaldı ve kiloları azaldı, dolayısıyla da sıhhatli doğum yapmaları zorlaştı. Anneler ve çocuklar için kötü beslenme, kıtlık boyutlarına ulaşıyordu, 1850’li yıllarda Londra nüfusunun yarısından fazlası açlık tehdidi altındaydı. Çocuk hastalıkları kontrol dışında yayılıyordu, sık sık herkesi etkileyen kolera ve tifüs salgınları çıkıyordu.
İnsanlar çaresizlik içinde, çalışmak için büyük şehirlerde toplanıyordu; bunun sonucunda da, aile yapısı değişiyor, aileler parçalanıyordu. Çocuk ölümlerinin artmasıyla birlikte, ölen çocukların fotoğrafları aranır hale gelmişti. Ölü veya diri, torunların fotoğrafları kırsalda kalan büyüklere yollanabiliyordu, çocuk nasıl olsa “başka yerde” olunca fotoğraf her iki durumda da aynı işlevi görüyordu. Aileler geleneksel biçimde acının paylaşılmasına da ortak oluyorlardı. Ölüm henüz hayatın bir gerçeği olmaktan çıkmamıştı, fakat paylaşacak insanlar grubu -yakın hısımlar- dağılmaya başlamıştı. Gerçek “sümüklü çocuk fotoğrafları”nın ilk örnekleri olan sefil koşullardaki çocuk işçilerin fotoğrafları da bu sıralarda çekilmekteydi (zaten fotoğraflarla yapılabilecek, her şey, fotoğrafçılığın icadından sonraki ilk 40-50 yılda yapılmıştır). Sınıf atlamada teknoloji önemli bir araçtı, yeni bilgiler ve becerilere sahip olanlar bunu kullanarak geleneksel koşullarda kabul edilemeyecekleri çevrelere girebiliyorlardı (kıssadan hisse, bugün de, bilgisayar veya genetik öğrenin!). Aristokratların, zenginlerin çocuklarının fotoğraflarını çekmek, onlarla tanışıp, haşır neşir olmak için iyi bir bahaneydi. Bana göre, bütün bu nedenlerle çekilen sayısız çocuk fotoğrafından elimizde kalan ve bugün de ilginç sayabileceklerimiz, sayısız ölü çocuk fotoğrafından bazıları ile Lewis Carroll (1832-ı898) ve ]ulia Margaret Cameron (ı8ı5-ı879)’un kostümlü orta ve üst sınıftan çocukların fotoğraflarıdır. Bollaşan endüstri ürünlerinin gündelik hayatta yarattığı değişime karşı bir reaksiyon olarak ortaya çıkan romantik ideolojiye göre, çocukların doğanın elçileri olarak saf ve bozulmamış bir masumiyete sahip olduklarına inanılırdı. Çürümekte olan maddeci toplum düzeni içinde onların büyüdükçe bu değerlerini yitirdikleri varsayılırdı. Çocukluk “iyi” bir şeydi, fakat ne yazık ki büyüyünce bitiyordu. Peter Pan hikayesindeki gibi “zamanı durdurup hep Çocuk kalmak” biçiminde özetlenebilecek olan bu romantik hevesin ideal enstrümanı olarak fotoğrafçılık ortaya çıkmıştı. Çünkü fotoğraflar zamanı durdurmaktaydı, her fotoğraf bir anın ölümünü göstermekteydi. Negatif açıdan da, çocukluğun büyümeyle değil, ölüm ile sona erebileceği gerçeği ve bunun (da) fotoğraflanması söz konusu oluyordu. Ölüm, zamanı durdurmanın radikal bir yoluydu (!) Her iki halde de istenen olmuyor, “hep çocuk kalınamıyordu” fakat sadece çocukluğun “belgesi”, hatırası kalıyordu. Romantik argümanın bir hayalden öteye gidemeyeceği, çocukların aslında o kadar da saf ve masum olmadıkları, üstelik cinsel duygular bile taşıdıkları anlaşılınca, iyice ortaya çıktı. ii. Ölü Çocuk Fotoğrafları
Fotoğrafçılıktan önce de, 18. yüzyıl başlarından itibaren ölenlerin resimlerini yaptırmak giderek yaygınlaşan bir adetti. Özellikle ölen çocukların resimlerini yapmayı her ressam sürekli kazanç getiren bir iş olarak görürdü. Kısa zaman sonra, fotoğraflar portrecilik başta olmak üzere birçok alanda hızla resmin yerini alırken, ölü ressamlığı uzun süre ayrıcalıklı konumunu koruyabildi. Bunun başta gelen nedeni ölü bir özneye bakarak onun “hayattaymış gibi” resminin yapılabilmesiydi, fakat fotoğraflar en iyi olasılıkla ölüyü “uyuyormuş gibi” gösterebiliyorlardı. Bu gerçeğe -fazlasıyla- bağımlılık sorununu çözmek için, yatan ölü fotoğraflarını dikine paspartulamak gibi yöntemlere sık sık başvuruluyordu. Kimi zaman da, ölü çocuklar dikine oturtularak fotoğraflanıyorlardı. Kimi fotoğrafta da, çocuğun kapalı gözkapaklarının üzerine rötuşla gözlerin çizildiğine rastlarız. Ölülerin fotoğraflarının kolaylıkla çekilebildiği yerlerden birisi de savaş alanlarıydı. Kırım Savaşı ve Amerikan İç Savaşı, fotoğrafçılığın ilk uygulama alanı bulduğu savaşlardı. Fotoğrafçılar bu savaşlara askerlerle birlikte, onların evlerine hediye olarak yollayacakları portrelerini ve gazetelerdeki illüstrasyonların temelini oluşturacak olan ilk haber fotoğraflarını çekmek için gittiler. Savaşın hareketli anları henüz fotoğraflanamıyordu. Uzun pozlandırma gerektiren ilkel teknoloji için ölüler ideal öznelerdi. Kendi yurttaşlarının savaşta ölmüş, parçalanmış vücutlarını “gerçeği olduğu gibi” acımasızca yansıtan fotoğraflarda görmenin, sivil halkların morali üzerinde iyi bir etki yapmadığı kısa sürede anlaşıldı ve hemen sadece ölmüş “düşman askerlerinin” fotoğraflarının yayımlanmasına izin verilmeye başlandı. 