Etnik ve dolayısıyla kültürel çeşitliliği ile gezegenimizin zengin bölgelerinden biri olan Anadolu, devletin şiddeti bakımından da hem tarihsel hem de güncel olarak aynı verimlilikte (!) bir bölgedir.
Aslında bölgede yaşayan insanlar bu yazının konusu hakkında oldukça bilgili ve deneyimlidirler ama ben elimden geldiği kadar devlet ve onun şiddeti konusunda birkaç şey söylemeye çalışayım.
Devlet; bir yaklaşıma göre insanın vahşetten uygarlığa geçişiyle birlikte ortaya çıkmış bir örgütlenme tarzıdır. Şiddet ise; bir ya da birçok insanın, bir kurumun ya da herhangi bir toplumsal örgütlenme tarzının, bir veya birden fazla insan, insan topluluğu, kurum, herhangi bir toplumsal örgütlenme biçimi, genel olarak doğa ve doğanın bitki, hayvan, akarsu, deniz, göl vb bütünleyici parçalarına karşı bazı gerçek, hayali ya da uydurma ve bahane aracı olarak kullanılan amaçlar adına bir menfaat, fayda, ayrıcalık, üstünlük elde etmek, egemenlik kurmak, itibar sağlamak, sevilmek için ya da insanların, hayvanların, bitkilerin davranışını engellemek,onlara belirli bir davranışı ya da biçimi dayatmak için yaşama koşullarına, özgürlüklerine, doğal durum ve gelişimlerine zarar verici, geçici veya kalıcı bir şekilde ortadan kaldırıcı, dolaylı-dolaysız zor kullanımı olarak tanımlayabiliriz. Bu tanımdan yola çıkarak; insanın, hayvanın, bitkinin ve genel olarak doğanın tarihini de saydıklarım ile şiddet arasındaki ilişkinin değişik biçimlerde varoluş anlarının toplamı olarak algılamak ne derece ikna edici olur bilemem ama ben insanın öyküsünün şiddetin tarihsel öyküsüyle iç içe olduğundan kuşku duymuyorum.
Bu noktada, varoluşunu ve görevlilerinin varlıklarını özel mülkiyetin doğmasına borçlu olan devletin “modern zamanlar”da nasıl algılanıp yorumlandığına dair birkaç noktaya değinmekte yarar görüyorum.
Hobbes’tan Hegel’e kadar idealist felsefe “doğal” toplumlarda insanların tutku ve içgüdülerine göre davrandıkları ve birbirleriyle savaş halinde bulunduklarını, oysa akıl sahibi olan insanın akla uygun davranabileceğini ve bundan dolayı insan aklına uygun toplumsal örgütlenme tarzının devlet olduğunu ve insanın bu şekilde özgürleşeceğini vaaz ediyordu. Bu yaklaşıma göre insan devlet kurumunu yaratarak “doğal” topluluklar arasındaki bir düzene bağlı olmayan güç egemenliğini denetim altına almış ve özgürlüğünü bu tarz içinde kazanmıştır. Böylece devlet; insan bireylerin tümünün ortak hayatının en yüksek ve son aşaması olarak sunuldu. İnsanın akla uygun yaşama tarzı devletlilik olmalıydı. İnsan bir kurala bağlı olmayan egemenlik savaşları döneminden çıkıp devletin “düzenleyici”liğine kavuşunca özgürlüğünü de elde ediyordu.
Rousseau ve Kant da insanın akla uygun yaşamasının önkoşulunun devletin varlığı olduğu kanaatini paylaştılar. İnsanlık ancak bir devlet altında yaşadığı takdirde eski “olumsuz” yaşama tarzından “olumlu” yaşama tarzına geçebilirdi.
Hegel “gerçek olan her şey akli, akli olan her şey gerçektir” yaklaşımıyla devlete akla uygunluk ve gerçek olma özelliklerini kattı ve toplumsal bir ihtiyaç olduğunu kabul ettiği devlete tarihsel bir hareket, “tanrının dünyadan geçişi” özelliklerini de atfetti. Bu semavî, dinsel tanımlama ile devletin kutsallığı da benimseniyordu. Hegel feodal mutlakiyetçi rejim ile toplumun kendisi olacağını varsaydığı burjuva devletini uzlaştırma çabasında belirleyici vuruşu, genel olarak devletin kutsallığı yaklaşımı ile gerçekleştirdi ve devletin sonsuzluğu algısını üretirken devletin tarihsel gelişim ile toplumsal gelişimin ilk kez örtüştüğü, sonsuza kadar var olacak bir örgütlenme tarzı olduğunu açıkladı. Burjuva devlet böylece ilk ve kutsanmış savunusunu Hegel’de buldu.
