Antonin Artaud diyor ki:
“Van Gogh’un akıl sağlığından sözedilebilir, o ki, hayatı boyunca sadece bir elini pişirmiş ve bundan başka da bir kez sol kulağını kesmekten öteye gitmemiştir,
(…)
Hayır, van Gogh deli değildi, ama resimleri suda yanan ateşlerdi, atom bombalarıydı, ki görüş açıları, o çağda ortalığı kasıp kavuran diğer resimlerin yanında, ikinci İmparatorluk burjuvazisinin ve III. Napoléon’unkilerin olduğu kadar Thiers’in, Gambetta’nın, Félix Faure’un polislerinin kurtçuk konformizmini ağır biçimde rahatsız edebilecek nitelikteydi.
Çünkü van Gogh’un resmi, törelerin belirli bir konformizmine değil, kurumlarınkine saldırır. Ve dış doğa bile, mevsimleriyle, gel git’leriyle ve gün tün eşitliği fırtınalarıyla, van Gogh’un yeryüzünden geçişinden sonra, aynı evrensel çekimi koruyamaz.
Dahası, toplumsal düzlemde, kurumlar parçalanmaktadırlar ve tıp da işe yaramaz ve havayla bozulmuş ceset şekline bürünür, o ki van Gogh’un deli olduğunu açıklamıştır.
Çalışan van Gogh’un açıkgörürlüğü karşısında, psikiyatri artık sadece kendilerinin de takıntıları olan ve kendileri de eziyet gören goriller sığınağıdır, onlar ki insan korkusunun ve boğulmasının en feci durumlarını dindirmek için sadece gülünç bir terminolojiye sahiptirler,
Bozuk beyinlerinin lâyık ürünü olan.
Gerçekten, bir tek psikiyatr bile yoktur ki tanınmış bir sapkın olmasın.
Ve psikiyatrların kökleşmiş sapkınlığı kuralının hiçbir istisnayı kabul edebileceğini sanmıyorum.
(…)
çürümüş bir toplum, kâhinlik yeteneklerinden rahatsız olduğu kimi üstün açıkgörürlüklerin araştırmalarından kendini sakınmak için psikiyatriyi keşfetmiştir.”
Soruyor Artaud:
“Ve nedir sahici bir deli?
İnsan onurunun yüce bir fikrine karşı davranmaktansa, toplumsal olarak anlaşıldığı anlamda deli olmayı tercih etmiş insandır.
Böylece, toplum, kurtulmak ya da kendini korumak istediği herkesi tımarhanelerinde boğazlatmıştır, bazı ulu pislikler konusunda kendisiyle suç ortaklığı yapmayı reddetmiş kişiler olarak.
Çünkü bir deli, toplumun dinlemek istememiş olduğu ve dayanılmaz gerçekler söylemesini engellemek istemiş olduğu bir insandır da,
Ama, bu durumda, içeri kapatma onun tek silahı değildir, ve insanların hemfikir toplaşması, kırmak istediği iradelerin hakkından gelmek için başka yollara sahiptir.
(…)
Bir yandan cinselliği, diğer yandan da, zaten, kilise ayinini, ya da başka ruhsal ayinleri, temel ya da dayanak noktası olarak elinde bulunduran bu oybirlikli pisliğin karşısında, motif üstünde bir manzara resmetmek için on iki mum bağlı bir şapkayla geceleyin dolaşmakta sayıklama yoktur;
Çünkü nasıl yapacaktı zavallı van Gogh, kendini aydınlatmak için?
(…)
Pişmiş el ise, sadece ve sadece kahramanlıktır,
Kesilmiş kulak, dolaysız mantık,
Ve, tekrarlıyorum,
Kötü niyetini amacına ulaştırmak için
Gece gündüz, ve gitgide daha çok, yenilmez olanı yiyen bir dünyaya
bu noktada
çenesini kapamak düşer.