1900’lerde, özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, ölü fotoğraflarına talep azaldı, gazeteler yaygınlaşmıştı, gerçek hayatta fazlasıyla ölüm ve ölüm resmi vardı. Bir yandan da doğal ömür uzamaktaydı, yaşam koşulları iyileşmekteydi. Günümüzde, ölü çocuklar -ve büyükler- kendi aileleri için artık pek fotoğraflanmıyor, bunun birkaç nedeni olmalı, bir kere artık o kadar sık ve erken ölmüyorlar, insanların sağken zaten birçok fotoğrafı çekilmiş oluyor, “ölünce bari bir fotoğrafı hatıra kalsın” demiyoruz. Onları doğal olarak, “canlı” hatırlamayı tercih ediyoruz. Zaten ölüm, günümüzde herkesin unutmaya çalıştığı bir gerçek. Üzerinde durulmuyor, konuşulmuyor, doğru dürüst yas bile tutulmuyor. “Kedi pisliğini örter gibi”‘ kapatıp geçiyoruz. Sanki ayıp bir şey, bir hata, bir eksiklik, yeteneksizlik neticesi. Bu modern anlayış, yakın zamanlarda ABD’de birçok ailenin ellerinde bulunan atalarının ölü fotoğraflarını, bir tür utanma duygusuyla olsa gerek, saklamalarına ve yer yer imha etmelerine yol açmıştı. Bu yüzden şimdi bu tür fotoğraflar daha az bulunuyor ve değerli sayılıyor.
| | | |
Fotoğrafçısı Bilinmiyor: Ölü çocuk, gözleri açık boyanmış (trintype) 1880.
|
Eskiden ölüme karşı belleğin yardımcısı olarak, aile ve yakın çevre içinde unutmamayı sağlayan ölü fotoğrafları, son zamanlarda yalnızca cinayet, trafik kazası, suikast gibi olaylarda geniş çevre, “‘toplum” için haber amaçlı olarak kullanılıyor. Tabii bunların çekiliş tarzları da değişik. Özel, kişisel düzeyde ölüm ile ilişkimiz yok denecek kadar az, ölümü düşünmeyi bile ihmal ediyoruz. Bu yüzden karşımıza çıkan eski ölü çocuk fotoğrafları, şimdi bize fazlasıyla ilginç geliyor. Hem nadir oldukları, hem de çocukları ölü olarak gösterdikleri için. Yaşama taze bir başlangıç olarak tasavvur ettiğimiz çocukların ölümüne geçmişteki gibi alışık değiliz. Bunlar tıbbi amaçla çekilmiş eski fotoğraflara benzer, birer olağandışı “klinik olay” olarak da ilgimizi çekiyor. Bir tür gerçeküstülük, tuhaflık ve eski teknolojinin, bize ait olmamasının verdiği güven hissiyle onlara bakıyoruz. Bu fotoğrafların sözünü ettiği, gösterdiği, kesinlikle başkalarının hastalığı, deformasyonu, ölümü, cesedi. Aramızda kavramsal mesafenin oluşturduğu zamanın patinası var. Bir başka “hoşluk” da bunların antika değeri taşımaları. 20. yüzyıl odalarımızda, sanatsal uğraşın güvenliği içinde onlara, kişisel ilişki içinde olmaksızın bakabilmemiz.
Modern zamanların ilginç ölü çocuk fotoğrafları örneklerini, sonsuz bir kaynak olan belge amaçlı fotoğraflar arasında bulabiliriz. Bunlardan ilk aklıma gelen, Lee Miller’ın İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde çektiği Leipzig Belediye Başkanı’nın ölü kızının fotoğrafı: Yumuşak bir ışık altında sanki uyuyormuş gibi, neredeyse bir stüdyo fotoğrafı kadar kontrollü, sükunet dolu. “Çok güzel dişleri vardı” diye not düşmüş Miller resmin yanına. Savaşın kaybedildiğini anlayan Başkan, karısı ve kızıyla birlikte müttefik orduları şehre girerken intihar etmiş. Aynı sahnenin bir haber fotoğrafçısı tarafından, estetize edilmeden çekilmiş düz bir fotoğrafı da vardır.
| | |
Fotoğrafçısı Bilinmiyor: Kanıtlar: Paula Magagna'yı öldürmekte kullanılan ip ve cesedinin üzerinde bulunan giyim eşyaları, New York Daily News, 1937
| |
Her iki fotoğrafta da kızın duruşu değişmemiş, aynı sırada, kıpırdatmadan çekmiş olmalılar. Ölü fotoğrafçıları ilanlar verirlermiş, cesetler çürümeye başlamadan hemen çekeriz, ister evinizde ister stüdyomuzda diye. Ölüm karşısındaki bu davranışın yapaylığını unutmadan, sahneyi hayal etmeye çalışalım: Kurtarıcı ABD ordusu Belediyeyi işgal ediyor, son derece güzel, zengin, maceraperest Lee Miller bir fotoğrafçı kılığında ve diğer sakalları uzamış savaş muhabirleri başkanın odasına girince intihar etmiş aileyle karşılaşıyorlar. “Pencerenin önünden çekiliri, lütfen şu perdeyi biraz açın, vs.” Kibar ve güzel bir kadına kim hayır diyebilir, savaş koşulların da bile. Zaten ceset görmeyi kanıksamış olmalılar.
