|
|
|
Limon Ağacı
Sınırlara Diren'me
Nagihan Konukcu
İnsan, hayatta kalan kişidir. Elias Canetti
Birkaç ağaçla başladı her şey… Mesele hem buydu, hem değildi. Sıradan yaşamına tutunmaya çalışan bir kadının bir anda kendini olmadık bir mücadelenin içinde buluşuydu önce. Sonra bu sıradan yaşamı, İsrail hükümetinin ve uluslararası siyasetin biricik gündem maddesi oluverince, bir bakıma tarihsel bir hesaplaşma fırsatı olarak Filistin halkının var oluş mücadelesinin simgesi haline geldi.
2008 yapımı Limon Ağacı (Eran Riklis), Gezi direnişinin insana hayatta kalmayı yeniden öğrettiği şu günlerde, uzak bir coğrafyadan ve tarihsel zeminden seslense de, direnme pratiğinin farklı bir sosyolojik ve toplumsal boyutuna tanıklık etmek açısından anlamlı bir film olarak okunabilir ve bu yüzden de sınırların ardındaki “düşman”a daha yakından bakmayı zorunlu kılar.
İsrail ile Batı Şeria arasında uzanan “Yeşil Hat” sınır bölgesindeki evinin bahçesinde yetiştirdiği limonları satarak yaşamını güç bela sürdüren dul bir kadın olan Salma’nın yaşamı, İsrail Savunma Bakanı’nın kendisine komşu olmasıyla birlikte alt üst olur. Filmdeki kadın oyuncuların (savunma bakanının eşi ve onun gazeteci arkadaşı Gera’nın da Salma’ya aynı cümlelerle söylediği biçimde) savunma bakanının komşusu olmak pek de öyle kolay bir şey olmasa gerektir! Salma’nın limon bahçesini, görünürde bakanın ve karısının, politik düzlemde ise ülkesinin can güvenliğine yönelik bir tehdit oluşturduğu bahanesiyle önce kuşatan sonra da yok etmeye çalışan savunma bakanlığı karşısında Salma, dönülmez bir hukuk mücadelesine girişir. İlk duruşmada ağaçlarının kesilmesine karar verilir ama “hayatta payına düşen acıyı zaten çekmiş olan” Salma, daha fazla kaybedeceği hiçbir şey olmayacağını düşünerek, davayı bir üst mahkemeye götürür. Artık karşısında İsrail devleti, yanında ise kendisini başka bir cephede de kalbiyle mücadele etmeye mecbur bırakan, avukatı Ziad’a karşı duyduğu aşkı vardır.
Bir ağacın dalındaki limonun yakın plan çekimiyle açılır film. Eşliğindeki müzik güzel havada resmedilen bir tablonun üzerinde kıvrılıp duran bir fırça gibi tınlasa da, bir süre sonra palette karışan boyalar çok canlı renkler vermez. Filmin ilerleyen akışı içinde sıklıkla karşımıza çıkan sınırlar, tel örgüler, duvarlar ve bunlar üzerinden kurgulanan tarihsel ve politik kuşatılmışlık hali, postmodern dünyanın(!), acı çektirdiği toplumların kimlikleri ve söylemleri değişse bile hep aynı kalan ötekileştirme ve düşmanlaştırma eğilimlerini açığa vurur. Aynı postmodern dünyanın elinden tüm gelen, yaşamı iki zıt kutbun karşılıklı mücadelesine indirgemekten ibarettir: Yahudiler ve Araplar, kadın ve erkek, iktidar ve halk, zengin ve fakir, direnenler ve kaybedenler. Bu mücadelenin içerden ve dışardan “seyirci”lerininse refleksleri yüzyıllardır değişmiyor: İktidar sahiplerinin klişe nutukları, bu nutukları milyonlarca kez duymuş insanların ısrarcı sessizlikleri; siyaset söz konusu olduğunda insani değerlerin önemini yitirişi ve uluslararası hukuk kurallarının yeniden tanımlanışı.
“Yuva”yı Korumak
Güvenlik duvarlarıyla çevrili ve gözetleme kulesinin gölgesindeki bakan villası, terör saldırılarına açık limon bahçesine karşı korunur. 50 yıllık geçmişiyle bu bahçe, her saniyesi kameralarla kayıt altına alınan klostrofobik villa yaşamının karşısında; tarihsel anlamda varoluşun, emeğin, zamana ve acılara direnmenin sembolü olarak anlam kazanır. İnsanın ve ürettiklerinin sınırsız bir tüketim ve dolaşımdan kendini koruyabildiği bu bir avuç toprak, İsrail devletinin kendisini korumak zorunda olduğu “görünmez düşman”a ev sahipliği yapma tehlikesiyle, bir anda stratejik bir tehdide dönüşür. Savunma bakanı televizyonlara ve gazetelere verdiği demeçlerde rahmetli babasına ve atalarına atıfta bulunarak, sınırlardan ve insanlardan bahseder. Fakat babasının “ancak sınırlar belirlenirse insanların amaçlarına ulaşabilecekleri” sözünü şiar edinirken, “ağaçların da tıpkı insanlar gibi olduğu ve saçlarının teline zarar gelmemesi gerektiği” uyarısını kulak arkası eder. Ülkesinin önünde terörü nerede saklanırsa saklansın, bulup yok edeceğine dair söz verir. Terörü yok etmeye de limon ağaçlarından başlayacaktır!
