|
|
Oğuz E. Berksun* - Semih Poroy** |
|
|
Gezi Parkında Bir Gezinti
Gezi
Parkı olaylarının çıkış noktasındaki durumu öncelikle ele almakta fayda
var. Gezi Parkı olayları; İstanbul Beyoğlu ilçesinde, İstanbul
Büyükşehir Belediyesi’ne tahsis edilmiş olan Taksim Gezi Parkı’nın
İstanbul 6. İdare Mahkemesi ve 2 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını
Koruma Kurulu kararı olduğu halde Topçu Kışlası’nı Taksim Yayalaştırma
Projesi çerçevesinde imar izni olmaksızın yeniden inşa edilmesini
engelleme eylemi olarak başlamıştı. Ne ilginç değil mi? Bu makaleyi
hukuki meseleden başlayarak kaleme alıyorum. Özellikle böyle başladım
çünkü Gezi Parkı her türlü hukuksuzluğun halkın vicdanında eninde
sonunda nasıl yargılandığına ve mahkum edildiğine örnek oluşturuyor ve
ders alınması gereken önemli bir olgu. 27
Mayıs 2013 tarihine dönelim hep beraber şimdi. Hatırlayalım... O
tarihte Gezi Parkı’nda günler öncesinden küçük bir grup tarafından
başlatılan direniş, polisin orantısız güç kullanımı ve sonraki günlerde
Başbakan Erdoğan’ın söz konusu AVM ve Topçu Kışlası projesinin
yürütüleceğine dair ısrarlı ve toplumun büyük bir kesiminin anlamadığı
sertlikte açıklamalarıyla artarak sürmüş, başta Ankara, İzmir olmak
üzere neredeyse bütün kentlere yayılmıştı. Gezi Parkı’nda iktidardan
topluma yönelmesi istenen ve AKP politikalarını da destekleyen önde
gelen gazeteciler ve aydınlar tarafından umulan, başbakan’ın daha önceki
seçimde yaptığı balkon konuşmalarında izlerini hissettirdiği “müşfik”
ve kucaklayıcı yaklaşım ortaya çıkmamış, tam aksine iktidara sanki
sihirli bir el dokunmuşçasına toplumun büyük bir kesimine yönelen açık
bir agresyon ülkeye hakim olmuştu. Küçük çevreci bir hareket, olumlu bir
tutumla birkaç gün içerisinde yatışabilecekken, hatta belki de AKP’nin
oy oranının artmasına aracılık edebilecekken, iktidarla halkın büyük bir
kesiminin kutuplaşmasıyla sonuçlanmıştı. İktidar bu kutuplaşmaya %50'yi
evlerinde zor tuttuğunu söyleyerek kendi seçmen kitlesini dahil etmekte
bir sakınca görmemişti. Zaten son üç dört yıldır toplumun büyük bir
kesimi isteklerinin, yaşam biçiminin, hatta değerlerinin iktidar
tarafından hiçe sayıldığını düşünüyor ve bu durumun da toplumda
birleştirici farklı bir kitle ruhunu beslediği biliniyordu. Toplumun
önemli bir kesiminde, bu kitle ruhu içten içe bir bilinci yapılandırıyor
ve bununla paralel iktidara ve temsil ettiği değerlere karşı bir duruşu
toplumun büyük bir kesiminde keskinleştiriyordu.Bu
gelişmeler esnasında süreç içerisinde iktidar tarafından stratejik
yanlışlar yapıldı. Bu yanlışlar AKP’nin dış politikalarıyla, demokratik
açılımda ülke içinde ve dışında girilen angajmanlarla ve başkanlık
sistemi gibi hedeflere yürüme hırsıyla da ilgiliydi. İçeride ve dışarıda
alınan politik pozisyonlar ve iktidarın dinsel kimliği, manevra alanını
daraltmış, balkon konuşması da çok gerilerde kalmıştı. Ülke içinde gezi
olayları vesilesiyle topluma ve gençlere dönük kucaklayıcı bir
yaklaşım, iktidarın içeride ve dışarıda güttüğü dünya görüşüne dayalı
politikalarını tümüyle bir kenara bırakması sonucunu doğuracaktı. Ayrıca
Başbakan’ın Gezi’de yükselen sese kulak vermesi, kendisini halktan yana
olarak görse de AKP'nin acımasız olarak nitelenebilecek kapitalist
anlayışından ve dinî politik kimliğinden vazgeçmesi olurdu ki, ABD
başkanlık sistemine benzer bir sisteme giden yolda başbakan’ın içine
girdiği narsisistik lider psikolojisi bunu imkansız kılıyordu. Ne
pahasına olursa olsun adil düzen gibi sözde kalan ideallerinden daha
gerçekçi olan 'yurtta sulh cihanda sulh' ilkesine dönüş mümkün değildi.
Bu aynı zamanda iktidarın dinî ve antikemalist kimliğinden vazgeçmesi
anlamı taşıyacağı gibi, kendi taraftarları arasında da davadan dönüş
olarak algılanacaktı. Atatürk'ün önemsediği gençliğe de o kadar yüz
verilemezdi. Parti içi muhalefete de böyle bir koz verilemezdi.