İlk bakışta kızın ölü olduğunu tahmin edemiyoruz. Fakat bunu fark ettiğimiz zaman, Miller’in fotoğrafı ölümle aramızda aracısız bir yakınlık sağlıyor. “Belediye Başkanı’nın kızı” için zaman bitmiş, durmuş, “anın donması” zaman içinde yer alıyor. Fakat ölüm varsa bu sadece o kızın hayatıyla ilgili. Çünkü fotoğraf zamanı ve çürümeyi durduruyor, ölüyü zaman dışı bir görüntüye dönüştürüyor. Kız uyuyor olsaydı da, Miller aynı görüntüyü elde edebilir iniydi? O zaman aynı kesinlik söz konusu olmayacak mıydı? Fotoğraflar sadece gerçekte var olan bir nesnenin izi olarak kalmaya mahkumlar. İzin kaynağının fotoğraf çekildikten sonra başına neler geldiği bilinmez. Her fotoğraf sadece o anın geçtiğine, “öldüğüne” işaret eder.
| |
Lee Miller: Leipzig Belediye başkanının kızı, 1945
| |
Sonra, bir başka ölüm fotoğrafı, ölü çocuk yok, ama ondan kalanlar var. Hikayesini bildiğiniz zaman, belki de en etkileyici fotoğraf bu, tam bir momento mori. Dedektifçe bir akıl yürütme de olası, boğularak öldürülen küçük kızın üzerinde bulunan sadece ayakkabı ve çorapları, bir de boynuna dolanan ip. Herhalde olayın cinsel bir boyutu da vardı. Çocukcağız resimde görünmüyor, onun fotoğrafını çekebilmek için kameranın karşısında olması gerekli, ama ya ölümün. ..Ölümün fotoğrafını çekebilir misin?
| | |
Lewis Carroll: Beatrice Henley, 1862
| |
Geçenlerde memleketimizde basının ilgisini çeken, kafası taşla ezilen ve tecavüz edilen çocuk (önce hangisi olmuş?) örneğinde olduğu gibi, çocuk cinayetlerinde cinsel içerik de yer alabilir. Takıntılarımız arasında, “zayıf cins” sayılan kadınlara ve özellikle de kurban seçilen çocuklara karşı cinsel hakimiyet ön sıralarda gelir. Çocuklar genellikle kurbandırlar zaten, bilinen geleneksel örneklerde olduğu gibi: Hz. İbrahim çocuğunu kurban etmeye kalkar, Hz. Süleyman’ın hikayesinde annesi olduklarını ileri süren iki kadın, bir çocuğun kesilerek ikiye bölünmesi önerisiyle karşılaşınca, bunu kabul edenin gerçek anne olmadığı anlaşılır, “eti senin kemiği benim” klişesi dilimize işlemiştir, vs. Hayaletlerin, kötü ruhların çocukları aldatıp ele geçirmesi çok kolaydır. Fotoğrafçıysan ya da katilsen, çocuklar en kolay avlardır. Kolay kandırılır, kolay yenilirler. Kadınlardaki cinselliği, çocukluktan başlayarak kontrol etme isteği Viktorya çağından bu yana çeşitli yöntemlerle kendini göstermiştir. Gündelik hayatta olduğu kadar yaratıcı eylemlerde de bu amacı hedefleyen değişik kurallar, tanımlamalar ve sansür biçimleriyle karşılaşıldığını biliyoruz. Cinselliğin yadsınması ve baskı altında tutulması isteği zirve noktasını, cinsel objenin ancak ölerek erişebileceği mutlak edilgenlikte bulacaktır. Bu mantığa göre, en iyi çocuk ölü çocuk (büyümediği için masumiyetini korumuş), en iyi cinsellik en fazla kontrol edilebilendir. iii. Lewis Carroll ve ...
Çocuklar ve ölüm konusunda yerleşik romantik görüşleri irdelemesi açısından, ileride daha çok sözünü edeceğimiz Lewis Carroll’ın Alice hikayelerine bakabiliriz. “Through the Looking Glass”ta (Aynanın İçinden) yumurta biçimindeki karakter Humpty Dumpty ile Alice’in şu diyalogu özellikle ilginçtir: Humpty Dumpty ona yaşını sorunca Alice, “yedi yıl ve altı ay” diye cevap verir, bunun üzerine Humpty Dumpty, daha önceden bilseydi, yedide bırakmış olmasını tavsiye edeceğini söyler. Alice, “insan büyümeye engel olamaz ki” diye cevap verir. Rahatsız edici olan Humpty Dumpty’nin karşılığıdır: “Bir insan olamaz, herhalde. ..Ama iki kişi bunu becerebilir. Başka birisinin yardımıyla işi yedi de bırakabilirdin.
| |
Lewis Carroll: Xie Kitchin, şemsiyeyle uzanmış, 1876
| |
İlginç rastlantıdır ki, Nazım Hikmet’in atom bombasından yedi yıl sonra yazdığı savaş karşıtı, dokunaklı “Kız Çocuğu” adlı şiirinin Hiroşima’da ölen kahramanı da şöyle der: “Yedi yaşında bir kızım / Büyümez ölü çocuklar”.
