Gülüyorum; öyleyse işin içindeyim.
Gülüyorum; öyleyse aklıselim ve sorumluyum.
Donna Haraway
Yeryüzü ana Demeter’in Proserpina adlı güzel bir kızı varmış. Bir gün çayırlarda koşup oynamakta olan Proserpina kendine özgü, diri bir çiçeğe rastlamış ve onun sevimli yüzünü avuçlamak için uzanmış. Birden bire yer sarsılmaya başlamış ve toprak, dev gibi zikzaklar çizerek yarılmış. Yeryüzünün derinlerinden yukarıya doğru Hades çıkarak Proserpina’yı yakalayıp arabasına almış. Proserpina’yı hiçbir yerde bulamayan Demeter aylar süren arayışı sonucunda kızmış, ağlamış, bağırmış, sormuş, her yeryüzü oluşumunun altını, üstünü araştırmış, merhamet dilemiş, ölmek istemiş, ama ne yaparsa yapsın kızını bulamamış. Ve her şeye sonsuza dek büyüme gücü veren Demeter üzüntüyle bağırarak dünyanın bütün üretken tarlalarına lanet etmiş: “Ölün, ölün, ölün!”
Demeter’in laneti sonucu çocuklar doğmamış; buğdaylar, çiçekler, ağaçlar büyümemiş. Bir süre sonra hiçbir sonuç vermeyen yığınla soru, yakarış ve hadiseden sonra nihayet tanınmadığı bir köyde, bir duvarın dibine çökmüş. Ve sancıyan bedenini, duvarın soğuk taşına dayarken bir kadın görünmüş; daha doğrusu kadın gibi biri… Kalçalarını cinsel ilişkiyi çağrıştıran bir şekilde oynatarak ve göğüslerini sallayarak Demeter’in yanına kadar dans ederek gelmiş bu büyülü, sıra dışı kadın. Onu gördüğünde hafiften gülümsemekten kendini alamamış Demeter. Kadının başı yokmuş, gözleri göğüs uçlarında, ağzı da vulvasındaymış. Bu sevimli ağız sayesinde Demeter’i güzel, hoş, ilginç şakalarla eğlendirmeye başlamış. Derken gülümsemesi kıkırdamaya, kahkahaya dönüşmüş Demeter’in. Karından gelen koca bir kahkaha atmış ve iki kadın birlikte gülmüşler; güçlü anne tanrıça Demeter ve küçük karın tanrıçası Baubo…
Demeter’i depresyondan kurtaran ve kızını aramaya devam etmesini sağlayan eylem, gülme olmuş. Proserpina nihayet annesine kavuşmuş, dünya, topraklar ve kadınların karınları yeniden serpilip büyümüş.
Kadına içsel enerjisini veren güçtür kahkaha, aynı zamanda cinsel bir eylemdir. Kadınlar, bir konuyu açmak, üzüntülerini hafifletmek, güldürmek ve psişede ters giden bir şeyi düzeltmek amacıyla cinselliği, şehveti kullanmış olan gerek mitolojik, gerekse gerçek kadınların serüvenlerini işitince önce gülümser, sonra da kahkahayı basarlar. Katarsisin özgür kılma etkisine sahiptir kahkaha. Kitonyen, anaç ve şehevi doğasının yanı sıra mizah, kadınların silahı ve ayakta kalmak için kullandıkları bir taktik, akıl sağlığının bir teminatıdır. Yaratıcı özü kadar bozguncu potansiyeli de kullanılır kadınlar tarafından gülmenin. Her ne kadar kadına özgü, müstehcen, aşağılayıcı, edepsiz bir edim olarak görülse ve “karı gibi gülme”nin erkekliği bozacağı iddia edilse de kimi eril kültürlerde, yıllar yılı kadınlara yasaklı bir alan olur mizah. İnsanbilimci Mahadev Apte, kadınları kamu önünde ve çoğu zaman özel yaşamlarında espri yapmaktan alıkoyan dezavantajları şöyle sıralar:
“Kadınların mizahı, cinsiyetler arasındaki mevcut eşitsizliği yansıtır; öze ilişkin bir eşitsizlikten çok mizahın gerçekleşmesi üzerindeki, kullanılan teknikler üzerindeki, mizahın gerçekleştiği toplumsal ortamlar üzerindeki ve mizahı değerlendiren seyirci üzerindeki kısıtlamalar söz konusudur. Her durumda değilse de genel olarak bu kısıtlamalar erkek üstünlüğüyle egemenliğini ve kadın edilgenliğini vurgulayan ve kadınlar için bu değer ve tutumlara uygun modeller yaratan egemen kültür değerlerinden kaynaklanır.”
Fıkra anlatımındaki cinsiyet ayrımı dile de yansımış durumda. İngilizce grammar (dilbilgisi) ve glamour (cezbetmek) sözcüklerinin Latincedeki kökü aynıdır ve “büyü” anlamına gelir. Fakat bu sözcükler birbirinden ayrılarak farklı yönlerde yol almıştır. Grammar, doğru cümle yapılarını kurarak, glamour ise oynak bir bakış atarak büyü yapmaktır. İlki okuryazarlığa, ikincisi ise sözelliğe aittir, biri derinlik ifade eder diğeri kışkırtıcıdır.
