Yanamayan odun, tüter.[1] Alain Badiou, “Felsefe İçin Manifesto”da, postmodern adamsendeciliğin gün geçende bir şeylerin sonunu ilan etmesine ve topyekün bir yenilgi havası estirmesine cephe alır. Felsefi klişecilik ya da felsefemsi olan dediği postmodern tavırla, zorunlu olarak gördüğü “politik felsefe” arasında ayrım yapıar.[2] Gerçekten de felsefemsi olanı felsefeden ayırt etmek o kadar güç değil. Daha önce “Son Moda Saçmalar – Postmodern Aydınların Bilimi Kötüye Kullanmaları” kitaplarında Alan Sokal ve Jean Bricmont da bu ikisi arasındaki eğlenceli ayrımı göstermişlerdi.[3] Söz konusu tavrın bilimsel ya da entelektüel çevrelerde değil, günlük hayatta vücut buluşuysa daha da eğlenceli. Gündelik Hayat Adamı Yazılı dilde türlü kılığa girebilen ve gerçekten çok esnek olan felsefemsi duruşlar, gündelik hayatta çok daha mesnetsiz bir yol tutturuyorlar. Haleflerinden ya da yalan yanlış öğrendikleri teorik birikimden alıntıladıkları dünya fazlasıyla sığ. Bu yüzden ana hatlarını çizmek zor değil. Gündelik hayat adamı[4], öznel etkinliğini tüm dünyadaki etkinliklerin bir özeti olarak görür. Bu yüzden tüketicidir. Alıntılar yığını şeklindeki dünyası asla bir bütünlük içinde örgütlenmemiştir. Ardışık da olsa cümleleri, anlamsal düzlemde birbirini tamamlamaz. Hatta, çoğunda, çelişiktir. Sözcüklerle anlamları arasında açtığı uçurum, Derrida’nın kastettiğinin çok ötesinde Saussure’ü bunalıma sürükleyebilir. Söz hakkındaki bilgileri ilkokul fişlerinin ötesinde değildir. Yeniyetme çocuğun gözünün önünde dolanan anlamsız şekillere bakakalması gibi bir şaşkınlık içindedir. Daha kötüsü, çocuğun saf bakışını da kaybetmiştir ve anladığı iddiasıyla, binbir güçlükle bir araya getirilmiş, özenle seçilmiş ifadeleri darmadağın eder. Sürekli “kendi”nin neler görüp geçirdiğinden dem vurur. Keşfedilmemiş bir mesih olarak kalabalığın ötesindedir. Ne var ki; bu anlamsız kalabalık ona hakkını vermeyi becerememiştir. Ütopik, çocuksu fikirlerin kişiyi bir yere götürmediğini bizzat deneyerek görmüştür. Varolabilecek tüm olanakları o bilir ve onlar tükenmiştir.[5] Sanal bir gerçeklik duyumu içinde “yeni”yi ya da “olanaklı”yı göremez. Ona göre tüm gerçeklik tükettikleridir. “İyi” için, “doğru” için en çok o çabalamıştır. Tüm çabalayanları ve çabalamaları görmüştür. Yapılacak daha ne kalmıştır ki! Bu yüzden kendisi üzerinden tanımlanmış dünyasında yapayalnızlığa mahkumdur. Bu yüzden dünyaya katılımı aslında ilk adımdan itibaren tükeniş içindedir. Hayaletlerle çepeçevredir. Kendine benzeyen ve tek bir an olsun “kendilik”in ne olduğunu sorgulamamış bu tür, dededen kalma bir yaşam tarzı sürer. Konuştukları başkalarının konuştuklarıdır. Biteviye bir konuşma etkinliği içinde sözcük ishali olmasına karşın söylediklerinin hesabını verme alışkanlığı olmaması bundandır. En büyük trajedisi ise, içinde bulunduğu hayaletlerin aslında hiçbirini gerçekten benimsememesidir. Hayaletleri gerçek sandığından ve nefret ettiği halde bir türlü onlardan ayrılamadığından (çünkü geri döndüğünde bulacağı bir “kendi”nden yoksundur) gerçek diye kabul ettiği dünya tümüyle sanaldır. Hayalî ve ütopik olmakla itham ettiği dünya ise aksine, inatçı bir gerçeklik içinde yanı başında beklemektedir. Duyulan Felsefe