Suriye'de desteklenen Nusra gibi örgütlerle Ortadoğu’da var olmaya
yönelmiş bir Türkiye vardı artık. Büyük olasılıkla Gezi olaylarından
medet uman partiiçi muhalefetin ve muhtemelen çıkar çatışması içine
girilen cemaatin hizaya sokulması adına toplumla olan inatlaşma
keskinleşti. Bu gidişat içerisinde politik yanlışlardan en önemlisi ülke
içerisinde halkın değişik kesimlerinin farklı isteklere sahip
olabileceği ve bunun saygıyla karşılanması zorunluluğu ve gerçeğinin
sahip olunan islamcı kimlik ve idealler söz konusu olunca ihmal
edilebilir olduğunun düşünülmesiydi. Öte yandan Gezi Parkı gibi bir olay
iktidar için fırsat da olabilirdi. Olayların kararlılıkla bastırılması
AKP'nin kendi değerler sistemine, dünya görüşüne, yaşam biçimine göre
toplumu bir anda hizaya sokmanın yolunu açabilirdi. Ana akım medyanın da
neredeyse tamamı AKP'nin hizmetindeydi. Gezi olayları gibi başta küçük
direnişler, yukarda söz edilen koşullar arasına sıkışmış bir psikoloji
içinde olan pek çok liderde olayların sembolik gücü nedeniyle bastırma
yönünde bir heveslenme yaratabilir. Ancak Gezi Parkı olgusu, bu tip
karşı çıkışların arkasında biriken diğer demokratik toplumsal dinamikler
küçümsendiği takdirde politik hesap hatalarına düşülebileceğini
göstermesi açısından da önemli bir deneyim olmuştur. Başbakan şimdi
Mursi yanlısı gösterilerle, Esad'a karşı ulusal ve uluslar arası bir
cephe oluşturmakla siyaseten ters esen rüzgarı kendi lehine döndürmek
istemektedir.Başbakan bilindiği üzere
kısa sürede, Gezi Hareketini ne pahasına olursa olsun bastırma yolunu
seçti. Bastırabileceğini de düşündü ancak, evdeki hesap çarşıya uymadı
gibi görünüyor. Olaylar sırasında sergilediği, sert kimilerine göre
acımasız kimilerine göre korkak tutum başta tutacak gibi görünse de
sonradan kaçınılmaz olarak Başbakan’ın yalnızlaşması/yalnızlaştırılması
riskini doğuracaktı. AKP içindeki muhalefet ve cemaat, politik ikballeri
veya görünüşte insanî nedenlerle Başbakan Erdoğan’ı olaylardan,
ölümlerden, yaralanmalardan, hatta iç ve dış politikada düşülen durumdan
dolayı günah keçisi ilan edecekti. Bütün bu olası olumsuzluklara rağmen
enteresan olan, o balkon konuşmasını yapabilmiş bir liderin hiç de
gerek yokken ülke içindeki bu küçük demokratik direnişi böylesine
agresif yolla bastırma yolunu seçmiş olmasıydı. Aksi bir tutumla birçok
kazanım elde edebilirdi. Demokratik açılımda bile desteği artabilirdi.
Olmadı... Bunun kişisel boyutta açıklamalarından biri de şu olabilir.
Başbakan, büyük olasılıkla idealler ve hedeflere gidilen yolda güdülen
stratejilere ve politik sistematiğe aykırı doğaçlama bireysel yönetsel
ataklar ve hatalar yapabilen, ayrıca yaptığı ataklarla ve hatalarla
uyması gereken senaryoları bozabilen, yanlış bile olsa yaptıklarının
arkasında ısrarla durabilen bir tabiata sahipti. Bunu parti içi
muhalifleri biliyordu ve büyük hataları kaldırmayacak günün gelmesini
bekliyorlardı. Gezi sürpriz olmuştu. Kimse beklemiyordu. Bundan sonra
hatalar da peş peşe gelmeye başladı zaten. Eğer Ortadoğu'daki konjonktür
değişmez, parti içindeki muhalefetle ve cemaatle sürpriz olabilecek bir
uzlaşı yolu açılmaz, başta ABD olmak üzere batılı ülkeler Ortadoğu'da
tutum değiştirmezlerse, ki aksi yönde işaret yok, aşağı yukarı 14 yıllık
siyasi senaryonun da sonuna gelinmiştir. Şimdi ağustos ayı içindeyiz ve
o süreç sonunda başkanlık sisteminden de vazgeçilmiş görünüyor. Bu
olaylar sırasında Başbakan’ın sergilediği tutumla, başkanlık sisteminin
olası tehlikeleri somut biçimde başkanlık sistemine taraf olan siyasiler
tarafından bile anlaşılmış görünmektedir.Gezi
Parkı olaylarına tekrar dönmeden önce sadece AKP iktidarının değil,
seçimlerle veya gayrimeşru bir biçimde darbelerle başa gelen
iktidarların da toplumu benzer dayatmacı zihniyetle yapılandırma
isteklerinin hep var olageldiğinin altını çizmekte yarar var. Eğer benim
bu görüşüme katılıyorsanız bundan şu sonuç çıkmaktadır: Bu ülkede
işleyen sistem baştan itibaren demokrasi değildir. İşleyen, tam ve yarı
totaliter anlayışlarla süregiden bir rejimdir. Siyasetçiler, devlet
işlerini yapmak ve halka hizmet etmek yerine devleti bu ülkenin
kuruluşundaki temel çatışmaları kullanarak, bir çeşit demokrasi oyunuyla
kadrolaşarak, örtük veya açık baskıyla veya bir dönem olduğu gibi
askerî vesayet altında yönetmek istemişlerdir. Halk demokrasi ile
yönetildiğini sanırken, seçimleri kazanan dönemsel olarak hakim
zihniyetin temsilcisi iktidarlar, kendi anlayışını, yaşam biçimini,
değerlerini toplumun tamamına dayatmaya hak kazandığı inancıyla hareket
etmiştir ve hâlâ etmektedirler. Bu anlayış içinde oluş psikolojik açıdan
tek adamlığa, Atatürk'lüğe öykünme olarak değerlendirilebilir. O
istediğini yaptıysa onun yaptığını ben de yaparım anlayışı olabilir bu.