Büyü demişken bir parantez açmak istiyorum. Marguerite Yourcenar, “Kara Büyü” adlı öyküsünde, kahkahanın vahşi gücünü kullanır. Kendisine büyü yapılmış olduğu için veremli olan Amande’ın çevresinde cereyan eden büyü bozma ayini, her şeyden önce safdil kadınların bir erkeğin, “büyü bozucu” Cattaneo d’Aigues’in etrafında toplanmasıdır. Kadınlardan biri, Algenare telaşı ve inkârlarıyla kendini ele verir bir süre sonra. Büyüyü yapan ta kendisidir. Bunu nasıl başarmıştır? Sadece isteyerek. Kadınların çemberinden çıkmayı başaran, bu yüzden de Yourcenar’ın nükteli bir şekilde hayranlığını belli ettiği kadın olsa olsa bir cadı olabilir. Anlatı da kadının bir cadıya evrilişiyle nihayetlenir zaten:
“Son sağanak yağmurdan kalan bir su birikintisinin önünde durup aydınlık bir pencereden gelen ışığın altında yüzünü seçmek için eğildi ve birdenbire gülmeye başladı. Kendinden beklemediği vahşi bir kahkahayla, değiştiği, daha doğrusu kendini bulduğu konusunda onu her şeyden çok ikna eden bir kötülükle gülüyordu. Sadece yüreği değil, onun için dünyanın görünüşü de değişmişti: Bir avluda unutulmuş bir süpürge, bluzundaki bir iğne, bir ahır duvarının ötesinden duyulan bir keçinin melemesi artık ona gündelik hayatın alışılmış, basit hareketlerini değil, bir büyücülük ve Şabat ayini sahnelerini hatırlatıyordu. Ve gece havasını içine daha iyi çekmek için başını geriye attığında, yıldızlar onun için, büyük titrek çizgilerle, cadı alfabesinin dev harflerini çiziyordu.”
Kadınların cadı olarak yaftalanıp yakıldığı Ortaçağda, fıkralar da erkeklerdense kadınların dilinde yer alırmış. Bu gerçek, okuryazarlık tarihinin en önemli ancak en gizli yönlerinden birine, dilsel oyun ve şaka ruhunun kadınlar tarafından ayakta tutulduğu gerçeğine işaret eder ki, okuryazarlığın eril tarihinde unutulup gitmiştir.
Ortaçağda kullanılan okumuş Latincesi, kendine yalıtılmış, özenle yapılandırılmış kusursuz bir dünya oluşturmuş, ancak dünyevi işleri -gündelik olanı ve duyguların karmaşasını- uzakta bırakmıştır ki, bu kapsamadığı alanlar, kadınların alanına girer. Dolayısıyla da pek az kadın (manastırda yaşayanlar), bu yüceltilmiş, arıtılmış dilde bir şeyler yazmayı başarmış.
Resmi retorik eğitimi almaları yasaklanan, yazıya ulaşmaları engellenen, önemli toplumsal, ticari ya da dinsel konumlara gelmelerine izin verilmeyen kadınlar, seslerini hemcinsleriyle yaptıkları mahrem ve özel sohbetlerde bulmuşlar bu nedenle. Ortaçağın sonlarına gelindiğinde erkekler, kadınların sohbetlerindeki tehlikeyi sezip bunları boş gevezelik, bayağılık ve dedikodu olarak adlandırmış. Kadınların anlattığı saldırgan, eğlenceli öykücükler, kendi küçücük ve dışa kapalı çevrelerinde kulaktan kulağa dolaşırmış ki, bu öykülerin bazıları gerçek, diğerleriyse süslenmiş, abartılmış öykülerdir. Abartı da tiksinti gibi bir protesto aracıdır kadın dünyasında, mizahın ve kahkahanın araçsal rolü gibi. Kadınlar kendi söylemsel güç alanlarını kara mizahla, keskin iğnelemelerle dolu öykülerle, dikenli bir dilin ağusuyla sarmalanmış fıkralarla, dedikodu denilen gizli etkinlikle oluşturmuşlardır. Dedikodu da kahkaha gibi denetlenemeyen gizil gücüyle, egemen sınıfların kontrolü dışında sözlü bir dayanışma ağı kurulmasına izin verir. Böylece modernliğin değerler sistemi için tedirgin edici bir alan oluşturup “dilsel istikrara, kontrole sahip özne” modelini aşındırır. Tarih boyunca, gündelikliğiyle, ciddi olmamasıyla, taşıdığı duygusal yükle, oyuncul niteliğiyle, başı sonu olmayışıyla, lineer bir anlatı olarak kurulmamasıyla, iniş çıkışlarıyla, seyrinin tahmin edilemezliğiyle, akışkanlığıyla, kaotikliğiyle, anti-rasyonel yapısıyla ve “kadınsı tekinsizliğiyle” modernlik için de bir endişe kaynağı olup çıkar dedikodu. Yaşar Çabuklu’nun Toplumsal Kurgular ve Cinsiyetçilik’te Patricia Meyer Spacks’tan aktardığı üzere dedikodu boyunduruk altında olanların son çaresi, yaşamları sömürgeleştirilmiş alt sınıfların bir direniş aracıdır. Güçleri ellerinden alınmış kadınlar için yedek bir rezervdir tıpkı sıkıntılı duygulara rağmen keyif almanın yedeği olarak iş gören, kızgınlık pahasına üretilen mizah gibi...