“Duyulan felsefe” derken kast ettiğim anlam tam da burada görünür olabilir. Ama önce “felsefe duyusu”: Felsefe duyusu, kendini ve kendi için tüm ötekileri bilme dürtüsüdür. Kendiliği dünyaya, dünya üzerindeki tüm öznelere, hatta giderek nesnelere içkin kılabilme yetisidir. Burada “dürtü”yle “isteme” arasında (istemenin nesnelleşmesi olarak “beden” kavramı aracılığıyla) Schopenhauer üzerinden güçlü bağlar kurulabilir. Kendini kurmada istemeyi başat unsur olarak gören Schopenhauer bunu, “insan insanın kurdudur” şeklindeki Hobbescu görüşle özdeşleştirse de, Bulldog karıncası örneği bize daha güzel bir ipucu verir. İsteme öyle güçlüdür ki, bu karıncanın bedeni ikiye ayrıldığında baş ve kuyruk birbirleriyle savaşa tutuşmaktadırlar: Kendini kendiyle kurma alegorisi...[6] Dünyayı ve dünyayla birlikte kendimizi alımlamamız duyulardan geçer. Duyularsa, Gestalt’tan beri, yalnızca duyu organlarıyla değil, mekân ve zaman algısı gibi, bütünselliği içinde bedenimizde gerçekleşir. Bu anlamda Antik Yunan’ın ünlü “Kendini Bil” düsturu bir insan özgülüğü olarak, zorunlu olarak içerilen bir duyu, bir felsefe duyusu niteliğine bürünür. Ancak onun bulunmasıyla gerçekleştirilebilen bir etkinlik olarak insanı tanımlamak: Homo-faber’de (aletyapan-insan) olduğu gibi, “Homo-philosophus” (felsefeyapan-insan). İşte “duyulan felsefe” burada devreye girer. Felsefenin kurucu öğesi olarak bugüne dek sözün, yani dilin-iletişimin-konuşmanın üzerinde durulmuştur. Varoluşçu ve Fenomenolojik gelenek ise özellikle başka bir duyu organını, gözü kendine merkez olarak seçmiş gibidir. Sözün kendini bilmesi ya da bakışın kendi üzerine odaklanması, iki farklı gelenekten çıkarak, bir yandan “iç ve dış”ın evrensel çatışmasının tarihini yazarlar; bir yandan da, figür-fon ilişkisinde olduğu gibi, biri olmadan ötekinden söz edemeyeceğimiz bir karşılıklı-oluş yaratarak “kendi”ni kurarlar. Duyulan felsefe, felsefe duyusu olarak tanımladığım “kendisi için kendi olma” etkinliğine şimdiye dek üzerinde pek durulmamış bir başka duyu organını katar: Kulak.[7] Felsefe asıl olarak bir duyma etkinliğidir. Sözü işitmeyi gerektirir. Hegel’in köle-efendi diyalektiğinden ödünç alarak – ötekinde kendini tanımayı... Canetti’nin Körleşmesi’nde olduğu gibi dünyayı duymayı bırakmış özne, taşlaşmıştır.[8] Bu yüzden gerçek anlamda özneliğini de yitirmiştir. İnsanî vasıflarını kaybetmiş, nesneleşmiş olan gündelik hayat adamı öncelikle kulağını kaybetmiş bir adamdır. Dünyayı belli bir türde, yalnızca tükettikleri üzerinden tanımlayan, bu yüzden de Aristoteles’in olanaklı olan kategorisini asla tanımamış olan bu canlı hiçbir zaman kendi olamamıştır. Duyma gerçekleşmezse görme, dokunma ve sonuç olarak dile getirme etkinliklerinin hiçbiri bir anlam taşımaz. Dile gelen duyulmadığı takdirde, konuşan boşuna konuşmaktadır. Sözcükler fişlerde havaya asılmış anlamsız şekillere dönüşürler. Kendini kurmayı becerebilmek ötekini duymaktan geçer. İnsan oluşun yegane şartı olan bir insan tarafından tanınma şansını yitirdiği için gündelik hayat adamı hayaletler evrenine hapsolmuştur.[9] Kendini arayanın etkinliği bu yüzden övülesi bir etkinliktir. Ne kadar felsefî kisvelere bürünürlerse bürünsünler olanakların tükenişini ballandıra ballandıra anlatanlar postmodern vaizlerdir. Ötekini duymayı beceremediği anda kulağını kesip atan Van Gogh’un eylemi bu yüzden önemlidir. Tütmeyi insan onuruna yedirememiştir.