Devlet hakkında ilk farklı yorumu borçlu olduğumuz Marx ise maddi-ekonomik ilişkiler alanı ile siyasal ilişkiler alanına ilişkin Hegel’in idealist yorumuna köklü bir eleştiri yönelterek aslında devletin toplumu, yani maddi ve ekonomik ilişkiler alanını belirleyip düzenlemediğini, tersine, maddi ve ekonomik ilişkiler alanının devleti belirleyip şekillendirdiğini ortaya koyarak o döneme kadar devlet konusunda baş aşağı duran yaklaşımı ayaklarının üzerine dikmiş oldu.
Tarihsel maddeciliğin bu yaklaşımından hareket ederek -hadi şöyle ifade edeyim- antik Yunanistan’da tanrıların, örneğin Zeus’un Yunanların hayatlarını bir düzene sokmadığı ve onların geleceklerini belirlemediği, tersine tanrıların ve bu arada Zeus’un hayatını Yunanların öykülediği fikrine ulaşmak bana akla daha uygun geliyor. Yunanlar, diğer çoktanrılı toplumlardan farklı olarak, tanrılarına insanlara özgü özellikler atfederek aslında kendi öykülerini anlatmış ve bize tapınılan, kutsallaştırılmış, sonsuz, mutlak ve yerinden edilemezmiş gibi algılanan güçlerin aslında sanıldığı kadar yenilmez olmadıklarına ilişkin bir iz de bırakmış olabilirler mi?
Ya da, zamanında, bilinen dünyanın “invicta”sı Roma'nın, sahip olduğu en büyük savaş makinası aracılığıyla elde etmiş olduğu bu yenilemezlik algısının tanrıların “itaat et” buyruğuna karşı gelerek özgürlüklerini arayan Spartacus ve yoldaşlarının bu karşı konulamaz gibi görünen devletin karşısındaki o tarihsel duruşları tanrılar tarafından kutsanmış olan Roma’nın surlarında açmış olduğu gediklerle sevgili ülkemizde geçtiğimiz Haziran ayında “üç ağaç” için başlayan direniş arasında kutsallıkların tartışılması ve insanın “mutlak, sonsuz, akla uygun devlet” altındaki tarihsel öyküsü bakımından bir bağlantı kurmak ne derece mantıklı görünür?
İdealist tarih anlayışına uygun devlet algısı insanı hep itaate ve tanrıların çizdiği “alın yazımız”ı tevekkül ile karşılamaya yöneltti. Ancak dünya nasıl göklerden gelen “ol” komutuyla var olmadıysa, devlet ve dolayısıyla onun şiddeti de, Goethe’nin “Başlangıçta eylem vardı” sözleriyle ifade ettiği gibi, semavî güçlerin komutlarıyla değil, özel mülkiyeti doğuran “eylem” ile birlikte doğdu. Tarih, aslında, mülkiyetin aldığı değişik biçimlerin sahiplerinin farklı biçimlere büründürdükleri ve kendi adlarına baskı altına aldıkları insanların gezegenimizin çeşitli bölgelerinde kendilerini koruma altına almak, hayatlarını iyileştirmek ve bütün devlet biçimlerinin vaat ettiği ancak hiçbirinin gerçekleştirmemiş olduğu özgürlüklerini elde etmek uğrunda yürüttükleri mücadelelerin öykülerinden başka bir şey değildir.
Tarihin idealist yorumu devleti ve dolayısıyla onun şiddetini kutsar, mutlaklaştırır, sonsuzlaştırır ve değiştirilemezliği fikrini benimsetmeye çalışırken farklı bir bakış tarzı insanın ufkunu açtı.