| |
Lewia Carroll: Alice Grace Weld, "Kırmızı Şapkalı Kız" rolünde, 1857
| |
Carroll’ın dünyasında çocukluk üstün bir değer taşır. Büyümenin acı ve kaçınılmaz bir gerçek olduğu, büyüklerin davranışlarının çoğu zaman anlaşılmazlığı vurgulanır. Çocukların yapmacıksız özelliklerini takdirle karşılayan ve onların bakış açısından zekice gözlemlerle dolu olan bu kitaplar, çocukluğun kaybına ağıt niteliğindedir. Carroll, bir yandan da, büyüklerin dünyasındaki kuralları, sürekli dalga geçerek de olsa, öğreterek çocukları büyümeye hazırlar. Zaten Alice hikayeleri büyümenin acıları ve korkuları üzerine yazılmış en güzel fantezilerden biridir. Bu hikayelerde, zamanın ideallerinden farklı olarak, çocukların neredeyse “kötü” ve yaramaz olduğu yerler de vardır. Hikayelerin kahramanı olan Alice, tek başına kaybolduğu sihirli dünyalarda küçük bir kız çocuğundan beklenmeyecek kararlılığı ve cesareti göstererek kendini korumayı becerir ve sayısız gerçeküstü tehlikeyle zekası, mantığı ve terbiyeli davranışlarıyla, üstünü bile kirletmeden başa çıkar. Kişilik sahibi, dayanıklı ve mücadelecidir. Saflığı bile tartışılır. Büyümeyi ve cinselliğin kazanılmasını kaçınılmaz bir gerçek olarak gören Carroll, romantik düşünceye ironiyle bakar: “Çocuklar bu kadar masum, temiz ve iyiyseler, büyümeden ölsünler daha doğrudur!” kararı, bu ideolojinin Carroll tarafından salt mantık ile en uca götürülmüş halidir. iv. Küçük Kız Çocukları
Tarih boyunca kız çocuklarının cinselliği konusu değişik toplumlarda farklı biçimlerde algılanmış ve sürekli tartışmaya yol açmıştır. Bu bağlamda, hem kızların “korunmaya muhtaç” olmaları, hem de cinsel yönden kontrol altında tutulmalarının gerektiği tezleri gündeme gelmektedir. İngiltere’de fotoğrafçılığın icat edildiği yıllarda, kız çocukları için 12 olan evlenme yaşı, 1875’te 13’e, 1885 yılında ise ancak 16’ya yükseltilmişti. Gelecek yüzyılın hemen başlarında, Freud çocukların cinsel güce sahip olduklarını ve cinselliği hissedebildiklerini ileri sürecekti, fakat Viktorya çağında güçlenen orta sınıf onları küçük melekler olarak görmekte ısrar ediyordu. 20. yüzyıla ait olan “ergenlik” tanımı henüz ortaya çıkmamıştı. İçgüdüsel bir duygu olan cinselliğin, kimi zaman anlamını, nedenini bilmeden çocukların davranışlarını yönlendirdiği gözlemlense de, onun yok sayılması ve bastırılması tercih ediliyordu. Lewis Carroll 4-5 yaşlarındaki Alice Liddell ve ailesiyle tanıştıktan sonra fotoğraf çekmeye başlamıştı (1856). Alice’in en güzel resimlerini, o 7 yaşlarındayken çekti. Onun arkadaşlarıyla da iyi ilişkiler kurdu ve bu çocukları da modelleri arasına kattı. Aileler onun fotoğraflarında görülmezlerdi, en fazla küçük kız kardeşler vardı. Büyüklerin, erkeklerin dünyası “yok edilmiş”ti. Fotoğrafçı ister istemez seçici olmak zorundaydı. Bu fotoğraflarda yaratılan Carro11’ın sadece çocukların yaşadığı kendi dünyasıydı: Bir tür Hayali Harikalar Diyarı.
Lewis Carro11 küçük kız çocuklarından hoşlanır, onları arkadaşlık etmek için “büyüklere” tercih ederdi. Zayıf ve korunmasız yaratıklar olarak görmediği çocuklarla eşit düzeyde dostluklar kurardı. Fotoğraflarını çekme bahanesiyle aileleriyle tanışmaktan ve onların ait oldukları seçkin çevrelere girip sınıf atlamaktan da ayrıca haz duyardı.
| | |
Julia Margaret Cameron: "İlkbahar", Mayıs 1865. (Hz. İsa rolünde kız çocuğu)
| |
1862 yılında kahramanını Alice’ten esinlenerek yarattığı, Alis Harikalar Diyarında’yı Alice ve arkadaşlarına anlatmaya başlamıştı. Diğer yandan, kızın ailesi onun sürekli yakın ilgisinden hoşlanmadığını artık belli etmeye başladığından, bu çocukların eskisi kadar çok fotoğraflarını çekemiyordu. Günümüzde edebi dedektifler Carroll’ın Alice’in ailesiyle olan yakınlığında ve sürekli küçük kız çocuklarının fotoğraflarını çekmesinde hep bir art niyet aramışlardır. Onun küçük kızlara karşı pedofilik duygular beslediği aşağı yukarı yaygın kabul görmekteyse de, bunun dışında, sırasıyla, Alice’in ablasıyla, bakıcısıyla ve hatta annesiyle ilişkisini gizlemek için bu fotoğrafçılık maskesini taktığı ileri sürülmüştür. Ortada, bugün bile insanların merakını çeken, oldukça alışılmadık bir durumun olduğu görülmektedir. Kimine göre de, Carroll, erişkin kadınların cinselliğinden korktuğu için çocuklara yaklaşmaya çalışmıştır. Gerçekten de, Carroll’ın bilinen bir cinsel yaşamı yoktur, hiç evlenmemiştir. Küçük kız çocuklarına, “Lolita”daki Humbert Humbert’in aksine fiziksel tarafı ağır basmayan, özel bir ilgi duyduğu söylenebilir; en azından dikizci/gözlemci yanı gelişmiştir.