Kadınların mizahı konusundaki az sayıda kitabın yazarlarından Nancy Walker’a göre, kadınları, mantık ya da akıldan yararlanmayan, hakikate giden daha emin, daha saf bir yolları olan yaratıklar şeklinde yücelten bu inanışın ardında, entelektüel niteliklere yönelik bir düşmanlık gizlidir.
Kadınlar için yaşam, sözlü söylemin kendiliğindenliği içinde yürür, ağızlarından çıkan cümleler, öğretilmiş dilin sözdiziminden etkilenmemiş olduğu için daha serbest bir yapı taşır.
Ritme, ölçüye, düzenli aralıklara ve söylemin dönüşleri, ani başlangıçları, kesintileri ve beklenmedik yönlerine karşı kendilerini daha rahat hisseden kadınlar, ayrıca dilin esnekliği ile bağlantılarını da kaybetmediler. Hepsinden önemlisi, bütün bu dilsel esneklik, kadınlara dünyaya karşı bir esneklik vermiş, onları oyuna ve değişim olanaklarına daha açık hale getirerek, okulların katı ve hiyerarşik eğitiminden geçmiş erkeklere oranla daha uyumlu olmaya itmiştir.
Gülme, insanoğlunun "kökdili"dir, edebiyata hayat vermiş olan en dolaysız dil: Rabelais’ın dünyasından bu yana edebiyat, oyun ve alaycı konuşmadan, karnavalın anarşist ruhundan ve esprilerden doğup gelmiştir. Şakaların, öykülemenin ve kahkahaların tarihi, 14. yüzyılın sonunda, keskin bir mizahla yüklü öykülere yazılı biçim veren Geoffrey Chaucer’ın edebi dehasında doruğa ulaşır. Kahkahanın Zaferi'nde Barry Sanders, Chaucer’ı, aynı zamanda ilk şakacı yazar olduğu için İngiliz edebiyatının annesi olarak adlandırır. Sözcük oyunları, gülünç ses oyunları yaratarak, zekice uyaklar oluşturarak edebiyata bir annenin şefkatli ruhunu getirir çünkü o, ve öykü anlatımında gerekli cüret ve cesaretin kadınlardan geldiğini çok iyi bilir.
Geçmişten bugüne dilde doğruluk standartları, dilbilgisi, sözdizimi, kullanım ve cümle kurma standartları erkeklerin denetimindeydi ve yeni kuşaklara da erkekler tarafından aktarıldı. Öte yandan retorik dışı kalan söylem, kurallara ve doğruluğa kulak asmayan tavrıyla, ritm, hız, heyecan ve duygu yaşamıyla yani öyküleme dünyasıyla kadınlara aittir. Canlı, serbest ve akışkan bir söylemle özdeşleştirilen bu dünya, annenin çocuğu ile arasındaki yakın, tensel ilişki aracılığıyla kuşaktan kuşağa aktarılır. Freud’un her gülüşte bir parça çocukluğa dönüş bulunduğunu öne sürmesi hiç de şaşırtıcı değildir bu nedenle.
Tarih boyunca durmadan anlam değiştirmiş olsa da, Sanders'a göre kahkaha daima "köylülerin ve kadınların" dünyasıyla bağlantılı olmuştur. Bu anlamda aslında bir "yeraltı hareketi"dir gülme. Mizahın erkeklere nazaran kadınların daha az gerçekleştirdiği bir eylem olmasına rağmen erkeklerden daha sivri bir üsluba sahip olduklarından bahseden Sanders, “Medusa’nın gülüşü”nün işte böyle yakıcı ve yok edici bir gülüş olduğunu belirtir. Zira kolektif ve iyileştirici bir kahkaha değildir kadınlarınki, bireysel, izole, sarkastik bir kahkahadır ki bu edim, sürekli kılmaları beklenen davranış kalıplarını kırar; kadın diline muhalif bir ivme katar. Hiyerarşik kalıpları yıkan, kesen, bölen, dağıtan, parçalayan bu feminist strateji, yadsıma, transgresyon ve meydan okumanın bir biçimi olarak altüst edici etkiye sahiptir. Hélène Cixous, kadın sohbetleri üzerine yazdığı Medusa’nın Kahkahası’nda, uzaktan bakıldığında kendi kendine konuşan kadınların şen, şakacı yaratıklar gibi göründüğünü öne sürer: “Medusa ölümcül değil. Medusa çok güzel ve Medusa gülüyor.” Ancak ne var ki Medusa önce bir “yaklaş” bakışı atar, sonra “yaklaşma, yakarım” der gözleri; insanın yüzüne gülerek onu incitmekle kalmaz, alay da eder.