(…)
Van Gogh özel bir sayıklama durumundan dolayı ölmemiştir,
ama başlangıçtan beri bu insanlığın haksız tininin çevresinde çırpındığı bir sorunun bedensel olarak zemini olmaktan dolayı ölmüştür.
Tenin tine, ya da bedenin tene, ya da tinin her ikisine üstünlüğü sorununun.
Ve nerdedir bu sayıklamada insan benliğinin yeri?
Van Gogh kendisininkini bütün hayatı boyunca garip bir enerji ve kararlılıkla aramıştır,
ve bir çılgınlık an’ında, ona varmamanın büyük korkusunda intihar etmemiştir,
ama tersine, ona tam varmıştı ve ne olduğunu, kim olduğunu tam bulmuştu ki toplumun genel bilinci, kendisinden kopmuş olduğundan dolayı onu cezalandırmak için,
onu intihar etti.
(…)
Van Gogh’un kardeşine yazdığı mektupları okurken, kesin ve içten inancına vardım, ‘psikiyatr’ doktor Gachet’nin aslında ressam van Gogh’tan nefret ettiğinin, ve ondan ressam olarak, ama her şeyin üstünde dahi olarak nefret ettiğinin.
(…)
Tıp, kötülükten doğmuştur, eğer hastalıktan doğmadıysa, ve, tersine, kendine bir varoluş sebebi vermek için hastalığı bütünüyle kışkırtmış ve yaratmışsa; ama psikiyatri kötülüğü hastalığın kaynağında tutmak istemiş, ve böylece dehanın kökeninde olan hak arayan başkaldırı atılımını temelinden kovmak için kendi hiçliklerinden bir çeşit İsviçreli muhafız çekip çıkarmış varlıkların ayaktakımı güruhundan doğmuştur.
Her çılgın insanda anlaşılmamış bir dahi vardır, kafasında parlayan fikrin herkesi korkuttuğu, ve hayatın kendisine hazırlamış olduğu boğazlamalara bir çıkışı ancak sayıklamada bulabilmiş.
(…)
Ben de bir tımarhanede dokuz yıl geçirdim ve hiç intihar takıntım olmadı, ama biliyorum ki sabahleyin, ziyaret saatinde, bir psikiyatr’la yaptığım her konuşma, bana kendimi asmak isteğini verirdi, onu gırtlaklayamayacağımı hissettiğimden.
Ve Théo belki maddi olarak kardeşine karşı çok iyiydi, ama bu onu sayıklayan, meczup, sanrılı sanmasını engellemiyordu, ve o, sayıklamasında onu izlemek yerine,
sakinleştirmeye çaba harcamaktaydı.
Sonra da pişmanlıktan ölmüşse, bunun ne önemi var?
Van Gogh’un dünyada en çok bağlı olduğu şey, kendi ressam fikriydi, kendi korkunç fanatik, kıyametsel meczup fikri.” (1) * ‘Meczup’, daha doğrusu, ‘meczub’ Arapçadan dilimize girmiş ve artık ‘anlaşılmaz’lar safına yürümüş bir kelime… ‘Meczube’ de var… Anlam(lar)ı şu(nlar): “1. Kendine doğru çekilmiş, bir tarafına çekilmiş. 2. Tanrı sevgisine tutulmuş, bu yüzden kendinden geçmiş. 3. Divane. Aptal.” (2)
Doğrusu, burada Van Gogh’a en yakışanı, “kendine doğru çekilmiş, bir tarafına çekilmiş” olmaktır… Ya da, ‘resim sevgisine tutulmuş, bu yüzden kendinden geçmiş’ denebilir ona… Fıkradaki ‘deli’nin, tımarhaneden ‘dışarıdakilere’ cevabındaki gibi, dışarıda ‘normal’le taçlandırılmış kalabalığın ‘hayat edişi’ne sırt çevirmişliği kadar, sırt çevrilmişliğiyle ‘boyayarak’ dünyanın yüzünü değiştirmeye soyunmuş bir figür, Van Gogh…
Aynı sözlükte, ‘divane’, Farsça-sıfat olarak yer alıyor ve “1. Deli 2. Aptal” la karşılanmış. Bu sözlük “Osmanlıca- Türkçe Sözlük” olduğundan, “deli” ve “aptal” maddeleri yok; “abdal” (“ebdal”) maddesi var: “Arapça, isim. (Arapça aslında çoğul olan bu sözcük Türkçede tekil olarak kullanılır ve abdalan olarak Fars kuralınca çoğul yapılırdı) 1. Evliyalar, erenler. 2. Tarikat adamı. 3. Gönlünü Tanrıya vermiş, dünya ile ilgisini kesmiş kimse. 4. Bön insan, aptal.”
