YARATILMIŞ "GÜZELLİKLER" YA DA FOTOĞRAFTA ORYANTALİST BAKIŞ
Fotoğraf, ne
maksatla çekiliyor olursa olsun, fotoğrafçının aklında beliren görüntünün
başarılı ya da başarısız bir biçimde duyarlı yüzeye aktarılmasıdır. Görüntü,
öncelikle fotoğrafçının niyetidir; anladığı, görmek istediği ve göstermeye
çalıştığı şeyin adıdır. Hal böyle olunca fotoğrafçının içinde bulunduğu
gerçeklik, görüntüye çok farklı biçimlerde yansıyabilir. Bu yansıma zihnin
yansımasıdır, algının dışa vurumudur.
Algı, eğer
kişisel ifadenin eksenini kuran unsursa, fotoğrafçının içinde yaşadığı şartlar,
yetişme koşulları ve edindiği kültür, yani bir bütün olarak kendi gerçekliği,
fotoğrafçının algısını belirler.
Fotoğrafçının
zihni, bulunduğu ortamda, “buradan bir “güzellik” nasıl yaratabilirim?” diye
işliyorsa farklı bir görüntü, “buranın gerçeği nedir?” diye işliyorsa farklı
bir görüntü çıkar ortaya. Tıpkı bunun gibi toplumların da fotoğrafçıların
yaklaşımlarına göre değişen görüntüleri vardır. Bu görüntüler, yaratılmış
imajlar olabileceği gibi bir hakikat arayışının hikayesi de olabilir.
“Yaratılmış
imaj” dediğim şey, iki boyutlu imgeler aleminde, yani resim ve fotoğrafın
dünyasında, en somut biçimde oryantalist bakış olarak tezahür eder.
Oryantalizmi en genel ifadesiyle; hayal edilmiş doğunun kendi gerçekliği
dışındaki imgelerle yeniden yaratılması olarak düşündüğümüz zaman, muradımızı
daha rahat izah etme şansı buluruz.
Bir ülkede
fotoğraf çeken amatör, profesyonel, genç hevesli ya da olgun usta, her kim
varsa, ürettikleri görüntülerle bir “toplam görsel kanaat” oluştururlar. Yaygın
dolaşan fotoğrafların oluşturduğu bu kanaat, aynı zamanda fotoğrafçıların
yaşadıkları toplum hakkındaki ortalama algısıdır. Bu algı, fotoğrafçıların
sınıfsal ve siyasal konumlarından ayrı düşünülemeyeceği gibi, yetiştikleri
kültürün, aldıkları eğitimin zihniyet dünyasından da ayrı değerlendiremeyiz.
Sözün tam
burasına iki not düşerek devam edelim ki yolumuz kapanmasın. Bunlardan biri:
Elbette yukarıdaki tanımın istisnaları vardır. Genel algının dışında bir bakış
açısıyla üretilen imgelerle yaratılmış bir toplumsallıktan elbet söz edebiliriz
ama bu aykırı bakış nadirattan olmakla kalmaz, bulunmaz Hint kumaşıdır bizim
memlekette. Diğer notum ise şudur: “Biz de zaten ‘orient’ mensubuyuz. Kendi
toplumsallığımıza nasıl olur da dışarıdan bakışla kendi gerçekliğinin dışında
imgeler üreterek yaklaşabiliriz” lafını hiç duymasak keşke, çünkü daha kıymetli
bir şey yoktur ki kişinin kendini bilmesi kadar kıymetli olsun.
Kişi hele fotoğrafçıysa,
kullandığı aletin doğası gereği dışardan bakmaya meyyaldir. Üstüne üstlük MEB
tornasından geçtikten sonra YÖK’lü eğitim perdahına maruz kalmış bizim gibi
faniler, ulus devletin kurucu ideolojisiyle hesaplaşmamışlarsa, oksidentalizme
savrulmadan sıkı bir oryantalizm detoksu yapmamışlarsa, hiç debelenmeden egemen
algıya teslim olmuşlar demektir. Büyük harfle ORYANTALİST bakışa sırf
zihinlerini değil ruhlarını da teslim etmişler demektir. Ne diyorum: Bir önceki
kuşak gibi bugün olgunluğa yaklaşan fotoğrafçı kuşağı da eşyanın tabiatı gereği
erkek egemen bakışla oryantalist imgelere meyyal ve tekçi zihniyetin fotoğraf
alanında yeniden üretimini üstlendi.