Kadın kahkahası ironiktir ki hilekârlığı ve oyunbazlığıyla ironi, gülmeye pek benzer. Diyalektik olarak bile ayrıştırılıp daha geniş bütünler haline getirilemeyen çelişkiler ve birbiriyle uyuşmayan şeyleri, hepsi de zorunlu ve doğru olduğu için bir arada tutmanın gerilimini yansıtan ironi, oyunu ciddiye alma ve mizah hakkındadır. Bir yandan retorik bir strateji ve politik bir yöntemdir de; Donna Haraway’in “Sosyalist-feminizm içerisinde daha fazla el üstünde tutulduğunu görmeyi arzuladığı” bir yöntem… Ki siborg imgesi de onun ironik inancının, küfrünün tam ortasında yer alır. Dil uğruna ve kusursuz iletişime karşı, fallogosantirizmin merkezi dogmasına verilen mücadelenin “figürü” olan siborg mefhumu dişidir ve karmaşık yönlerden bir kadındır. O bir direniş eylemi, hoş ve açık sözlüsünden bir muhalif harekettir. Birçok şeyi bünyesinde toplayan, muhalif bir figür olarak siborg, kendini tereddütsüz şekilde kısmiliğe, ironiye, samimiyete ve sapkınlığa adamıştır, masumiyetten tamamen yoksundur.
Müstehcenlik, edepsizlik, abartı, tiksinti, iğrenti, dışkılama gibi formları da kullanarak bedensel maddi altkatmana eril kültür tarafından yapılan göndermeleri de tersyüz eder dişil mizah. Böylelikle düzgün, temiz konuşma, hijyen, steril şeyler dünyası ve saf, meleksi kadın imgesi ortadan kalkarak belden aşağı espriler anlamlı hale gelir. Bakhtin’in söylediği gibi, “Şeyler, korkuyu ve kasvetli ciddiliği bozguna uğratmış olan gülme çerçevesinde sınanıp yeniden değerlendirilir. Nesneleri sahte ciddiliğin tuzaklarından, korkunun esinlediği yanılsama ve yüceltmelerden kurtarır.”
Modernlik ortaçağın grotesk bedenini, özellikle de kadın bedenini ehlileştirmek, uygarlaştırmak adına çalışır. Kadının oturması, kalkması, nasıl konuşacağı kurallara tabidir. Sessiz olmalı, gülmemeli, hele ki kahkaha hiç atmamalıdır. Kadınlar dilbilimsel ayrımcılığı, dili kullanmayı öğrenme şekilleri ve genel dil kullanımının onları ele alma şekli açısından iki şekilde yaşamışlardır tarih boyu. Ki ortaçağın kuralları günümüzde de geçerlidir. Modern Amerika’nın Florida eyaletinde bir lokantada garsonluk yapan Darra Kollios’un işten atılma gerekçesi, romantik ve sessiz olması gereken restoranda kahkaha atmasıdır. Kahkaha bozguncudur, tehlikelidir. Yersiz bir kahkaha, her şeyden daha büyük bir güçle, yetkili kişilerin iktidarını sarsabilir. 1995–1999 yılları arasında TBMM’de görev yapan ve halen DYP Genel İdare Kurulu (GİK) üyesi olan Ümran Akkan, “Kadınım, Hayret! Meclisteyim” adlı kitabın önsözünde siyaseti düşünen kadınlara değerli nasihatlerde bulunur:
“Üşenmeyin, yanınıza güvenilir, oturaklı bir iki arkadaş alıp köylere gidin, beldelere gidin, halkın hal ve hatırını sorun.” Ama “bu gezilerinizde kadın arkadaşlarınız olmasın. Çünkü politikayı da bilmiyorlarsa, kahvede yakacakları bir sigara, aniden attıkları bir kahkaha veya giyim tarzları sizi ikinci plana atabilir. Dikkatleri dağılır.”
Kahkaha attığı için yaftalanan, “hafif” kadın olarak yargılanan, yüksek sesle gülmesi ortaçağdan bu yana hâlâ garipsenen kadının ağzı kapalı olmalıdır. Kadının boşboğazlığı, sözsel ölçüsüzlüğü, cinsel ölçüsüzlükle ilişkilidir çünkü!
Oysa kadın bedeni ne kadar denetim altına alınıp kapatılmaya çalışılsa da dışarıya sızıntı yapan, dışa tehlikeli biçimde açık olan bir bedendir. Ve kadınlar bu akıntı ve sızıntılarıyla, eğlenmeyi çok iyi bilir. 70’lerden itibaren gerçekleştirmeye başladıkları vajina sanatı çalışmalarında kanayan yarıkları, delikleri, derin yaraları, mukusu hem resmederler, hem canlandırırlar. “Vajina Sanatı”nın kendileri için heyecan verici, yıkıcı ve eğlenceli olduğunu belirten Judy Chicago’ya göre vajina, kadınların bedenleri ve cinsel kimlikleri konusunda bilinçlenmeleri anlamına gelir. Gülen vulva, bedeni de kasılma ve büzüşmelerden, kendi içine kapanmaktan kurtarırken, hijyeni ortadan kaldırarak kadınsı şehveti tomurcuklandırır. Gülmek için hızlı bir ardışıklık içinde soluk verip ardından nefes almak gerekir. Nefes almak insanın bedenini, duygularını ve bedeninin içinde olup biteni hissetmesini sağlar ki, gülme halinde kadın derin nefes alır ve bunu yaptığında ise kabul görmeyen duygular hissetmeye başlayabilir. Engellenmiş gözyaşlarının serbest kalması, tensel bastırılmışlıkların çözülmesi, organların titremesi, hıçkırık, bedenin yılankavi salınımlarla savrulması ve nihayetinde sağladığı orgazmik rahatlama cinsel edime yakın, ama onunkiyle kıyaslanamayacak bir haz verir kadına. Bedenin iç salgı bezleri ve sinir sistemi boyunca yayılarak cinsel/şehevi bir büyülenme yaratan bu iksir, kadının tarih boyu yasaklanan, bastırılan, denetlenen, erotize edilerek fetişleştirilen bedenini “gülen beden” haline getirir. Çok sıkı olan şeyleri gevşetme, kederi kaldırma, bedeni, zihinde değil de bedenin kendisine ait olan bir mizah türü içine sokarak onu gülen beden haline getirme işlevlerinin esinleyicisi ve yardımcısı ise müstehcenlik tanrıçalarıdır.