Bu ham anlayış, iktidarlar değişse de tekrar eden bir anlayıştır. Bir
ölçüde de kişisel ihtiras ve sahip olunan nitelikler arasındaki hassas
dengenin hesabının yapılamayışıyla, liderlik denen şeyi anlamama ve
küçümsemeyle ilgilidir. Bugün toplumun ele alması ve çözmesi gereken
esas sorun siyasi parti liderlerinin bu, tekrar eden anlayışıdır.
Siyasilerin gerçek toplumsal bir lider olmakla, halkın tümünü
kucaklayabilmekle parti lideri olmak arasındaki farkı zamanla daha iyi
anlayacaklarına inanıyorum.İktidarların
halka rağmen halkı veya bazı toplumsal kesimleri ihmal ederek, hatta
küçümseyerek istediğini yapabileceğine olan inancı psikiyatrik olarak
'ben merkezci', hatta narsisistik bir patoloji çerçevesinde
değerlendirilebilir. Ancak ben, bu tür değerlendirmelerin olması
gerekenden daha fazla önemsenmesinin dünya ve ülke gerçeklerini
ıskalamamıza sebep olacağını düşünenlerdenim. Uzak geçmişi bir kenara
bırakıp bugünden geriye dönüp son 12 yıla baktığımızda, iktidarın ve
iktidar içinde hakim olan grup ve cemaatlerin toplumsal bilinçteki
değişim ve dönüşümü gördüğünü ve hesaba kattığını söylemek çok mümkün
gibi durmamaktadır. Aslında siyasilerin tümü demek lazım, kendi içlerine
dönük ve toplumdan kopuk bir çizgide hareket etmektedirler. Toplumu
geriye götürebileceklerine, ideoloji, din, iman derken sömürü düzenini
devam ettirebileceklerine inanmaktadırlar.Şimdi
tekrar konumuza dönelim. Gezi Parkı olaylarının devam ettiği süre
içinde beş genç insanımız hayatını yitirdi, onlarca insan ağır
yaralandı; yaralıların sayısı ise binleri aştı. Bu çok üzüntü verici ve
şaşılacak bir durumdur. İktidarın Gezi Parkı ruhunun doğasıyla
bağdaşmayan öfkesinin bu sonucu doğurduğuna şüphe yoktur. Bu öfke ve
öncesinde başta Başbakan Erdoğan olmak üzere iktidar mensuplarının bir
takım toplumsal değerlere yönelik aşağılamaları ve hak, adalet derken
artan hukuksuzluklarını bardağı taşıran son damla olarak görebiliriz.
Bazı gazetecilerin ve aydınların Başbakan’ın balkon konuşmalarında
izlerini taşıdığına inandığı ve çıkmasını bekledikleri müşfik bir
yaklaşımla saatler içerisinde çözülebilecek çevreci bir direniş,
şaşkınlık yaratan kışkırtıcı bir tutumla geri dönüşü olmayan bir noktaya
taşındı. Bu olaylar sırasında mülki amirler tarafından polise, 'biber
gazı' olarak anılan insan sağlığına son derece zararlı milyonlarca
dolarlık kimyasal maddeyi acımasızca kullandırıldığını gördük. Üstelik
gaz tüfeklerini insanlara doğrultarak, silah ve sopalar kullanarak, eli
sopalıları, satırlıları koruyarak… Bu süreç içerisinde anayasal bir hak
olan 'demokratik gösteri-yürüyüş hakkı' iktidar tarafından açık biçimde
ihlal edildi. Bu ihlal, tam da Anayasa’nın değiştirilme aşamasında temel
maddelerin de rahatlıkla ayaklar altına alınacağı izlenimini toplumda
güçlendirdi. Bir iktidar vardı ki Anayasa’yı, insanların gönüllerinde 90
yıldır hakim olmuş belli bir takım temel değerleri tanımıyordu. Neden
yapıldı bütün bunlar ve toplum bu gerilim noktasına neden taşındı? Henüz
benim aklım psikiyatrist olarak almış değil, o yüzden bu kapsamda bir
makaleyi kaleme alıyorum. Akıllıca değil bir kere. İnsan bindiği dalı
keser mi aldığı oya bakarak. Elimizdeki veriler kişisel tutum ve
davranışların, yönetimsel yetmezliklerin, demokrasi yolculuğunda
geçtiğimiz dönemin, totaliter rejime ve tek adamlığa öykünmenin
siyasetçilerde doğal bir eğilim oluşunun, bölgesel konjonktürün, AKP
içindeki çekişmelerin her birinin ayrı ayrı rolü olduğunu söylüyor. Bu
kadar çok faktörü bir arada yönetebilmek çok zor. ABD gibi Rusya ve Çin
gibi dev ülkelerin yönetemediği dengeler içine insanın kendisini ve
ülkesini atmasının belki de bizim bilmediğimiz başka anlamları olabilir.