Evet, bir “abdal”dır Van Gogh… ‘bön’ ve ‘aptal’ olmayan bir abdal…
Ferit Edgü, ‘yalvaç’ der ona… * Bir de ‘psikiyatri kurumu’nun gözüyle bakalım Van Gogh’a…
Bunun için, Süleyman Velioğlu’nun, “Akıl Hastası Ve Sanatçı” adlı kitabına başvuracağız. Yazar, kitabın kitapla aynı adı taşıyan bölümüne şöyle başlıyor:
“Genellikle sade insanlar, sanatçıyı, ya kendilerinden ayrı, gizemli yarı tanrısal bir varlık sayarlar; ya da toplumsal kuralların dışında yaşayan, garip, acaip, yarı deli bir kişi sanırlar.
Sanatçının yarı tanrısal bir varlık sayılması, yaratıcının hekim, hakim ve sihirbaz olduğu Şamanizm dönemlerinin bir kalıntısı olarak yorumlanabilir. Ve de, esin’in tanrısal bir şey olduğu inancının geçerli olduğu, yaratmanın esin’e bağlı bir çaba olarak düşünüldüğü romantik çağdan süregelen görüşlere bağlanabilir.
Sanatçının yarı deli sanılması ise, onun dünya görüşündeki özgünlüklerden ve yaratma süreci ile ilgili psikodinamik nedenlerden doğar.
Bazı sanatçılar, geçerli olan toplumsal ve kültürel değerleri geliştirmek, bazıları da, değiştirmek çabası içindedirler. Bu sonuncular, geçerli olan değerlere aykırı gelen atılımlarından ve davranışlarından ötürü garipsenir, yadırganırlar.
(…)
Yaratıcı kişi, sanatçı, sade insanların sandığı gibi, ne tanrısal bir varlıktır ne de psikotik. Onu sade insandan ayıran özellik, nitel değil, yalnız niceldir.