Eski Yunan tanrıçalarından, müstehcenliği sembolize eden Baubo, kutsal cinselliğe ve hayat/ölüm/hayat döngüsüne dair arketipsel vahşi tanrıçalardan biridir. Neolitik karın tanrıçalarından olan ve üretkenliği temsil eden ve bir parça müstehcenliğin, depresyondan çıkılmasına yardım edebileceği fikrine sahip bu küçük figür, Clarissa P. Estes’in belirttiği gibi, duyarlılık ve dışavurumları; göğüsleri ve duyarlı yaratıkların içinde hissedilen şeyleri, başkalarının sadece hayal edebileceği ama sadece bir kadının bildiği duyumların hissedilebileceği vulvanın ağzını temsil eder. Ve ayrıca bir kadının sahip olabileceği en iyi ilaçlardan biri olan karından gülmeyi simgeler. Karınlarından, cinsel organlarının ve akıllarının içinden gülerler kadınlar; cinsel içerikli gülmede, daha uysal şeylere gülmekten farklı olan bir şey vardır. Cinsel içerikli bir gülme, psişenin hem en uzak, hem de en derin bölgelerine ulaşmakta, her tür şeyi sallayıp gevşetmekte, kemiklerimizi oynatmakta ve bedenin içinde latif bir duygu akışının oluşmasına neden olmaktadır. O, her kadının psişik dağarcığında bulunan bir vahşi zevk biçimidir. Kutsal olan ile şehevi olan psişede birbirine yakın yaşar Estes’e göre:
“Kutsal-olanda, müstehcen-olanda, cinsel-olanda, kısa ve sessiz bir gülüşün geçivermesi ya da edepsiz kocakarı gülüşü veya aslında bir gülme olan hırıltı ya da vahşi ve hayvani bir gülme ya da müzik skalasında bir yolculuğa benzeyen titreyiş gibi her zaman için bekleyen bir vahşi gülüş vardır.”
Gülme, kadının en vahşi cinselliğidir; fizikseldir, temeldir, tutkuludur, hayat vericidir ve bu yüzden uyarıcıdır. Jenital uyarılma gibi bir hedefi olmayan bir cinsellik türüdür. Kutsaldır çünkü iyileştiricidir, şehevidir çünkü bedeni ve onun duygularını uyandırır, cinseldir çünkü heyecan vericidir ve haz dalgalarına neden olur.
Kadınların birbirlerine anlattığı öykülerden kaynaklanan bazı gülme biçimlerinin tamamen tatsızlaşacak kadar edepsizce olan kadın öykülerinin libidoyu tahrik ettiği doğrudur. Bunlar bir kadının hayatla ilgisini yeniden tutuşturur. Öyleyse Estes’in vurguladığı gibi kendi kendimizi iyileştiren hazinemiz olan kirli öyküler, sadece depresyonu yok etmekle kalmaz, kara yüreği öfkeden arındırarak öncekinden daha mutlu bir kadın yaratır.
Güzel ve kirli neşedir kahkaha. Mizah var olan kötülüğün içinde, bu kötülüğün özelliklerini daha soğuk bir aldırmazlıkla belirtmek için gitgide edepsizleşir; mizah yazarı da bizi iğrendirmek için cesetleri açan bir anatomi uzmanıdır. Gülme, tiksinmeyi konumlandırmanın ve konumundan etmenin bir biçimidir Kristeva’ya göre. Dışkılama gibi abject, mizah gibi bozguncu ve erotik feminist temsil formları, birbirinden oldukça farklı iki stratejinin; yadsıma, transgresyon ve meydan okumanın birer biçimi olarak benzer bir altüst edici etkiye sahiptir. Yanılsamaların dünyası –dinlerin dünyası- bizi konuşturan yasağı açığa çıkarır ya da onu cisimleştirir. Böylece bu dünya nefreti, eğer onu sevgiye dönüştürmemişse meşrulaştırır. Bugünün yanılsamalardan yoksun dünyası ise bunalım ya da iğrenme ile kulakları sağır eden gülüş arasında bölünüp kalmıştır. Oysa bizler iğrençle birebir karşılaşmaktan kaçarız. Kimse iğrenmenin öznesi ya da iğrenme öznesi olduğunu kabul etmez. Hele kadınlar yalan söyler, reddeder ama yine tabuyu, baskıyı delik deşik edici yalanlardır bunlar:
“Elimi kutuma soktum, yıllardır çer çöple doldurduğum kutuma. Göbeğimi uzun kesti diye haminnem, benim de aklım alt deliklerde. Sinsiyim işte, sofuyum, garezimi gülüşümün altına çekiyor, uyuyorum. Ama bazen melaikeliğe soyunup kuyruğumu eteğimin gölgesine sokuşturuyorum. Gözetlendiğimi bildiğim için ne zamandır dip köşelerde saklanıyorum. Dudaklarımı büzüyorum ve tabii yalan söylüyorum.”