En son
diyeceğimi başta dedim.
Yazının
bundan sonrasını sadece “nasıl yani?” diyerek merak edenler okursa, ne bu
meraka düşmemiş arkadaşlar zaman kaybetmiş olur, ne de ben önyargıyla satırlarda
gezdirilen gözlerin kem bakışına maruz kalırım.
İster
içselleştirilmiş oryantalist bakışla üretilmiş olsun, ister “batının yarattığı
hayali doğunun görsel klişeleriyle üretilmiş olsun, o fotoğraflar gerçekle
ilişkileri itibariyle tartışmalıdır. “Fotoğrafçının göstermek istediği budur ve
öyle beyan edildiği için gerçekle ilişkisini sorgulamak kimsenin haddi değildir”
diye düşünülebilir. Gel gör ki hakikatiyle ilgilenmeden yaratılmış güzellikler,
o yerin yaratılmış imajlarıdır, gerçeğin değil fotoğrafçının zihnindeki
güzelliğin yansımasıdır, tümüyle kişiseldir. Böyle sunulduğu ve bilindiği
sürece sorun kalmaz.
Ancak bu
fotoğraflar aracılığıyla bir yerin gerçekliği konusunda bilgilendirme yapıldığı
öne sürülüyorsa ve sürekli tekrar edilen birbirine benzer imajlarla o yerin bütününe
dair bir kanı yaratmışsa önemli bir algı problemi yaşandığı ortaya çıkar. Ya da
bilerek seçilmiş bir davranışsa eğer, adı gerçeklikten kaçıştır. Bu fotoğraflar
sayesinde, gerçeğin ekseninde beliren hatırı sayılır kaymayla birlikte ortaya
çıkan yabancılaşma, fotoğrafın da fotoğrafçının da toplumsal sorumluluğu
açısından problemlidir.
“Görünen” ile
“gerçek” arasındaki ilişkiyi sorgulamakla başlar her şey. Belki biraz da işin
doğasından kaynaklanıyor olsa gerek bu durum. Fotoğraf çeken biri, o sırada
kafasında oluşan görüntüyü gözleriyle görerek kaydettiği için mutlak bir
gerçekliği ele geçirdiği hissine kapılır. Üstelik ortaya çıkan görüntü,
gerçeğinden daha “gerçek”, gözle görülenden daha “güzelse” fotoğrafçının hisleriyle
de birleşerek sarsılmaz bir doğruluk kazanır. Fotoğrafın asıl problemi de
buradadır ki başkasını inandırmadan önce fotoğrafçısını ikna eder. “Vardı,
oldu, ben gördüm, böyleydi.” Peki ama görülen gerçek midir ve gerçeğin
doğrulaması için yeterli midir?
Şu soruyu da
ekleyerek devam etmek istiyorum: “fotoğrafın fotoğrafçıyı çektiği” bir görüntü
olmaz mı? Yani bir hayalin görüntüsü kamera tarafından yaratılamaz mı?
Türkiye
fotoğrafı bu açıdan oldukça ilginç bir manzara sergiliyor. Dolaşıma girmiş
fotoğrafların toplamı nasıl bir Türkiye görüntüsü yaratıyor sizce? Kimdir bu
memleketin fotoğrafçıları? Etraflarına nasıl bakarlar? Nelerle ilgilenirler,
hangi konuları nasıl çekerler? Kimlere, nerede ve nasıl gösterirler? O
fotoğraflara bakanlar hangi sosyal katmandan gelir ve hangi ihtiyaçlarını
karşılamak için fotoğraflara bakarlar? Bu soruların cevabını aramak üzere
başlatılacak bir çalışma oldukça ilginç sosyolojik verilere ulaşır besbelli. Ayrıca
fotoğrafçıların ve fotoğrafların hayatımızdaki yerini anlamak açısından da
aydınlatıcı olur.