| |
Lewis Carroll:"(saçlarım) bir türlü düzelmiyor" 31 Temmuz 1863
| |
Fakat başka aileler, başka çocuklar da var. Caroll kimi ailelerle o kadar iyi ilişkiler kurmuştu ki, birkaç çocuğun çıplak fotoğraflarını bile çekmeyi başarmıştı. Her seferinde annenin gözü önünde, belki birer “melek” niyetiyle çekilmiş, fakat görebildiklerimde, daha çok bir “odalık” havasında olan fotoğraflardı bunlar. Carroll’ın günlüğüne bakarsak, ilk çıplak çocuk fotoğrafını 1867de çektiğini tahmin edebiliriz. Fakat bir de 1879 tarihli giyinik kız çocuğu fotoğrafı vardır ki, belki de en fazla cinsellik taşıyan budur. Daha önceleri Çinli kılığında çeşitli fotoğraflarını çektiği Xie’nin büyük kadınların alışılagelmiş “vamp” pozlarını taklit ettiği bir fotoğrafıdır bu. Carroll 1880’de 48 yaşındayken, çıplak kız çocuğu merakı, rivayete göre ufak bir skandala neden olunca, birdenbire fotoğraf çekmeyi bırakmıştır. Carroll’ın çıplak çocuk fotoğraflarının üxford’da gizli bir arşivde olduğu bilinir, birkaç yıl önce bunlardan dört adedinin yayımlanması tabii ki ufak bir sansasyon yaratmıştı. Bir başka rivayete göre de, bunların en azından bir kısmını imha etmiştir. Carroll’ın çağdaşı olan diğer kahramanımız Julia Margaret Cameron ise fotoğraf çekmeye başladığı zaman 50 yaşına yaklaşmıştı, yetişkin birkaç çocuğu, oldukça yaşlı bir de kocası vardı. Onun, küçük kız çocuklarının ara sıra yarı çıplak fotoğraflarını çekmesinin, Carroll gibi bekar bir erkeğin aynı işi yapmasından daha az tepki görmesi belki de bu nedendendir. Üstelik Cameron’un yüksek sanat niyetiyle fotoğrafla uğraştığı zamanında da kabul edilmişti. Kendisi dinsel ve edebi konulu fotoğraflar çeker, bunları artistik bir sunum içinde kullanırdı. Bir matematikçi, din adamı, yazar ve amatör fotoğrafçı olarak bilinen Carroll’ın, fotoğraflarını özellikle sanat eseri olarak görüp görmediğini bilmiyoruz. Onun yazdığı matematik kitaplarına bile, bugünkü şöhretini borçlu olduğu Alice hikayelerinden daha çok önem verdiği düşünülürse, sanat konusunu pek önemsemediği sonucuna varılabilir. v. Fotoğrafçılık
Cameron, mizansenlerini hazırladığı çeşitli tablolarında çevresindekileri, bu arada küçük kız çocuklarını da, çeşitli rollerde kullanmıştır. Onlar genellikle melekler veya masal kahramanları kılığına girseler de, arada Hz. İsa rolünde fakat kız çocuğu olarak göründükleri de olmuştur. Fotoğrafçılığı bir tür gösteri sanatı, performans, olarak gören Cameron‘un yönetmensel tavrından daha önce de söz etmiştim. Çocuklar da evcilik oyunlarını, düşsel maceralarını çoğunlukla buna benzer biçimlerde gerçekleştirirler; “Ben şu olayım sen de bu!” Bu fotoğraflar da, bir yaşlı teyzenin yönetiminde kılık değiştirerek sahnelenen hikayelerinin sonuçlarıdır.
| |
Julia Margaret Cameron: Melek, 1872
| |
Televizyon, radyo ve sinemadan önce, çocukların evlerde büyükler için müsamereler yapmaları adettendi. Hatta bu tür gösterilerin İngiliz sarayında bile çok sevildiği bilinirdi. İnsanların teatral kostümler içinde kurgusal karakterler olarak poz verdikleri “tablo” fotoğrafların 19. yüzyılda ayrı bir tarz olarak yaygınlık kazandığından söz edebiliriz. Cameron ‘un farkı, bu tarza biçimsel ve fotoğrafik katkısında ortaya çıkar. Cameron, kurgusal fotoğraflarında kullandığı kostüm ve mizansenlerle modellerini tamamıyla dönüştürür, onların “sınıfsal kökenleri” hakkında herhangi bir bilgi vermez. Sadece kişiliklerinin, tiplerinin, aldıkları rollere uygunluğu varsayılabilir, nasıl ki sinemada da falanca artist hareketli macera filminde, filancası da romantik komedilerde başarılı oluyorsa. Buna karşılık, Cameron ‘un çektiği yaşlı ve önemli adamların portreleri onların toplum içinde bilinen kimliklerini yücelterek yansıtır.
| |
Lewis Carroll: Alice Liddell dilenci çocuk rolünde, 1859
| |
Kendi başına bırakıldığı zaman, çağının konvansiyonel bir amatör portre fotoğrafçısı olmaktan ileri gidemeyen Carroll’ın üstün tarafı, yoğunlaştığı konu olan küçük kız çocukları fotoğraflarında pırıltılar saçarak ortaya çıkar.
| | | |
Julia Margaret Cameron: Pomona (alice Liddell) 1872
|
Fotoğrafçılığın bir performans olarak algılanması gerektiği öngörüsünü destekleyen unsurlara Carroll‘da, Cameron’dan farklı biçimde rastlarız: Özellikle çocuklarda cinselliğin varlığını kabul edersek, onların karşılarındaki fotoğrafçıyla da bu temelde bir güç dengesi kurma yarışında olacaklarını beklememiz gerekir. Carroll’ın, gerek sanatçı kişiliği, gerek küçük kız çocuklarına olan yadsınamaz zaafı yüzünden, katı yönetmensel tavırdan uzak olması, onun bu tür fotoğraflarında karşısındaki öznelerin etkinliğini artırır. Aralarında verimli bir alışveriş, karşılıklı etkileşim vardır. Burada Humbert Humbert -Lolita benzeri tahakküme dayanan otoriter bir ilişkiden söz edemeyiz; ne Lolita hikayesinde erkeğin yönlendirmesi ve zorlamasıyla başlayan orijinal ilişkiden, ne de zamanla, filmlerde de vurgulandığı gibi, çocuğun adamı kontrolüne almasından. Daha dengeli, demokratik bir ilişki var gibi geliyor Carroll ve küçük modelleri arasında, neticede bunlar sadece fotoğraflar. Cameron’da İse sorun emir-komuta zinciri içinde çözülüyordu, çocukların yalnızca uysallıkla itaatleri söz konusuydu. Fotoğrafı kuran, tasarlayan her ne kadar Carroll İse de, onu tahrik