Maddeci tarih anlayışı, devlet adı verilen siyasal oluşumun iş bölümünün, sınıfların ve sınıf mücadelelerinin dolaysız bir ürünü olarak ortaya çıkmış olduğunu açıklar. Bu yaklaşıma göre devlet toplumu değil; toplumun bünyesinde var olan sınıflar ve bu sınıfların arasında cereyan eden sınıf mücadeleleri devletin karakterini belirler. Belirli bir tarihsel ortamda toplumsal ilişki biçimleri tarafından var edilmiş olan devlet “mutlak ve sonsuz” değildir; aslında yok olabilecek, insanlık tarihinin belirli bir anında kaçınılmaz bir ihtiyaç olmaktan çıkacak 'kozmik zaman boyutlarında düşünecek olursak' gelip geçici bir toplumsal varoluş tarzıdır.
Çünkü devlet, “doğal toplum” olarak da tanımlanan ve bizim ilkel komünal topluluk olarak tanımladığımız tarzın bağrında iş bölümünün, özel mülkiyetin ve mübadelenin doğup gelişmesi ve bunun sonucu olarak bu tarzın çözülüp, dağılıp sınıflara ayrılması ile birlikte doğmuş olan değişik bir toplumsal örgütlenme tarzıdır.
Aslında devlet “vahşet dönemi”nin “düzensizlik”ini uygarlık döneminde “düzenli” hale getiren bir kuruma duyulan ihtiyaçtan değil, özel mülkiyetle birlikte mülk sahiplerinin sömürüp baskı altına almış olduğu mülksüzlerin direnişini kırmak gibi bir “toplumsal ihtiyaç”tan doğdu. Tıpkı aslında Zeus’u antik Yunanların yaratmış olduğu gibi.
İnsanın tarih içinde yürüyüşü sırasında köleci, feodal ve kapitalist biçimler almış olan devlet, mülk sahipleri adına baskı altına aldığı mülksüzlerin itirazları karşısında varlığını korumak için şiddete başvurdu ya da başvurabileceğini beyan etti.
Doğu’da ve Batı’da oluşumu farklı tarihsel evrelerden geçmiş olmakla birlikte devlet son çözümlemede belirli bir sınıfın iktidarını ve varlığını ve dolayısıyla sömürü imkânlarını korumak ve itirazları bastırmak işlevini sürdüren bir yapıdır.
Köleciler, senyörler, beyler ya da sermaye sahipleri değişik biçimlerde sürdürdükleri insan sömürüsüne karşı direnişleri şiddete başvurarak bastırmak için silahlı insana ihtiyaç duydu. Jandarma (gens d’arme), yani silahlı insan da farklı tarih dönemlerinde ve devletin aldığı değişik biçimler içinde, polis, ordu vb çeşitli örgütlenme tarzlarına bürünerek bu ihtiyacı karşıladı.
Demek ki, devlet düşünülemeyecek bir zamandan beri var olan bir şey değildir. İşlerini onsuz gören, hiçbir devlet ve devlet gücü fikri bulunmayan toplumlar olmuştur. Toplumun sınıflara bölünmesine zorunlu olarak bağlı bulunan belirli bir iktisadi gelişme aşamasında, bu bölünme, devleti bir zorunluluk haline getirdi. Şimdi, üretimde, bu sınıfların varlığının sadece bir zorunluluk olmaktan çıkmakla kalmayıp, üretim için gerçek bir engel olduğu bir gelişme aşamasına hızlı adımlarla yaklaşıyoruz. Bu sınıflar, vaktiyle ne kadar kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıktılarsa, o kadar kaçınılmaz bir biçimde ortadan kalkacaklardır. Onlarla birlikte, devlet de kaçınılmaz bir biçimde yok olur. Üreticilerin özgür ve eşitçi bir birlik temeli üzerinde üretimi yeniden düzenleyecek olan toplum, bütün devlet makinesini, bundan böyle kendine lâyık olan yere, bir kenara atacaktır: asar-ı atika müzesine, çıkrık ve tunç baltanın yanına. (Engels, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”, Seçme Yapıtlar, c.3, s.402)
Demek ki devletlilik hali ve dolayısıyla şiddete maruz kalmak insanın “alın yazısı” ya da değiştirilemeyecek bir toplumsal tarz değildir. İnsan için hayatın bütün boyutlarında hakikaten özgür olabileceği bir gelecek mümkündür. Yeter ki insan, içinde yaşadığı ideolojik ve hukuksal yapının aslında devleti elinde tutan egemen sınıf tarafından yaratılmış olduğunun farkına varsın.