Argo, mizah, gülme gibi alanların kadın dünyasına açtığı farklı boyutlar üzerine çalışan Filiz Bingölçe’nin, Kadın Argosu Sözlüğü’nün önsözüne yazdığı bu “yalan”da da olduğu gibi dehşet, büyülenme ve komik olan iç içedir kadının gizli dilinde. Onların kendi aralarında konuştukları bu dil, oyuncul, şifreli, histerik ve bölüntülü yapısıyla erkek tahakkümüne bir karşı duruştur. Dişilin sınırlarında yaşanan narsistik bir kriz olarak anlaşılmış olan dehşet ve büyülenme örüntüsü, insan macerasına anlam vermeye çalışan dinsel ve politik girişimleri komik bir ışıltıyla da aydınlatır. Çünkü iğrenme karşısında yalnızca parçalanmış, reddedilmiş ve iğrenç kılınmış bir anlam vardır karşımızda: Komik! “Yüce”, “insani” ya da “bir başka zaman”, komedi ya da büyüler âlemi aslında daha sonra ya da asla ama burada, ortaya konulmuş ve alıkonulan imkânsızı hesaba katarak gerçekleştirebilir.
Kadın Argosu Sözlüğü’nün yanı sıra Futbol Argosu kitabının yazarı Filiz Bingölçe’nin kadınların dilsel yaratıcılıklarını, fantezilerini, neyle nasıl alay ettiklerini, neyi nasıl eleştirdiklerini ve nelere güldüklerinin çetelesini çıkaran yeni çalışması Fantastik Dişil Mizah’ta da kadınların kahkahayı, gülmeyi ve parodiyi kullanma biçimlerindeki incelik ve sivrilik kadar fıkralardaki kaba, saçma, iğrenç, kirli ve edepsiz ögelerdeki muhalif ton oldu ilgimi cezbeden… (Ki agresif tutumu ve parodik enerjisiyle, “dişil mizah”ın sinema ve edebiyattaki temsilcisi Doris Dörrie de muhalif tonuyla takip ettiğim bir başka kadın yazardır.) Müstehcen espriler, cinsellik hakkında konuşma baskısını ortadan kaldırırken, acımasız espriler ise çatışma yaratan duyguların açık dışavurumuna karşı olan baskıyı yok eder ki, Bingölçe de kadın fıkralarındaki yorumu ve aksiyonu yaratanın aslında bu unsurlar olduğunu teslim ediyor:
“Bütününe bakınca ortadakinin hem dolaylı, hem doğrudan aşağılamalarla, gözden düşürmelerle, derinden dalga geçişlerle önce yutulan, sonra kusulan eril dünya olduğu meydanda... Basit lafazanlığın ötesine geçmiş her fıkrada ataerkil kültüre burun kıvıran, kıç dönen bir taraf bulunduğu ise açık. Kes!, biç!, dağıt!, parçala! Biçiminde çalışan ise ‘dişil dünya’…”
Bingölçe, “mizahtan anlamaz” diye damgalanan kadınların “eril mizahı” duymazdan gelme nedenlerini ise şöyle açıklıyor:
“Erkeklerin her güldüğüne gülmüyorlar diye epey bir zaman ‘mizahtan anlamaz’ diye damgalandı kadınlar malum. Oysa asıl neden galiba farklı. Kadınlar kimi kez ‘eril mizahı’ duymazdan geliyorlar demek belki daha doğru. Çoğu kez kamusal alanda ‘ben fıkra bilmem, anlatılanı da hemen unuturum’ deyip belirsiz bir terbiyeli mahcubiyet örtüsü altına gizleniyor, özellikle müstehcen fıkraları tekrarlamayı istemiyor ya kadınlar... Bu hareketin altında bir yanıyla ataerkil toplumun beklentileri uyarınca kendini bastırma meselesi varsa bir yanıyla da dışlama, baştan savma isteği var bence. Çünkü ‘eril mizahta’ kadının yeri ‘kurban’ olarak aşağılanan, düşman ve asalak figür biçiminde hiç de azımsanmayacak bir yer ve öneme sahip. Seksi espri yapma ayrıcalığının kendisinde olduğunu düşünen erkek; saldırgan sözlerle ve içindekini dışa vurmanın rahatlığıyla ballandıra ballandıra anlatırken fıkrasını, kadına dinlemek düşüyor. Erkeğin bakış açısı şiddetle yukarıdan aşağıya doğru ve fıkraları da hem baskıcı hem cinsiyetçi.”