eden, fotoğrafın gerçekleştiği ana katkısı belirgin olan Alice, Xİe, Evelyn, her kimse, fotoğraf makinesinin karşısındaki çocuktur. Fotoğrafçı, onu yönlendiren ve gerektiği anda onun çocuklara özgü kendiliğindenlikle yarattığı durumu tespit eden kişidir. Bu resimleri ilgi çekici yapan bu anlık ifadelerde, çocukların çoğu kez yadsınamayan güçlü kişilik ve cinsel enerjilerinin aktarılmasıdır. Onlar çoğu zaman fotoğrafçının meraklı bakışını geriye yansıtarak gözlerini kaçırmadan neredeyse utanmazca doğrudan objektife bakarlar. Bu karşılıklı performansın geriliminin yükseldiği fotoğraflar, Carroll’ın en başarılı fotoğraflarıdır: “Dilenci Alice”, “Çinli Xie”, “Kırmızı Şapkalı Kız Agnes Grace Weld” gibi. Bunların ilkinde, Alice, hem masum hem de “görmüş geçirmiş” bir ifadeyle gözümüzün içine dik dik bakmaktadır. Yırtık pırtık yarı çıplak bir dilenci kıyafeti içinde, kendine güvenli bir pozda aynı zamanda hem korunmaya muhtaç hem de tehlikeli görünmeyi başarabilmiştir. Carroll’ın daha çok toplum içinde yer edinme kaygısıyla, kerhen çekmiş olduğu birçok tanınmış yetişkin insan portresi vasat ve tamamıyla poz verenin inisiyatifinde gerçekleşmiş görüntülerdir. Bunlarda fotoğrafçının, öznesiyle herhangi bir alışveriş için isteksizliği belirgindir. Carroll uzunca bir aradan sonra, 1870 yılında, Alice Liddell’in 18 yaşında canı sıkkın ve düşünceli bir genç kadın olarak, son portresini çekmiştir. Carroll’ın da artık ilgisi azalmış olmalıdır, bu fotoğrafı pek kendini vermeden çektiği tahmin edilebilir. Aralarındaki gerçek ve algılanan mesafe, kadrajdan da anlaşılacağı gibi, açılmıştır. Alice “uzakta” bir sandalyede oturmaktadır, çocuk fotoğraflarının aksine tam boyuyla çerçevenin içindedir ve ön plan boştur. Yüzünde de’ üzgün ve bıkkın bir ifade vardır. Bu fotoğraftaki Alice Liddell, Cameron’un iki yıl sonra çekeceği “Romalı meyveler ve ağaçların tanrıçası Pomona” rolündeki Alice Liddell’den ne kadar farklıdır (bunun nedeni belki de sadece konuya olan ilgi/ilgisizlik sorunu değil; Cameron belli bir üslubu ve tekniği olan, daha iyi bir fotoğrafçıydı da). Alice’in çocukluk fotoğraflarında da hissedilen ve Carroll’ı etkileyen güçlü kişiliği burada da karşımıza çıkar. O hala hükmedilecek, ezilip kenara atılabilecek bir genç kadın değildir.
| |
Alice Boughton: Çocuklar-çıplak, 1902
| |
vi. Tehlikeli Konular
Özellikle ABD’de, çocuk fotoğraflarındaki cinselliğin son zamanlarda sadece “çocukların cinsel tacizi” bağlamında ele alınması bu konuyu son derece hassas bir hale getirmiştir. Amatör fotoğraf laboratuarlarının, ufak çocuklara birazcık yakın ilgi gösterildiği resimleri basmayı reddettikleri ve yerine göre polise bile başvurdukları duyulmaktadır. Çocukların cinsel obje olarak kullanıldıkları varsayılan fotoğrafları çekenler ebeveynleri olsalar bile, bu davranış değişmemektedir. Aile içi cinsel taciz gerçeğinin yaygınlığının farkına varılması, bu konulara özel bir hassasiyet kazandırmıştır. Bu durumda, çocukların cinselliğiyle, bunu tamamen yadsımadan ve yok saymadan, yaşamda ve sanatta, doğru ve doğal, sıhhatli bir ilişkinin nasıl kurulabileceği, ana-babalar ve sanatçılar için merak kaynağı haline gelmiştir. Bir yandan da, çocuk cinselliğinin tam bir tabu haline gelmesi, sanatçıların ilgisini artırmıştır. Asıl merak edilen, çocuklarda cinsellik olmasının kendi başına “kötü” bir şey olup olmadığıdır. Bu noktadan hareketle, çocukların cinselliğini gösteren, ima eden fotoğraflar ve diğer sanatsal işlerin yasaklanıp yasaklanmaması tartışmaya açılmaktadır. Tabii ki unutulmaması gereken, çocukların cinselliğinden söz eden her sanat yapıtının, onları mutlaka “cinsel tacize” hedef yapmak gibi gizli bir amacı içermediğidir.
| | |
Edward Weston: Neil (fotoğrafçının oğlu), 1925
| |
Böyle bakınca, gördüğümüz kadarıyla Carroll’ın fotoğrafları masum ve iyi niyetli sayılamazlar mı? Cameron ‘:un son derece otoriter ve güdümlü bir biçimde çocukları kullanması sanki daha mı doğrudur? Carroll’ın fotoğraflarında zorlama yoktur, çocuklar iyi vakit geçirmektedirler. Cameron’dan farklı olarak Carroll’ın fotoğraflarında kız çocuklarının kendileri vardır, oynadıkları karakterler onların yerlerini almamışlardır. Alice Liddell’in hem bir sürü çocukluk fotoğrafı kalmıştır, hem de adına yüzyılın en iyi kitaplarından ikisi yazılmıştır. Carroll’ın, kızların birkaç çıplak resmini çekmesi pek anlaşılır bir şey değil gibi gelebilir bazılarına, ama bu dünyaya her türlü insan gerekir değil mi? vii. Son Zamanlarda Amerika Yüzyıl öncesine yaptığımız bu gezintiden sonra, insanın aklına kendi çocuklarının, kendi tarzlarında çıplak fotoğraflarını çeken, ABD’li birkaç önemli “modern” fotoğrafçı geliyor, nasılsa “çıplak” Batı sanatının standart konusu değil mi? Bunlar arasında Sally Mann ve Jock Sturges gibi yaşamını aile ve yakın çevrelerinin kusursuz çıplak fotoğraflarını çekmeye adamış günümüz sanatçıları var. Fakat onlardan şu sırada söz etmeyeceğim, çünkü aramızda henüz onlara rahatlıkla bakmamızı sağlayacak kadar “mesafe” yok ve üstelik onların fotoğrafları çok net. Gene de şu kadarını söylemeliyim ki, bu Amerikalı fotoğrafçıların çıplak ve çocuk konusuna yaklaşımlarını bu yazıda şimdiye kadar gördüklerimizden farklı bir gelenek yönlendirmektedir.