Fakat akıllıca olduğunu söylemek hiç mümkün değil.Ben
şahsen kısa bir süre de olsa Başbakan’ın Gezi Parkı eylemlerinin
arkasında bir komplodan söz edişinde bir ciddiyet var mı diye temkinli
yaklaşanlardanım; ancak, iktidar tarafından ileri sürülen komplo
teorilerinin altının boş olduğunu kısa bir zaman içinde herkes anladı.
Bu hareket çok spontane gelişen bir hareketti. Belki parti içi
muhalefetle veya cemaatle çekişmeler, verilen kişisel tepkilerle
olayları kontrolden çıkarmış olabilir, ancak bunun dışında uluslararası
bir komplodan söz etmek mümkün görünmüyordu. Ayrıca Gezi Parkı
gösterileri sırasında camide içki içilmesi gibi, iddia edilen pek çok
olayın da doğru olmayışı, mesnetsiz iddialara dayanılarak durumun
vahametiyle baş edilmeye çalışılıyor oluşu, devlet adına 'aczi'
göstermesi açısından da herkeste endişe yarattı. Doğru olmayan her iddia
ve bu iddialarla yapılan polemikler benim için bir bilim insanı olarak,
içine düşülen yönetsel çaresizliğin büyüklüğünü gösteriyordu.Gezi
Parkı’nda başta çevreci olan ruha destek veren halka karşı uygulanan bu
şiddet, aklı başında, vicdan sahibi insanların kabul edemediği ve
etmeyeceği bir durumdur. Sonunda da kamu vicdanında mahkum olur. Küçük
bir grubun başta çevreci değerlere sahip çıkışı, bir gün içerisinde,
iktidar tarafından aşağılanan toplumsal değerlere sahip çıkışa
dönüşmüştür. Polisin son derece gereksiz ve vicdanlara sığmayan
orantısız güç kullanmaya zorlanışı, polisin halkla karşı karşıya
getirilmesi dışında, bu ülkenin kuruluşunda önemli birtakım değerlerle
de karşı karşıya getirilmesi anlamı taşımaktadır ki bu, kitle
psikolojisi açısından son derece tehlikelidir. Çünkü akıllardaki polis
tasarımıyla birlikte devlet tasarımını bozar. Halkın olaylar sırasında,
araya karışmış ne idüğü belirsiz küçük provokatif gruplar dışında şiddet
eğilimi göstermediği ayan beyan görülmesine, hatta gençlerin bu konuda
son derece duyarlı tutumlar sergilemelerine karşın akıl almaz bir
muameleye maruz kalışlarını görmek, toplumda adalet duygusunu da
zedelemiştir. İktidarın, toplumun bu şiddeti ve gördüğü muameleyi sineye
çekebileceğini veya sindirebileceğini düşünmesi toplumsal ve politik
psikoloji açısından çok büyük yanlış olacaktır. Fakat ne yazık ki
siyasal iktidar bu gerçeğe hâlâ sırtını dönmektedir. Artık toplumun
büyük bir kesimi iktidarın bu tutumunu, antilaik ve rejime karşı seçmen
kitlesini siyasal anlamda konsolide etme amaçlı, bilinçli bir hareket
olarak algılamaktadır. Bu da binilen dalı kesmek, dahası ateşle
oynamaktır. Mısır’ın hali ortadadır. Mısır yıllardır içine sürüklendiği
eğitimsizlikle, ABD’nin ve uluslararası güçlerin oyuncağı haline gelmiş
bir ülke görünümünden bir adım ileri gidememiştir. Ülkemizde de eğitimin
bugün sürüklenmek istediği nokta pek parlak değildir. Halkın eğitim
düzeyinin düşüklüğü Başbakan Erdoğan’ın Gezi Parkı karşıtı mitinglerinde
gözler önünde sergilenmiştir. Toplumun çok büyük bir kesimi bunun
farkındadır.Devlet kadrolarını ve bir
ölçüde yapısını kendi amaçları doğrultusunda değiştirme, gelmiş geçmiş
iktidarların ve iktidar olmasalar bile birçok siyasi grubun hevesi
olmuştur. Bu gerçeğin bir kez daha altını çizmekte yarar var. Fakat
bugün farklı olan, bunun her ne pahasına olursa olsun yapılmak
istendiğine dair izlenimdir. Üstelik bu kez, sözde de olsa demokrasinin
sağladığı olanaklardan yararlanarak rejim değişikliğine hazırlık
yapıldığı hissini güçlendiren bir kadrolaşma sürmektedir ve bu hal
toplumsal duyarlılıkları tehlikeli bir biçimde keskinleştirmektedir.