Eril mizahta kadın ya düşman, ya fahişe, ya amorf bir yaratık, ya da büyücüdür. Genellikle cinselliği ve bedeni suistimal edilerek aşağılanır. Kadının cinsel organ varyasyonlarıyla dolu küfürlü ve argo espriler hem saldırgan, hem cinsiyetçi hem de homofobiktir. Korkunç, saçma, akıldışı, ütopik, ideal, olağanüstü durumlar üzerinden gelişen; evlilik, beğenilmek, cinsellik, arzulanmak, aldatmak, aşk, bakirelik, gerdek, hamilelik, penis, fal, flört, regl, tecavüz, vibratör, kadın pedi, şehvet, mastürbasyon, cennet-cehennem konuları çevresinde dönen kadın fıkralarındaki “dişil unsurlar” ise ataerkil düzenin “esas oğlanını” ve onun zavallı silahını, penisi hedef tahtası haline getirirken kullandıkları bedensel deformasyonlar ve abjection kalıplarıyla durağan, katı ve kendini ciddiye alan her şeyi bir hamlede alaşağı ediyor. Hem yazılı hem sözlü kültürün izlerini taşıyan derlemede fıkraların esas kahramanları bu fantastik yaratıklar; ilginçtir ki kadınlar erkekler gibi bir “esas oğlana”, baş kahramana, “personnage régnant”a gerek duymuyorlar. Temel’in karısı Fadime, Nasreddin Hoca’nın karısı, Meryem Ana, Rahibe, Peri, Kırmızı Başlıklı Kız gibi sık olmamakla beraber karşımıza çıkan tipler de yazılı kültür ile sözlü geleneğin cinsiyetçi yapısını ortaya koymak adına özellikle seçilmiş figürler, bu nedenle hiç de “masum” değiller. Freud, “masum espriler”in, nadiren gülme patlamasına neden olduğunu, müstehcen ve acımasız türleri bulunan “meyilli espriler”in amacınınsa, bastırmayı ortadan kaldırarak arzuyu özgür kılmak olduğunu belirtir. Özellikle yanlı ya da müstehcen şakalara dair Freud kadını iki erkek özne arasında nesne konumuna sokar. Ama şaka yapan kadın olunca, bir fark, belli bir imkânsızlık olmalıdır. Ayrıca seyirci/dinleyici ile şaka yapan arasındaki sürecin Freud’a göre karşılıklı zamanlanmış, anlık bir bilinçaltına kayış olduğu düşünüldüğünde, “bilinçaltı”, “dişil” olarak nitelendirildiğinde “ne olur?” diye sorar Patricia Mellencamp. Erken dönem durum komedisinde kadınlar hakkındaki makalesinde, kadınların Freud'cu şakalar paradigmasında olduğu gibi kahkahanın sadece nesnesi değil, hem öznesi hem de nesnesi olmalarının ne anlama geldiğini sorgulayan Mellencamp, mizahın egonun ve hazzın zaferi olabileceğinden söz eder: Komedi, öfkenin değilse de kızgınlığın yerine hazzı geçirir.
Gülmek, kendini sonuna dek açmaktır. Ve mizah sıklıkla ihlal edicidir. Ağırbaşlılık bu anlamda küfürdür. Baştan çıkıp kendimizden geçtiğimizde unuttuğumuz ilk şey ciddiyetimizdir. Dünyayı ciddiye almak, her zaman kişinin dünyaya anlam atfettiğini, yani kişinin dünyanın olumsallığından ve tuhaflığından kaçarak ilkeler ve kavramlar dünyasına sığındığını gösterir. Bu nedenle oyunculuk olmaksızın sahici derinlik yakalanamaz. Ağırbaşlılık kötü bir erdemdir ama oyunculuk insanı kurtarabilecek bir günahtır.
İhlali kutsal görmek, cinselliğe ciddiyet kazandırılması değil, kutsallığa neşe katılmasıdır. Gerçek olana açılma ve onu olumlama, nihayetinde bir cefa olarak yaşanıyor olsa da bir neşe kaynağıdır. Humour’un gerçeklikten kurtulma, artık onun vuruşlarına karşı duygusuz kalabileceğiniz bir noktaya varma istemimizi dile getirdiğine dair inanışlar olsa da Crispin Sartwell’e göre gerçekliği aramak bir eğlencedir, çünkü biz kendimiz gerçeğiz ve gerçekliği olumlamak, kendimizi olumlamaktır. Dünya son tahlilde dalgamızı geçtiğimiz yerdir. İnsan ancak kendini unutabilirse sahiden eğlenebilir, kendini lanetlemek, kendini unutmanın önündeki en yüksek ve en derin engeldir. Ayıp bizi ayartarak kendimizi unutmamızı sağlar ancak, sonunda bizi kendimizi lanetlemeye geri çağırır:
“Ayin olarak ihlal, halbuki bize kendimizi unutturur ve dünyada, dünyayla oynamamıza imkân verir, bizi kendi yargılarımızın tiranlığından kurtarır. Bizi, dünyayı ve birbirimizi sevmeye çağırır; bizi cinsel bir sevgiye, belki de bedenselliğin kutsanması olarak bir cinsel oyuna çağırır.”