Salma’ya önce devlet eliyle resmi bir evrak gönderilir. İbranice bilmeyen Salma, evrakı okuması için, yıllar önce kaybettiği kocasının arkadaşlarından biri olan Abu Kamal’e gider. Anlaşılır ki, devlet ağaçlarını “kesin ve acil askeri bir zaruret” nedeniyle kesecek, bunun karşılığında tazminat “bile” ödeyecektir. Abu Kamal “Bize hapishaneler kurmak için elimizden ne kadar toprağımızı aldılar unuttun mu? Kaç evimizi yaktılar?” diyerek Salma’ya İsrail’in parasını kabul edemeyeceğini söyler. “Ağaçlar yüzünden” sisteme karşı çıkmanın, hele hele bir kadın olarak İsrail hükümetine kafa tutmanın olanağı neredeyse yoktur erkek dünyasında. Burada salt Arap-Yahudi ayrışması bağlamında bir çatışma doğmaz; erkek-kadın odağında da direnmek erkeğin harcına düşer; kadın, yaşamını “geride kalan” olarak sürdürmeye, yuvasını korumaya yazgılıdır.
Peki devletlerin çizdiği sınırlardan daha mı az tehlikelidir insanların birbirleri arasına çizdikleri? İktidar sahiplerine göre tanımlanmış bir demokrasi tanımı üzerinden köşeleri tutulmuş dünya, birlikte yaşamak için bu kadar küçük bir yer mi? Birilerinin (çoklukla) haksız yoldan edindiği bireyci konumlarını yitirmemek adına, “öteki” varsaydığının toplumsal değerini alaşağı etmesi, onu tehdit olarak algılayarak yok etmeye çalışması, hangi yaşamsal pratiklerin sınırlarını ihlal eder? Ülke çıkarlarını mı yoksa kişisel çıkarları mı? Hoşgörü ve adalet mi? Ya da film özelinde bu soruyu şöyle sormak daha yerinde olabilir: Hangi “kesin ve acil askeri bir zaruret”, insan yaşamını ve onurunu bu kadar değersizleştirebilir?
Kadının dili
Sınıra yakın yaşamak korkutur mu bir kadını? Peki ya bir kadının sınırlarına teklifsizce dahil olan bir başka kadını? Erkeklerin konuşarak çizdikleri sınırları, iki kadının sessizlikleri üzerinden kurdukları gizli dayanışma, yavaş yavaş silebilir oysa.
Anadilleri farklı olsa da konuşabildikleri ortak bir dile sahip olduklarını geç de olsa fark eden iki kadın Salma ve Mira. Uzun süre birbirlerini görmezden gelmelerine neden olan duvarlara, tel örgülere ve korumacı erkeklere rağmen, sonunda biri diğerinin yanında buluverir kendini. Birer kadın, birer anne olarak Salma ve Mira’nın eşitlendiği biricik alan burasıdır. Başta her ikisinin de kullandığı eril/kullanmadığı dişil dil, birinin sisteme ve kalbine, diğerinin ise eşinin politik duruşuna karşı bir direnç ideali olarak kendi ruhunu ve eylemliliğini yaratır. Salma kendinden yaşça küçük avukatının aşkıyla kavuştuğu özgürlüğünü, bu aşkın görünürlük kazanması nedeniyle gördüğü baskı sonucu sineye çekerken; diğer yanda limon bahçeleri için hukuksal zeminde verdiği mücadeleye sıkı sıkıya tutunur. Mira ise eşinin politik gerekçelerle aldığı önlemler yüzünden neredeyse eve kapatılmasına, duygusal bir muhalefetle karşılık verir. Aslında Mira’nın kullandığı dilin başından beri aynı dil olduğuna ve fakat yönünü değiştirerek, eril söylemin giderek aşınmasına karşı bir dirence evrildiğine, bu direncin film ilerledikçe Mira’nın suskunluğunda somutlaştığına tanık oluruz. Bakanın tüketilemeyen ve her zaman onanan dili, Mira ile evlat edindikleri kızları Sigi ile olan ilişkisizliğinde Mira’nınkine benzer bir suskunluğa bırakır yerini. Özel alanda kadına “terk ettiği” aile içi iletişim rolü, İsrail için Araplarla kurulan/kurulamayan ilişkiye benzer ve neredeyse yok hükmündedir. Salma’nın kendi çocukları ile olan ilişkisi de farklı değildir; bahçesi için sistemle karşı karşıya geldiğinde bile yanında yer almazlar. Salma’nın korkuları ancak, genç avukat Ziad’ın gösterdiği duygusal yakınlık sayesinde azalır, böylelikle bahçesinin dışındaki dünyada Salma’ya da bir yer açılır. Bu yeni yerin ayırdına varanlar, şüpheci gözlerle baktıkları Salma’ya, eski sınırlarını işaret ederler. Salma devlete karşı var gücüyle direnirken, geleneksel normlar karşısında düşünceli sessizliğine bürünür ve aşk, onun için geçmiş zamanda kurulmuş bir cümle gibi anlamsızlaşır. Aşka, kalbe direnmek, Salma için politik bir anlama kavuşur; mücadelenin olduğu yerde aşk feda edilebilir bir şeydir çünkü.