Tümüyle
gözlemlere ve kişisel yoruma dayanarak söyleyebilirim ki, fotoğrafçıların
yarattığı Türkiye, hoşlukların, güzelliklerin ülkesidir. Bir dönem sıkça “Türk
fotoğrafı var mı?” türünden tartışmalarla fotoğrafımızdan bir ekol olarak söz
edilip edilmeyeceği tartışıldı. Bence bu tartışma uzunca bir süredir
sonuçlanmış durumda. Cevap bellidir: Türk fotoğrafı diye bir şey vardır. “Her
tür gerçeklikten klişe güzellikler yaratma ekolünün adı Türk fotoğrafıdır.”Ya
gerçekliğin kendi bilgisi? Ya o gerçekliğin öznelerinin hakikatleri, hisleri ve
tepkileri? Bu hiç mühim değil, çünkü içselleştirilmiş oryantalizmde olduğu
gibi, “içselleştirilmiş estetikçi fotografik bakış”ta da algının ekseni en
baştan kaymıştır.
Bu kayma,
fotoğraflar ve fotoğrafçılarla sınırlı kalmaz, öznelere de sirayet eder.
İnsanlar, kendi gerçeklikleriyle fotoğraflar aracılığıyla yüzleşmekten
genellikle hoşlanmazlar. Haklı da olabilirler. Fotoğrafın gerçekliği yansıtan
ve sorgulayan etkisinden çok, başka bir takım değerler taşıyor olması
önemsenir. Öncelikle de görüneni güzel göstermesi beklenir.
Velhasıl
sorun sadece fotoğrafçıda değil, öznesinde hiç değil, biraz da fotoğrafın
kendisinde, tabiatındadır. Fotoğrafçı, izleyici ve fotoğrafın öznesi aynı hatta
buluşuyorlar. Gerçeğin değil, “zihinlerde yaratılmış güzelin” hattında. Biraz
daha iyimser söylersek, gerçeğin fotoğrafa kurban edildiği güzelin hattında.
Ne demek
istediğimi örnekleyerek açmak gerekirse lafı fazla uzatmadan Roland ve Sabrina
Michaud’un çalışmalarına bakmak yeterli bir başlangıç olabilir. Yıllardır
“orientte” dolaşarak muhteşem görüntüler yakalayan bu ikili, geçen yüzyılın
oryantalist ressamlarının tablolarını önlerine koyarak orada görünenlerin
aynısını Asya’da fotografik olarak yeniden ürettiler ve yan yana yayınladılar.
Fotoğrafları doğrudandı. Yani herhangi bir kurmacaya, prodüksiyona
başvurulmadan gerçek hayattan üretilmişti. Bu örneği “fotoğrafta oryantalist
bakış” meselesinin, “bunlar hayali klişelerin yeniden üretildiği
fotoğraflardır” yargısına bir çırpıda kurban edilecek kadar basit bir mesele
olmadığını söylemek için, kendimi de tashih etmek amacıyla verdim. Ama aynı
ikilinin yine kitap olarak yayınlanan “Orient in Mirror” çalışması ile “India
in Mirror” ve “Türkiye” çalışmalarına bakacak olursak, bizdeki yaygın
fotoğrafçılık anlayışının ustasıyla, yeni yetmesiyle yurt içinde ve dışında
çektikleri fotoğrafların bu işleri yeniden üretmeye çalıştığını görürüz. Batı,
hayli zamandır felsefede, politikada ve sanatlarda içselleştirerek ürünlerine
yansıttığı oryantalist bakışı fotoğraf alanında en hasından Michaud’ların
üretimiyle devam ettiriyor zaten, hem de adını koyarak. Peki ama ya orientteki
taklitleri ne yapıyor? Eğer içselleştirilmiş oryantalizm bu değilse nedir?
Gel gör ki
hayli abartılı bir durum bu. Bir anomali. Çevrede güzellikler keşfetmeye
çalışarak egzotik görüntülerin hayali atmosferinde hayatı anlamlandırmak
faydalı bir uğraş olarak saygıya değer görülebilir. Zaten yorucu iş saatleri,
kaotik şehir hayatı içinde bunalmış orta sınıftan şehirli insanların boş
vakitlerinde fotografik güzelliklerle haşır neşir olmaları iyi bir şeydir.
Lakin bu masum uğraş, bütün bir ülkenin fotoğrafa yansıyan toplam görüntüsü
haline gelmişse ürkütücü bir manzara çıkar karşımıza. Olur da bu kadar mı
Türkiye gerçeğinin dışı olur diye. Bu kadar mı hayali bir “öteki” algısıyla
romantize edilmiş toplumsallıklar sergilenir diye.