| | | |
Edward Weston: Neil (Alternatif kompozisyon), 1925
|
Endüstrileşme sürecini Avrupa’ya göre çok daha az acıyla geçiren ABD’nin özellikle Batı kıyısındaki fotoğrafçılar, 20. yüzyıl başlarında, doğaya karşı gelmeden, düzenli, uyumlu ve resimsi etki elde etmeyi amaçlayan bir yaklaşım geliştirişlerdi. Bu tarzın öncülerinden Alice Boughton’ın “pre-raphaelite” tatlar taşıyan karmaşık grup fotoğrafı bizim için iyi bir örnek oluşturacaktır. Onu günümüz fotoğraflarından ayıran, bilinçli netsizliği kadar, bizden gözlerini kaçıran çıplak çocukların mahcup tavırları ve pozlarındaki durağanlıktır. Bu kompozisyonda da cinselliği çağrıştıran öğelerle karşılaşırız. Birbirlerine iyice sokulmuş durumda son derece yakın duran çıplak vücutlar, kendi aralarında temas halinde olmaları nedeniyle de aklımıza ister istemez cinselliği getirirler. Birbirine yaslanan, dokunan çıplak çocuk vücutlarının yansıttığı cinsel enerjinin varlığını ancak tüm çocukların masum oldukları ön kabulüyle reddedebiliriz. Piktoriyalist ve doğalcı tavrın, modernleşmiş haliyle 1920’lerden başlayarak, Edward Weston’da zirvesine ulaştığından söz edilebilir. Onun da kurucuları arasında olduğu f/64 okulunun önde gelen özellikleri arasında olan dokunulmamış doğaya duyarlılık ve biçimsellik, çıplak çocuk fotoğraflarında da yönlendirici kaygıyı oluşturmuştur. Bu gruptaki fotoğrafçıların ortak noktaları, önceden düşünerek, büyük boy makineyle ve kusursuz bir teknikle, rastgele ve şipşak olmayan, hesaplı ve planlı fotoğraflar çekmeleridir.
| | |
Joel Meyerowitz: Ariel (fotoğrafçının kızı), 1982
| |
Weston ‘un öncelikli olarak ince bir biçimsel kaygıyla çektiği oğlu Neil’in birkaç çıplak fotoğrafı vardır ( 1925). Bunların en ünlüsünde çocuğun başı, kollan ve bacak1an çerçevenin dışında bırakılarak, eski Yunan heykellerini çağrıştıran bir soyutlaştırmaya gidilmiştir. Gövde neredeyse saydamlaşan ten dokusuyla, yumuşak tonların ilişkilerinin ve ışık gölge oyununun sahnesi olan mermersi bir yapıya dönüşür. Elinizi uzatıp dokunmak istersiniz. Bir başkasında objektifin yönü biraz aşağıya çevrilmiştir, çocuğun pipisi kadrajın ortasında yer alır, bu fotoğrafın çok yerde yayımlandığı söylenemez. Weston’un çıplakları ve stilllife’ları kimi zaman bu biçimselliğin içinde yüksek duyumsal tatlar da taşır. Tüm üçboyutluluğu, dokusu ve ağırlığıyla karşımızda duran obje/kişi, tabii aslında yalnızca bir fotoğrafa dönüşmüştür. Weston ‘un ve çocuklarının doğaya dönük yaşamları, her sabah erkenden yaptıkları soğuk okyanus banyoları, fındık fıstık rejimleri, vs., Weston’un çapkınlıkları kadar ünlüdür. Gerçekten de, yaşam felsefesiyle çıplak fotoğraflarındaki yaklaşımı uyum içindedir. Joel Meyerowitz f/64 tarzının günümüzdeki önde gelen mirasçıları arasında sayılabilir. 1970’lerde 20x25 cm’lik Deardorff’uyla Atlantik kıyısında genellikle akşamüstü ışığında çektiği inanılmaz yumuşaklık ve güzellikteki büyük boy fotoğraflarıyla tanınmıştır. Sanat piyasalarına renkli baskılan kabul ettiren ilk isimlerdendir. Meyerowitz’in benzeri ortamlarda tekniğini değiştirmeden çektiği portre serisinden bir örneğe bakabiliriz: Bu, 12 yaşındaki kızı Ariel’in uzun siyah saten çizmeleri dışında tamamen çıplak olarak (yukarıda sözünü ettiğim boğulan kızınkine benzer bir kıyafet) tam karşıdan görül,düğü, renkli bir fotoğraftır. Verdiği pozdan kızı tek başına sorumlu tutmamamız gerekir. Üstündekilerle, mimikleriyle en ufak ayrıntısına kadar hazırlanmış ve fotoğrafın muhtemelen birçok negatif arasından seçilmiş olduğuna eminim. Bir babanın kızını böyle Egon Mchiele’nin modellerini çağrıştıran bir kılıkta ve pozda, Vericolor’a özgü ateşli günbatımı renkleriyle herkesin önüne çıkartmasının nedenleri olmalıdır (ileride bu kız evlenmeyecek mi, kocası ne der?). Bu fotoğrafın, Alice’in bakışı gibi, bir meydan okuma, kendine güven içerdiği ileri sürülebilir. Fakat gene de, bir babanın sıhhatli ve kusursuz fiziksel özellikleriyle kızını gururla takdim edişinden fazla bir şeyler olduğu açıktır. Meyerowitz sanki, “ben böyle bir görüntüyü rahatlıkla sunabileceğim konumdayım ve benim toplumum bunu anlayışla karşılayacak kadar düzenli, bilgili, saygılı ve iyi niyetlidir. Onlar sanatı yaratıcılığı, fiziksel özellikleri olduğu kadar -belki daha fazla sadece kabul değil takdir bile ederler” demektedir. Kızın pozundaki kendine güven ve iyimserlik aslında fotoğrafçının tavrıdır. İçinde bulunduğu konuma olan güvenlik hissinin aktarılmasıdır. “Kararlı ve gururluyuz, istediğimizi, en iyi şekilde yapmaya çalışırız, ve sonuçta takdir de ediliriz.” Aile içi cinsel taciz ve çocuk pornografisi tartışmalarının yeni yeni hız kazandığı 980’li yılların başlarında Meyerowitz’in güçlü bir bildirisi olduğu düşünülmelidir.