Nüktenin keskin, saldırgan ifade tarzıyla edilgenliğin, kadına reva görülen pasifliğin bir araya gelmesi olanaksızdır zaten. Evcillik kültü o denli yerleşip içselleşmiş bir kuramdır ki kadınca nükte, kadının zihnini küçümseyerek onun duygusal ve sezgisel doğasını öne çıkaran ideal kadınlık imgesini aşmakta zorluk çekmiştir tarih boyu. Kadınların kahkahası, onları birbirine bağlayan, özgürleştirici bir kahkahadır. Kahkahalarıyla kadınlar kendileriyle aynı sezgi ve anlayışı paylaşmayanları dışarıda bırakırlar. Feminist sinemanın öncülerinden Marlene Gorris’in A Question of Silence adlı filmini izlediğimde, dişil kahkahanın ve gülmenin kadınlar için nasıl muhteşem bir düzenbozucu protesto aracı olabildiğini fark etmiştim bir kez daha. Erkek seyirci tarafından son derece saldırgan bulunan film, maskülin kültür, gelenek, kurum ve yapıların tümden gülünç bir ideolojinin aygıtları olduğunu ortaya koyarak incelikle alay ediyor, erkek otoritesine karşı çıkmakla kalmayıp onu absürdleştirerek anlamsızlaştırıyordu. Bir kara mizah şaheseri oluşunu, yapısını sessizleştirilen/susturulan kadın ironisi üzerine kurmasından, dili sorunsallaştırmasından alıyordu şüphesiz. Zira kara mizah, başkaldırının en görkemli işareti, yıkıcı ve özgürleştirici değerlerin bir parçasıdır bu janrın ateşli savunucusu Annie Le Brun’a göre… 1960’larda sürrealist gruba katılan yazar Annie Le Brun, kara mizah kavramının ateşli bir savunucusudur. Le Brun’un gördüğü, kara mizahın, tıpkı sürrealizmin kendisi gibi erkek işi olduğu kadar kadın işi de olmasıdır. Kara mizah, başkaldırının en görkemli işaretidir, kendini farklı düşünceler içinde doğrulama yeteneğine sahiptir, yıkıcı ve özgürleştirici değerlerin bir parçasıdır. “Kara mizah” diye sonuca ulaşır Le Brun, “egonun, baskıcı dış fikirler karşısında kendini kırılgan hissettirecek yolları reddederek gösterdiği mutlak bir ayaklanmadır.”
Bir erkeği öldürmekle suçlanan üç kadın ve cinayeti anlamaya çalışan bir kadın psikiyatrın başrolde olduğu A Question of Silence’ın finalindeki mahkeme sahnesinde, erkeğin güçle kuşanmış sindirici sesine karşı kadınlar, dilden daha etkin bir araçla -bakışlarla- iletişim kurar ve nihayetinde eril egemen otoriteyi, retorik söylemi bıçak gibi keserler kahkahalarıyla…
Dişil öznelliğe fırsat tanımayan bir toplumda kendilerini özne olarak deneyimleyen kadınların dramını anlatan filmde Garson An, kimse onu dinlemese de durmadan konuşup kahkahalar atmaktadır. Çenebazlığı, cinsiyet ayrımcılığı yapan ve özellikle fazla kilolarıyla ilgili sürekli laf atan müşterilere doğrultulmuş bir silah gibidir. Aynı şekilde mahkeme salonunda da sürdürür kahkahasını. Ve sinema salonundaki kadın seyirciye kadar bir kahkaha dalgası yayılır. Cinayete yalnızca sessizce izleyerek şahit olabilirken hükmün sekteye uğradığı mahkemede kahkaha atmaya başlayan kadınlara fiilen katılabilir izleyici. Kadınların sesleri sağır kulaklara çarpınca, derin bir sessizlikle kuşatıldıklarında mırıltı ve gülme en büyük avantaj haline gelir. Filmin son sahnesi olan kahkaha sahnesi, cinayet sahnesiyle aynı şekilde ritüelvaridir. Göz göze gelen kadınlar teker teker kahkaha atmaya başlarlar. Kadınların kahkahası, mahkeme salonunda olup bitenleri anladıklarının bir göstergesidir; içinde bulundukları vaziyetin ve mahkemenin sebeple sonucu ilişkilendirmekten tamamen aciz olduğunun farkındadırlar. Filmin bu ritüelvari sonu, Anneke Smelik’in belirttiği gibi Yunan mitolojisindeki Erinys’leri çağrıştırır: İntikamlarını alan kadınlar, kahkahalar atan şahitler korosunun gözü önünde yeraltı dünyasına geri gönderilirler.
Kadınlarla erkekler arasındaki şiddet ilişkilerini temsil etmenin yolunu arayan bir metafor olarak filmdeki kahkaha hakikaten devrimci niteliktedir. İçeriği ne olursa olsun, konusu ne kadar uzak olursa olsun, espri potansiyel olarak yıkıcıdır. Ve Mary Douglas’ın dediği gibi, esprinin biçimi, denetime karşı denetimsizliğin utkulu bir saldırısından oluştuğu için, hiyerarşik eşitsizliğe son verilmesinin imgesidir o, teklifsizliğin şekilciliğe, resmi olmayan değerlerin resmi değerlere karşı zaferidir.