Bugün özel olanın içeriğine ve biçimine karar veren sistem, kamusal ve özel alanın sınırlarını silikleştirerek, sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini unutma refleksi içinde kendini gerçekleştirir. Birilerinin yaşamının başladığı yerde birilerininki son bulur. Ya da bir şeylerin kazananı, diğerini kaybeden ilan eder. İsrail devleti, savunma bakanını “gizli” düşmanları karşısında güvenlik altına alırken, Salma’nın halihazırda sahip olduğu yaşama hakkını kendi çizdiği sınırlara çekmeye çalışır ve sözüm ona bunu, iki tarafın da dengelerini gözeterek yapar. Burada dengeyi tek bozan ise Mira’nın Salma’nın yanında yer alışıdır. Üst mahkeme, davayı ağaçların bir bölümünün budanması yönünde karara bağlarken, sonuç yine de Filistin halkı adına İsrail devleti karşısında kazanılmış bir başarı gibi durur. Salma’nın duruşma salonunun çıkışındaki güçlü ama yorgun duruşu, bir Arap olarak Yahudilerin, kadın olarak da erkeklerin dünyasının ne kadar uzağına düştüğünü daha da görünür kılar.
Filmin sonunda savunma bakanı karısının ihlal ettiği sınırların içinde Mira’sız, Salma ise sistemin ve eril dünyanın belirlediği sınırların ardında Ziad’sız kalır. Savunma bakanı ilk ve son kez Salma ile benzer bir boşluğun içinde eşitlenir. Bakan, villasını kuşatan güvenlik duvarlarının ardında, Salma ise kesilmiş ağaçlarının arasında tek başına belirir. Bu savaşın bir kazananı olmamıştır…
Ağaç Meselesi
Filmde de söylendiği gibi “Bu ağaç meselesi bir çılgınlık”tır.
Bir insanın geçmişini, elinde kalan tek varlığını korumak için direnmesi, terörü ağaçların arasında (bugün bir parkta, mizahın içinde, insanların kafalarında) aramaktan çok daha büyük bir çılgınlık!
Salt direnme fikrinden değil, direnmenin kendisinden bile korkan bir anlayışın karşısında, kitap okuyarak, mizah yaparak ve durarak var olabilmek, çılgınlık!
Mesele bazen ağaçtır, bazen değil. Söz konusu birilerinin, kitlelerin kendi yaşamları üzerinde söz sahibi olma haklarının yavaş yavaş meşru (!) yollarla ellerinden alınmaya çalışılması ise, mesele her şeydir…
Bir ağaçla başladı her şey (film de öyle). Nerede kopmuştu ilk gürültü; nerede birbirimizin bu kadar uzağına düşürülmüştük de, şimdi hatırlamak lazım gelmişti yeniden isimlerimizi? Birbirini aynı yara izinden tanıyan herkes yavaş yavaş açık bırakıp evlerinin kapılarını kendini sokağa atıyor, yeryüzüne kuruyordu artık sofrasını. Dinliyordu yanındakini, el veriyordu sendelerse eğer. Kayıplarına uzak coğrafyalardan dualar gönderiyor, yitirdiği çocuğu için ağlayan annelere, evlat oluyordu. Nerede başlayıp nerede bitmişti birilerinin insanlığı; işte sokaktaki kadın, çocuk, genç, yaşlı bir ülke dolusu insan, o insanlığın tarifini bugün yeniden yapıyordu…
|
|
|
Ziyaretçi Sayısı:1001238
|
|