Ayrıca izlenen, toplumu bölünme noktasına da taşıyabilecek olan
yöntemler, doğurdukları sonuçlar açısından demokratik açılım
politikasıyla da taban tabana zıttır. Bu uygulanan yöntemlerin ve
dürüstlüğü tartışmalı hale gelen politikaların, hele hele adalet
duygusunun ileri derecede zedelenmiş olduğu bir ortamda etki-tepki
nedeniyle Kürt sorunuyla alakalı fay hatlarını da hareketlendirmesi
neredeyse kaçınılmazdır. PKK ve yandaşlarına güneydoğuda gösterilen
hoşgörünün binde birini görmeyen halka, halkın gözünde iktidarın
verebileceği bir cevap da bir hesap da kalmamaktadır. Bu dengesiz
politikalardan demokrasiden yana Kürtler de rahatsızdır. Rahatsız
olmalıdırlar, çünkü akıl bunu gerektirmektedir. Aklın olmadığı bir yerde
hiçbir politika geçerliliğini koruyamaz. Demokratik açılım adı altında
bir yanda bazı haklar sözde korunmaya çalışılırken diğer yanda toplumun
büyük bir kesiminin değerlerinin ayaklar altına alınmasını kimse kabul
etmez, sergilenen tavırları da tiyatro olarak algılar. Bu tip akıl ve
mantık hataları, olumlu açılımlara yönelik stratejileri bile geçersiz
kılacaktır. Ayrıca bu toplum, değerlerin birbirine üstün kılındığı
dönemlerden geçmiş ve değerleri birbirine üstün kılınışının, yeğlemenin
ve dolayısıyla ayrımcılığın, ötekileştirmenin, elitizmin toplumsal
barışı bozduğunu deneyimlemiştir. Artık bu aklı gütmenin bir faydası
olmadığını hepimiz biliyoruz.Bir yandan
Kürt ve Türk milliyetçiliğini azdıran politikalar izlemenin, diğer
yandan demokratik açılımdan söz etmenin mantıkla bağdaşır bir yanı
yoktur. Bu ülke insanı uzun yıllardır yaşadığı acılara ve kışkırtmalara
rağmen bölünmemiştir. Birbirine düşman olmamıştır. Bu durum hem Türkler
hem Kürtler için geçerlidir. Bu arada nereden olursa olsun ve nereye
yönelirse yönelsin terörü kınamadan geçmemenin çok önemli olduğunu
belirtmek isterim. Bu toplumun bilinen tüm kesimleri bu topraklarda
tarihin değişik dönemlerinde zulme maruz kaldığı için, aklı başında
çoğunluğun bir etnik kesimin veya kesimlerin demokratik haklarına
kavuşmasından rahatsızlık duymayacağı bellidir.Şimdi
bütün bunları bir kenara koyalım başka bir boyuttan yaklaşalım Gezi
olaylarına. Gezi direnişiyle birlikte demokrasimiz ve toplum adına çok
olumlu sayılabilecek psikolojik dinamikler ortaya çıkmıştır. Bir kere
toplumun büyük bir kesimi bugüne kadar görülmedik kapsamda ve ölçülerde
isteklerini dillendirebileceğini göstermiş, toplumsal benlik saygısını,
özgüvenini kazanmıştır. Yukarda söz ettiğim psikolojik dinamikler
insanın doğasıyla ilgilidir. Toplumun büyük bir kesiminin olaylar
sırasında toplumsal planda özellikle sosyal medyayı da kullanarak
entelektüel ve duygusal açıdan zenginliğini, yaratıcılığını ve ego
gücünü ortaya koyduğunu görüyoruz. Yurt sathına hakim olan tüm
agresyona, ana akım medyanın iktidarın yanında duruşuna ve gerçekleri
yansıtmamasına karşın başlarına gelenlerle, yapılanlarla ve yapanlarla
insanların topluca ve olabildiğince medenice yaygın biçimde dalga
geçebilmesi, yani mizahı kullanması psikolojik açıdan çok enteresandı.
Özellikle gençler yaratıcılıklarını ve zekâlarını olaylar boyunca
ısrarlı bir biçimde kullandılar ve hâlâ kullanmaktalar. Bu durum Gezi
Parkı sürecinin hâlâ sürdüğünü gösteriyor. Hatta mizahın/ironinin olduğu
yerde psikolojik dinamiklerin çok canlı olduğu gerçeğinden yola çıkarak
sürecin şiddetlenerek sürebileceğini söylemek de yanlış olmayacaktır.