Fotoğrafçıların
yarattığı Türkiye nasıl görünüyor? Biraz da oryantalist merakla her genç
fotoğrafçının ilk aklına gelen konuların arasında bulunan balıkçılar, kahveler,
pazaryerleri, zanaatlar, eski sokaklar, kırsal hayat, köy halleri… nasıl ele
alındı bugüne kadar ve ortaya çıkan görüntülerin toplamı neye tekabül ediyor?
Balıkçılık
mesela. Üç tarafı denizlerle çevrili bu ülkede bir türlü doğru dürüst
yapılmayan, çevreyi kirleten, deniz canlılarının kökünü kurutan, ağır bir emek
sömürüsünün ve insanlık dışı çalışma koşullarının egemen olduğu balıkçılık
sektörü, ciddi problemler barındırmasına rağmen balıkçı fotoğraflarında
bunların hiçbirini göremeyiz. Bize gösterilenler, romantik ışıklarla yıkanan
zamanlara aittir, balıkçılık ise kim oldukları, nasıl yaşadıkları pek
anlaşılmayan insanların, renklerle oynaşarak yaptıkları bir uğraştır. Bu
güzellikler içindeki hayatta fotoğrafçı da, fotoğrafı çekilen de, fotoğrafa
bakan da, hatta ölü balıklar bile mutludur.
En sık
rastlanan ve severek çekilerek dolaşıma sokulan konulardan biri olan
kahvehaneler de bu yaklaşımdan nasibini alır. Son kalmış “nostaljik” hislerin
mekânı olanlar dışında ağır işsizliğin, yoksulluğun, hoyratlığın erkek mekânları
olan kahveler, aynı zamanda, ağır politik ortamlardır. Kanaat, kararlar,
siyasal tutum alışlar buralarda belirlenir. Peki, kahveler fotoğraflarda bize nasıl
gösterilir?
Bu örneklerden
yola çıkarak tipik bir zihniyete ulaşılır. Sorun güzellikleri görmekte değil,
her ahval ve şerait altında bir güzellik yaratma bilinciyle donatılmış
olmaktadır. Bırakalım bazı şeyler çirkin bile olsalar kendi gerçekliğiyle
fotoğraflarımıza yansısın. Aksi takdirde, bugünden geleceğe, adına fotoğrafçı
denilen büyük toplamın ürettiği görüntülerin yarattığı muhteşem bir Türkiye
fotoğrafı kalacak. Şöyle ki: Alaca bulaca renkler arasında yaşayan, şen şakrak
çalışan, huzur içinde dinlenen, melek gibi insanların, pembe yanaklı mutlu
çocukların, korunmuş tabiatın cennet ülkesi Türkiye. Yalan.
Arada bir
parazit yapan siyah beyazlarla sosyal problemlere, görünenlerin arkasındaki
gerçeğe dair kafa yoran, hayata müdahil olmaya çalışan münasebetsiz görüntüler
bu imajı bozmaya yetmeyecek.
“Bu kadar da
olur mu?” diye geçiyor insanın içinden. Geçsin. Fotoğraf görmekle başlar malum.
Görmek ise sadece fiziksel bir olay değildir. İnsan görmek istediklerini, ama
asıl bildiklerini ve anladıklarını görebilir. Algıdadır mesele, ama algıyı
hangi şartların yarattığını da unutmamak gerekir.
Fotoğrafçının
zihniyet dünyasında gerçeğin fotoğrafına merak duyuluyorsa eğer, anlama
gayretiyle birlikte “neden?” sorusuna cevap aramakla işe başlamalı. Bu soruya
sahip olmak kolay değildir, yaşanan toplumu sorgulamayı esas almak gerekir. Bir
problemin var olduğunu görmek yetmez, ona dair sorumluluk hissetmek gerekir. Klişe
güzelliklerin peşinde koşan zihnin
meşgul olduğu “nasıl?” sorusundan farklı olarak “neden?” sorusu da önemlidir. “Neden
çekiyorum?” cevaplanmaya değer bir soru olsa gerek. Ya topyekûn biz neden
çekiyoruz?
|