[1] ARUOBA, Oruç. Yakın, İstanbul, Metis Yayınları, 2001: 19.
[2] Felsefenin bir başlangıcı olduğundan söz ediyor Badiou. Zamanda süreksiz bir etkinlik olduğunu ileri sürdüğü felsefenin hakikat üretmediğini ya da bir hakikati dile getirmediğini, yalnızca onu bağlamsallaştırdığını, “hakikatlerin düşünülebilir birbirleriyle karşılaştırılmasını konu edindiğini” söylüyor. Bunun zorunlu koşulunuysa “türeyimsel koşullar” dediği, (herhangi birinin eksikliği durumunda felsefenin kuruluşunun çökeceğini belirttiği) bilim, sanat, politika ve aşk olarak saptıyor. BADIOU, Alain. Felsefe İçin Manifesto, (Çev. Nilgün Tutal, Hakkı Hünler), İzmir, Ara-lık Yayınları, 2000: 21-28.
[3] SOKAL, Alan ve Jean BRICMONT. Son Moda Saçmalar – Postmodern Aydınların Bilimi Kötüye Kullanmaları, (Çev. Memet Baydur, Ongun Onaran), İstanbul, İletişim Yayınları, 2002.
[4] Lefebvre’nin kitabından yola çıkarak, küçük burjuvalar ya da sınıf atmala düşleri içinde küçük burjuva ruhuyla yaşayanlar anlamında kullanıyorum burada terimi. Bkz. LEFEBVRE, Henri. Modern Dünyada Gündelik Hayat, (Çev. Işın Gürbüz), İstanbul, Metis Yayınları, 1998.
[5] Etiğin hep öteki için kurgulanan -kurgulandığı savlanan- bu yüzü tam anlamıyla ikiyüzlülüktür. Kişi-kişi, kişi-toplum ve kişi-kendi ilişkisi diyalektik bir süreç olarak hep kendilik bilincinden hareket etmelidir. Tam anlamıyla ötekileştirilmiş bir karşıt mutlak dışlaştırmayı getireceğinden tehlikelidir. Ütopyanın kendini karşı-ütopyalar üzerinden temellendirmesi, Badiou’da, çok isabetli bir biçimde, Amerikan’ın önleyici-savaş doktrininin temeli olarak işaret edilmiştir. Özellikle bkz. BADIOU, Alain. “Etik – Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme”, (Çev. Tuncay Birkan), İstanbul, Metis Yayınları, 2004: 31-41 ve 64-71.
[6] Bkz. SCHOPENHAUER, Arthur. İsteme ve Tasarım Olarak Dünya, (Çev. Levent Özşar), İstanbul, Biblos Yayınları, 2005. Özellikle ikinci kitap isteme üzerine kuruludur. Karınca örneği için bkz. s. 91.
[7] Bu yazı bir kuram kurma peşinde değildir. Bu yüzden burada ele alınan ya da önerilen kavramlar epistemolojik olarak temellendirilmemiş, yalnızca taşıdıkları mecazlar üzerinden okuyucu için bir anlam evreni kurmaları hedeflenmiştir.
[8] Kien karakterini Canetti üç bölümde anlatır: Kafasız Dünya, Dünyasız Kafa ve Kafadaki Dünya. Bölünmüş, uçurumlarla birbirinden ve dolayısıyla “kendi”nden ayrılmış dünyanın trajedisini anlatır yazar. Özellikle son bölümle Schopenhauer’un “tasarım olarak dünya” anlayışını da çözümsüzlüğe mahkum eden roman kahramanının isminin ilk yazılışında Kant olduğunu unutmamak gerekir ve romanın ismi de “Kant’ın Yanışı”dır. Bkz. CANETTI, Elias. Sözcüklerin Bilinci, (Çev. Ahmet Cemal), İstanbul, Payel Yayınları, 1984, s. 167-179.
[9] İnsanın kendini kurması sürecinde “özbilinç”in neliği; köle-efendi diyalektiğinin Kojeve’in antropolojik bakışı üzerinden yorumu için bkz. BUMİN, Tülin. “Görüngübilimi Bir Özgürlük Felsefesi Olarak Okumak”, Hegel, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2001: 11-81.
|