Yapılanı özel kılan başka bir unsur da tüm baskılara ve korkutmaya
rağmen mizahın pasif agresif ve kinayeli değil apaçık yapılmasıdır. Bu,
toplumsal ifade gücünü ve cesareti göstermektedir ve yeterince
uyarıcıdır, dikkatle takip edilmesini gerektirmektedir. Çünkü bu boyutta
ve kapsamda mizah, toplumda kabaran ve kontrolden çıkması her zaman
için olası öfkenin de bir subabıdır. Öfkenin ve şiddetin nötralize
edilmesinin aracıdır. Mizahın bile korkutma ile baskı altına alınmak
istenmesi bu açıdan son derece tehlikelidir. İnsan psikolojisi
açısından, ironi/mizah önemli bir baş etme mekanizmasıdır. Onlarca ego
baş etme mekanizması arasında belki de en sağlıklı olanlarından biridir.
Dediğim gibi, bir kez ortaya çıktığında psikolojik veya daha büyük
ölçekte toplumsal çatışma hali yatışıncaya kadar da yoğunluğunu
koruyacaktır. Mizahın böyle dönemlerde iktidarlar tarafından çok ciddiye
alınması gerektiğini anlatmaya çalışıyorum. Mizahın hakim olduğu Gezi
sürecinin toplumun önemli bir kesiminde zekâ ve dolayısıyla bilinç
açısından da bir parlama yaratacağı açıktır. Tarihte aklın gücü
karşısında hiçbir gücün direnemediğini biliyoruz. Akıl ve zekâ toplumsal
dönüşümü yaratan en büyük güçtür. Ben iktidar olsaydım başbakan olarak
ironinin/mizahın arttığı yerde hemen geri adım atar, anlamaya çalışır ve
onu ben de kullanmaya başlardım. Mizahın gücüne karşı tekrar eden
retorik hiç bir zaman bir savunma veya savaşma aracı olamaz. Aksine
retorik mizah tarafından eskitilir ve paçavraya çevrilir. Kısaca
retoriğin şatafatını mizah bir anda yerle bir eder. Ben mizahla beslenen
toplumsal dinamikleri asla ve asla karşıma almazdım. Bana yönelen
mizah, yapacaklarımdan külliyen vazgeçmem gerektiği anlamına gelmezdi
ama beni kesinlikle daha insanî bir pozisyona çekerdi.Burada
bir psikiyatrist olarak şunu da belirteyim: Mizah yapabilmek için insan
kurnazlığa değil, akla ihtiyaç duyar. Akıl/zekâ ve kurnazlık arasında
çok büyük fark vardır. Çünkü mizahın var olan düzene karşı duruşuyla
birlikte bir ahlakı vardır. Bu çok önemli bir farktır. Paranoid ve
narsisistik bir ruh hali içinde değilseniz -ki herkes zaman zaman bu ruh
halleti içine itilebilir veya kendisi girebilir- ne kadar sınırları ve
sabrı zorlasa da mizahtaki aklın ahlakını ve yapıcı boyutunu görürsünüz.
Kısaca psikolojik doğası gereği mizah yıkıcı değil, yapıcıdır. Bu
ülkede yıllar boyu Demirel’le ilgili yapılan mizah herhalde
politikacılardan hiçbiri için yapılmamıştır. Fakat eski Cumhurbaşkanı
Süleyman Demirel mizaha karşı hiçbir zaman agresif olmamıştır. Mizaha
karşı makul, insanî bir duruş sergilemek insana saygınlık kazandırır.
Demirel’in de sağduyulu insanların gözünde fikirlerini paylaşmasalar
bile edindiği saygının bir bölümü bununla alakalıdır. Görüldüğü gibi
mizah saygı açısından da son tahlilde yıkıcı değildir, mizah yapanlar
kadar mizaha konu olan tarafların da saygınlık elde etme gibi bir şansı
ve kazancı vardır. İşte toplum tam da burada aslında fark etmeden
iktidara aklıyla çok önemli bir mesaj vermektedir ve şans tanımaktadır.