Devletin şiddeti konusunda oldukça deneyimli ülkelerden birinde yaşıyoruz. Devlet tarafından uygulanan şiddetin doğrudan biçimleri kadar dolaylı biçimlerinin de varlığını hepimiz gözlüyoruz.
Devlet, varlık nedeni itibariyle yalnızca emeğiyle geçinen insanları baskı almakla kalmaz, özellikle bizimki gibi ülkelerde aynı zamanda kadına, genel olarak doğaya ve özel olarak da doğanın ayrılmaz parçalarına karşı uygulanan şiddetin de destekleyicisi durumundadır.
Sermaye sahibinin olduğu kadar erkeklerin, erkek egemen zihniyetin hâkim olduğu bizdeki bu ataerkil yapı kadına yöneltilen şiddet karşısında sessiz kalmakta ve bu görmezden gelişinin, kadına karşı uygulanan şiddetin katliam denebilecek bir düzeye ulaşmış olmasını bile zımnen ya da açıkça “doğal”,”caiz”, hatta, “meşru” karşılayacak kadar erkekçi karakterinden bir adım dahi geri adım atmadığını gözlüyoruz. Çünkü onun, gerektiğinde her türden şiddete başvurarak koruma altına alması gereken genel olarak insan değil, belirli insanlardır. Onun sorunu son tahlilde insan değil sermaye sahibidir.
İnsanlar ve cinsiyetler arasında fark gözeten bir devletten hayvanlar, bitkiler, akarsular, göller, denizler gibi aslında hepsi de kardeşimiz olan canlılar ve cansız varlıklar karşısında duyarlılık göstermesini beklemek biraz saflık olmaz mı!
Evet, bazı devletler bu konularda daha duyarlı davranıyor, bunu biliyoruz. Ama bu devletleri o duyarlılık düzeyine ulaştıran da gene demokrasi ve herkes, her cinsiyet, her etnik varoluş tarzı ve dili olmasa da canlı olan her şey, örneğin bitkiler için de yürütülen mücadeledir.
Bitkilere şiddet uygulanır mı? Uygulanıyor. Bazı kısımları kesilerek estetik olduğu varsayımıyla bazı şekillere büründürülen ağaçlara ya da başka tür bitkilere hangimiz rastlamamışızdır. Bitkilerin de özgürce, istedikleri şekilde büyümeye, gelişmeye hakları yok mudur? Sorunlarını dile getiremiyor olmaları onlara da şiddet uygulanmasını maruz gösterebilir mi? Devlet sadece yaparak değil, yapmayarak da şiddet uyguluyor.
Devlet, örgütlenmiş şiddet aracıdır. Kendisini savunamayacak durumda olan ya da savunması gerektiğinin farkında olmayan insana, kadına, hayvana ve doğaya saldırır. Tarihin farklı dönemlerinde var olmuş değişik mülkiyet biçimlerinin devletleri; baskı altına aldığı kitlelere nasıl kâr ve gelir tutkusuyla şiddet uyguladı ise günümüzde de kapitalistin kâr hırsı, bürokratik yolsuzluklar, rüşvet ve hırsızlıklar, devletin kitlelere karanlıklaştırılmış odalarında döndürülen dolaplar, herkes, her canlı ve her cinsiyet için demokrasi ve özgürlük taraftarlarının maruz bırakıldığı değişik şiddet biçimleri ve bütün bu “sonsuz, mutlak ve değiştirilemez” devlet algısına ve pratiğine karşı yürütülen direniş anları ve korumamız gereken doğanın sonsuz estetik biçimleri “camera obscura” kullanıcılarının da en az bu kurumunki kadar tutkuyla teşhir ve kitlelere aktarılması “eylem”lerinin bugüne kadar olduğu gibi devamını bekliyor.
Bu ülkenin idam sehpaları, hapishaneler, akla hayale gelmez çeşitli eziyet yöntemlerinin uygulandığı işkence tezgâhları ile yüklü son onyıllarını artık bütün duyarlı insanlar ayrıntılarıyla öğrenmiş olduğu için burada bir kez daha aktarmaya gerek duymuyorum.
Ancak geçen yıl Ethem ile başlayıp son kayıp Berkin ile devam etmekte olan devlet şiddetini en fazla hisseden ülkelerden birinde yaşayan kişi olarak biliyorum ki “o fotoğraf” mutlaka çekilecek.