| | |
Poul Helleu: Marcel Proust, post-mortem gravür, 1922
| |
Man Ray: Marcel Proust, post-mortem fotoğraf, 1922
| |
Bu fotoğrafta cinselliği çağrıştıran renk kullanımı, poz, çıplaklık gibi açık ve gizli unsurlar vardır. Kızın dimdik duran başparmağı gizlilere bir örnek olabilir. Meyerowitz kızının cinselliğini yadsımamaktadır, evet, o cinselliği olan bir varlıktır. Aynı zamanda daha gelişmemiş vücuduyla, yüzündeki muzip gülümsemesiyle gerçek bir çocuktur. 19. yüzyılın çokbilmiş kızlarıyla karşılaştırırsak, günümüz uygarlığının erişkinliğe geçiş süresini uzattığı tezini ciddiye almamızı gerektirecek ipuçlarını fotoğraflarda bulabiliriz. Bilindiği gibi, 20. yüzyılda hiçbir şeyin sabit ve kalıcı olmadığı, değişimin sürekliliği, sürecin önemi anlaşıldı. Aynı biçimde, fotoğrafların saptayabildiği de, iyi olasılıkla, süreçler olmalıydı. Bir fotoğraf değişimi ima ettiği ölçüde başarı kazanıyor, yaşamdaki gerilim ve heyecanı aktarabiliyordu.
| |
Theodore Miller: Lee Miller (fotoğrafçının kızı), 1 Temmuz 1928
| |
Meyerowitz bu fotoğrafta çocukluktan olgunluğa geçişi, büyüme sürecini tespit eder. Zamanı donduran fotoğrafı, çocukluğu değişmeyen bir durum olarak durdurmaz, onu yaşamın doğal bir aşaması olarak gösterir. Meyerowitz fotoğrafında, aynı anda çocukluğa ve erişkinliğe (kadınlığa) işaret eder ve bu geçiş sürecinin eşzamanlı olarak kızında bulunan tarif edici unsurlarını gösterir. Carroll’ınkine benzer bir tavır içinde, ileriye, doğal değişime iyimserlikle bakmaktadır. Fotoğrafın genel yaklaşımı bu olumluluğu içermektedir, kızın yüz ifadesi, vücut dili, renkler, açık deniz, sonsuz ufuk, vs. gibi. Çocukluk iyi ve güzeldir ama, bu erişkinlikten (yani, cinsellikten de) çekinmemizi gerektirmez. Çocukluğun sonuna umutla bakmalıyız. viii. Post Scriptum
Bu yazıdaki düşünceleri toparlamak için, Marcel Proust’un, edebiyattaki, büyüme sorunu en üst düzeyde olan karakterlerden olan, “anneciğim çok hastayım, beni öpmezsen uyuyamam” diyen ve gerçekten de uyumadan onu bekleyen, kahramanının hastalıklı çocukluğundan söz etmek isterdim. Üstelik bu bahaneyle Proust’un Man Ray tarafından ölüm yatağında çekilmiş bir fotoğrafının varolduğunu da hatırlatabilirim. 1922 yılında çekilen bu fotoğraf, belki de sansasyonel olmayan en son ünlü ölü fotoğraflarından biridir. Proust’un sadık hizmetçisi Celeste’e göre, Proust’un ölümünün ertesi günü, dostlarından Heleu adlı yaşlı bir ressam gelip onun ölüsü üzerinde bir gravür için çalışır, sonra da bir başkası karakalem eskiz yapar. Bunların arkasından da, o sırada Paris ‘te fotoğrafçılıkla geçimini sağlayan, genç Amerikalı sanatçı Man Ray gelip Proust’un ellerinin ve profilden yüzünün fotoğrafını çeker. Onun fotoğrafıyla Heleu’nün gravürü arasındaki benzerlik bizi şaşırtmamalıdır. İkinci Dünya Savaşı sonunda, yukarıda sözünü ettiğim ölü Alman kızının resmini çekecek olan Lee Miller’in Paris’e gelmesine ise, henüz yedi-sekiz yıl vardır. Miller, Man Ray’in asistanı olacak ve onlar sanat tarihine geçen büyük bir aşk yaşayacaklardır. Son söz olarak da, Lee Miller’in ne kadar güzel ve sıhhatli bir genç kız olduğunu, o henüz 21 yaşındayken babasının iftiharla çektiğini tahmin ettiğim çıplak fotoğrafında görebileceğinizi hatırlatmalıyım. Meyerowitz’e ve diğerlerine gereken göndermeleri yapmak da size ait olsun!
* Bu yazı, Nazif Topçuoğlu'nun "Fotoğraf Ölmedi Ama Tuhaf Kokuyor" isimli kitabından alınmıştır. (2.Baskı: İstanbul, Ekim 2003 Yapı Kredi Yayınları Sh:59-84) Yapı Kredi Yayınları'na verdikleri izin ve Nazif Topçuoğlu'na katkılarından dolayı teşekkür ediyoruz.
|