"Size benim saygımı kazanmanız için bir kapı aralıyorum, elimden
tutarsanız bu yolda yürür gerilmeden bir noktaya varırız" demektedir ama
ne yazık ki iktidarın mizaha yaklaşımı bu yönde olmamıştır. Umarım bu
tutum zamanla değişebilir.Bu toplumun
gerçekten barışa ihtiyacı vardır, ancak bu barış topluma rağmen
yapılamaz. Aksine toplumla birlikte yapılmak zorundadır. Çünkü bu ülkede
yaşayan insanlar uzun yıllar süren terör ortamında suni olarak ortaya
çıkan/çıkarılan, ister istemez ortak olunan insanlık dışı kışkırtmalara
rağmen kendi içerisinde barışıklığını bozmamıştır. Bu topraklarda bin
yıllık tarihte ve bugün kavgalı olan halklar ve insanlar değildir. Bir
kez daha söylemek isterim, bakın tarihe bu topraklarda zulme uğramamış
bir kesimin olmadığını göreceksiniz. Bu topraklarda kavgalı olan ve
çekişen global güçler ve onların oyuncağı haline bilerek veya bilmeyerek
gelen politikacılardır. Barışamayan veya çıkarlar söz konusu olduğunda
bu ülke ile ve insanları ile anlaşamayan, global güçler ve onlara alet
olan yerel politikacılardır. En azından, istemeden de olsa işleri
karıştıran, karmaşıklaştıran onlar gibi görünmektedir.Gezi
olayları sırasında Başbakan’ın kendisine oy veren, daha da önemlisi
politikalarının tümünü desteklediğini, kendi değerlerini, inançlarını
bütünüyle paylaştığına inandığı ve bu seçim sistemi içinde yüzde elli
gibi görünen seçmen kitlesini arkasına alarak toplumun geri kalan “yüzde
ellisine” tahakküm edebileceğini sanması hiç anlaşılır değildi. Bu
durum daha önce kendisine destek veren gazetecilerin ve aydın
sayılabilecek insanların Başbakan Erdoğan’a verdikleri desteği
çekmeleriyle de apaçık ortaya çıkmıştır. Sayılar insanları hep doğru
hesap yapmaya götürür diye bir kural yoktur. Sayılar insanları
çoğunlukla yanlış sonuçlara vardırır. İnsanlar sayılar yüzünden batışlar
ve iflaslar yaşarlar.Gezi ile başlayan
olaylarda pek çok süreç iç içe yürüyor aslında. Uluslararası olan
süreçlere de göz atmakta fayda var. Bu süreçlerin çoğu reel olan koşul
ve nedenlere dayanıyor. Tüm dünyayı ilhak etmeye programlanmış global
parasal güçler ve onların yarattığı süreçler, kısaca kapitalizmin
kendisi, bugün yapılan psikolojik açıklamaların çok ötesinde bir anlam
ve öneme sahiptir. Ben arkadaşlar arasında toplumsal ve ekonomik
meselelerin psikolojiyle fazla ilişkilendirilmemesi gerektiğini
savunurum. Yaşanan sorunların psikolojize edilmesinin insanların aklında
global dünya gerçeklerinin ve bugün yaşadığımız olumsuzlukların
nedenlerinin önemsizleşmesine hizmet ettiği görüşüne inanırım. Yapılan
psikolojizasyonun da kimlik, travma gibi kavramlarla suni gündemler
yarattığına ve toplumları bölecek duyarlılıklar yaratmaya hizmet
ettiğine veya ettirildiğine şüphe yoktur. Bu sebeple de durumu aşırı
psikolojize etmeden, agresyonu kışkırtmadan bir karşı duruş sorumluluğu
göstermeye çalışıyorum. Çünkü aşırılıkların bölünme, çatlama, çatırdama
sürecini hızlandıracağını düşünüyorum.Bugün
bu ülkede yaşanan gezi olgusunun, dünya kaynaklarının global düzeyde
büyük güçler ve uluslararası sermaye tarafından talan edilmesine karşı
yine global düzeyde ortaya çıkan henüz cılız bilincin yerel veya
"ulusal" düzeydeki güçlü yansımasıyla ilgili olduğu görüşündeyim. Yani
yaşananlar dünyadan kopuk bir sürece ait değildir. Tüm dünyada insanlar
ve toplumlar ellerinden bir şeylerin alındığının farkında, bu
farkındalık giderek de artıyor ama bu durumla nasıl mücadele
edebileceklerini bilemiyorlar. İnternette güzel bir aforizma
dolaşıyordu. "Dünyada yaşanan sorun açların doyurulamamasıyla ilgili
değil, tokların doyurulamamasıyla ilgilidir" diyordu. Evet, durum bu
kadar açık aslında ve hoyrat açgözlülükle ilgili; AVM leri yapan akılla
ilgili ama kafalar sürekli karıştırılıyor. İnsanlar yaratılan suni
gündemlere gark ediliyor ve taraf olmaya zorlanarak, kaynaklarının
sömürülmesi adına, toplumlarda bölünme sürekli kılınıyor. Batı, insan
hakları, kimlik, travma gibi özünde masum kavramları dünyanın birçok
ülkesinde çoğu zaman kendi çıkarları için, toplumsal bölünme yaratmak
üzere kullanıyor. Bu argümanları da demokrasi ve özgürlük adına
yutturuyorlar. Milliyetçilikle, dinle, boş siyasetle, suni gündemlerle,
yapay kavramlarla, psikolojizasyonla, günlük hayat gailesiyle, açlık
sınırında yaşamanın psikolojisiyle insanların ruh halleri bozuluyor...
Tabii bu durumda insanlar mücadelelerini hangi güce karşı ve hangi
siyasi bağlam ve gündem içerisinde yapacaklarını da şaşırıyorlar. Bu
ülkede ve belki pek çok ülkede de gerçek gündemi ve hedefi
belirleyebilen, halktan yana irade sahibi bir siyasetçi yok. Bu global
sistem içinde böyle bir lider olmak pek kolay değil günümüzde.Dünyada
Amerika'ya karşı makul bir duruş sergileyebilen, kendi ülkesinin
çıkarlarını koruyabilen kaç lider var? Global sistem ülkelerde
muhalefeti ya iktidarla ya global güçlerle işbirliğine zorlayarak ya da
elinden medya gibi bir güç, işbirlikçi sermaye vasıtasıyla alarak
etkisizleştiriyor. Öte yandan, sanırım muhalefet liderleri de bütün bu
karışıklıkla başedebilecek kadar akıllı ve stratejik değiller; akıllı
olsalar bile onların da imkanları sınırlı, etrafları akıl karışıklığına
bağışık olmayan siyasetçilerle sarılmış vaziyette. Toplumların ve
insanların karşı çıkması gereken tek bir şey var; o da dünya
kaynaklarının talan edilmesi, ama ne yazık ki isteyerek ve istemeyerek
global sistemin bir uzvu haline gelen siyasiler onları şaşırtıyorlar.
Bir de bakıyorsunuz "insan hakları" gibi kavramları kullanarak siyasette
konuşlanmış ve sahne almış birçok siyasi kimlik ortaya çıkıyor. Üstelik
bunlar arka planda insanlıktan da epey uzaklar. Böyle bir ortamda kimin
ne yaptığını, niye yaptığını anlamak mümkün değil. Daha da kötüsü ne
yaptıklarını, niye yaptıklarını gerçekte bilemediğimiz, büyük olasılıkla
kendileri de bilmeyen siyasiler, bazı içi boş argümanları kullanarak
arkalarına çok geniş olmasa da önemli sayılabilecek bir halk kitlesini
de alabiliyorlar. Bu da toplumların eğitim düzeyiyle ilgili. Demokratik
açılımı birbirine karşı ve başkalarına rağmen yaptığı yanılgısı içinde
bir toplum düşünün... Aslında toplum kesimlerinin tamamına yakını
birbirine eziyet etmek, demokratik haklarını gasp etmek niyetinde hiç
olmamışlar; fakat onlara taraf, hatta hasım oldukları yanılgısı
yaşatılıyor. Çünkü başka bir nedenle taraf olmaları sonucunu doğuran
çelişki ve çatışmalar, hiç de taraf olmayacakları bir meselede bile
taraf olmalarına yol açmış durumda. Bu olgu tıpkı takım tutmaya
benziyor. Bugün bu ülkede birbirleriyle çelişki ve çatışma içinde olacak
bir neden olmasa bile tarihteki bir takım talihsiz, insanı bedbaht eden
olaylar topluma ve halklara, ilgili gruplara hatırlatılarak barış ve
birlik bozulmaya çalışılıyor. Bence bu durum yerel, ulusal bir sorun
değil, global bir sorun. Global sermaye ve onun oluşturduğu ivme
kazanmış ekonomik, siyasal, sosyal dinamikler sistemin ve insanların
akıllarının bu yolda yürümesini sağlıyor. Benim, bütün bu
söylediklerimde yargılayıcı olduğum sanılmasın. Global güçlerin
yarattığı düşünsel momentler içinde yolunu bulmak da siyasiler için
oldukça zor olabilir. Sonuçta siyasiler de hemen herkes gibi zaafları
olan insanlar.Şimdi bu ortam içinde Gezi
olayları enteresan bir birliği temsil ediyor. Sanki toplum ve insanlar
"suni çatışmaları, akıl karışıklığını bir kenara bırakalım; bakın sadece
Gezi Parkı'nda değil, her yerde doğa, güneş, dünya, yeşil, çevre, doğal
kaynaklar, ne derseniz artık bunlarla birlikte olmazsa olmaz olan
özgürlüklerimiz, değerlerimiz, insanlığımız elimizden alınmaya
çalışılıyor" dedi ve birleşti. "Sırf para ve güç için bizim yaşam
alanımız, yaşadığımız soluk aldığımız yerler, bize insan olmamızın
koşullarını sağlayan tanrının lütfu her şey... Ağaçlarımız, sularımız,
tabiat, kentimiz, yaşam biçimimiz, özgürlüklerimiz, havamız, kaynağında
köpüren suyumuz elimizden alınıyor" dediler. Gezi hareketinin ve
sonrasında hâlâ devam eden sürecin örtük veya açık burada saydığım veya
saymadığım pek çok şeyi içerdiği açık benim için.Çok
üzüntü verici olaylar yaşıyoruz. Ben bir bilim insanı ve psikiyatrist
olarak siyasilerin ne yaptıklarını bildiklerini sanmıyorum ve ne
yapacaklarını da kestiremiyorum. Hiçbirini halktan, insandan,
insanlıktan yana bir iradeye sahip gibi hissetmiyorum. Sanki hepsi bir
orta oyununun oyuncuları. Fakat bu tip süreçlerin içinde ortaya çıkan,
yukarıda kısaca söz ettiğim vicdan, adalet ve merhamet duygusu gibi pek
çok insanî etkenden de umutlu olduğumu söylemeliyim. Günümüzde bilginin
hızla ulaşılabilirliğinden dolayı karmaşık denklemlerin
çözümlenebileceğinden; siyasilerden, paradan, puldan, milliyetçilikten,
hırstan, açgözlülükten bağımsız olarak barış ve sükûnet içinde aydınlığa
doğru yürüyeceğimize eminim.
*Prof. Dr. **Cumhuriyet Gazetesi Çizeri (Semih Poroy'un Cumhuriyet Gazetesinde yayımlanmış çizimlerinden)
|
|
|
Ziyaretçi Sayısı:1000816
|
|