Fakat, yaratıcılar, sanatçılar arasında da psikoza yakalanmış olanlar vardır; yalnız, sayıları sanıldığından çok azdır. Konumuzla ilgisinden ötürü, plastik sanatlar alanından verdiğimiz, psikotik, ya da psikotik olduğu tartışılabilen ünlü sanatçı adlarından bazıları şunlardır: H. Bosch, B. Michelangelo, T. D. El Greco, F. Goya, W. Blake, R. Dadd, E. Munch, C. F. Hill, J. Ensor, H. T. Lautrec, V. Van Gogh…
Değil sade insanlar, sanat tarihçileri bile, psikotik sanatçıları mitleştirme eğilimindedirler. Psikoz gösteren sanatçıyı trajedi kahramanı gibi algılarlar. Kişiliğinin bir boyutunda imrenilen, sanatta çığır açmış bir kişi olmak; bir başka boyutunda acınan, hakkında, ‘… şu kulağını kesen garip adam…’ denilen bir kişi olmak. Bu garip sentez sade insanlara çekici gelir. Ve böylece, psikoz, bir sanatçının ününe ün katar. İşte plastik sanatlar yönünden kısır olan bizim kültürel yaşantımızda bile anılan bu tür sanatçıların en ünlülerinden biridir V. Van Gogh.” (3) * Burada bir ara verelim ve günümüzün sanat endüstrisinde ‘deli’yi oynamanın “üne ün katan” yönüyle pek revaçta olduğuna işaret edelim…
Bu, işin öncüsü de Salvador Dali’dir…
Gençlik arkadaşı Luis Buñuel anlatıyor: “İspanya Savaşı sırasında faşistlere karşı yakınlığını birçok kez gösterdi. Hatta Falanjistlere oldukça tuhaf bir anıt bile önermişti. Savaşta ölenlerin tümünün kemikleri birlikte eritilecekti bu anıt için. Sonra da, Madrit’ten Escorial’a kadar her kilometrede bir, elli kadar heykel altlığı, bunların da üstüne, gerçek kemiklerden yapılma iskeletler yerleştirilecekti. Bu iskeletler, gittikçe daha büyüyecek ve Madrit’ten başlayarak, ilki sadece birkaç santimetre yükseklikte olacaktı. Sonuncusu ise, Escorial’a vardığında üç-dört metreye ulaşacaktı.”
Bu alıntıyı yaptığım anılar kitabında, Dali hakkında ‘sıkı’ ipuçları verir ve ‘tıynet’ini gösterir bize, Buñuel… Ve şöyle bağlar sözünü: “Onu düşündüğüm zaman, gençlik anılarımıza, bir kısım yapıtlarına bugün hâlâ duyduğum hayranlığa karşın, aşırı gösterişçiliğini, bir alçak gibi Franko yandaşı olmasını ve özellikle de dostluğu açıkça hiçe saymasını bağışlamam olanaksız.” (4)
Dali hakkında yazdığım iki yazı var: Birincisi “Edebiyat Dostları”nda (5), ikincisi “Red”de (6) yayınlanmıştır... Doğrusu, her defasında, Dali’nin sahte-tüccar-arsız-yüzsüz ‘deliliği’ midemi kaldırmıştır… Hele ki Van Gogh’un muhteşem-büyük-hakiki-saygıdeğer ‘deliliği’nin yanıbaşında Dali’den söz etmek gerekince…
Dali, başında; “bu kitap bir dahinin günlük yaşamının, uykusunun, sindirim sisteminin, coşkularının, tırnaklarının, kendinden geçişlerinin, kanının, yaşamının ve ölümünün diğer tüm insanlarınkinden farklı olduğunu kanıtlayacaktır. İşte bu yüzden, bu benzersiz kitap bir dahinin yazdığı ilk günlüktür. Bununla da kalmıyor; çağımızın eşsiz mitolojik kadını dahi Gala ile evlenmek gibi eşsiz bir şansa sahip olmuş eşsiz bir dahi tarafından yazılıyor” dediği günlüğünde, kendini ve Gala’sını anlatıyor:
“Dünyanın ilgisini bir kerede yarım saatten fazla süreyle çekmek zordur. Ben bunu yirmi yıldır hergün yapıyorum. Düsturum: ‘Bırak Dali’den bahsetsinler, hakkında iyi şeyler söyleseler bile’ olmuştur.
(…)
Paris - Dali Sorbonne’da Vermeer’in Dantel İşleyen’i ve gergedan üzerine bir konuşma yaptı. İçinde bin tane beyaz karnabahar bulunan beyaz bir Rolls Royce ile geldi.
Roma - Dali Prenses Pallavici’nin fenerle aydınlatılmış bahçelerinde, üzeri Raimondo Lulio’nun sihirli yazılarıyla kaplı kübik bir yumurtadan aniden çıkıp, Latince patlayıcı bir söylev vererek yeniden doğdu.
(…)
Venedik - 5,5 metrelik devler gibi giyinen Gala ve Dali, Beistegui Sarayının merdivenlerinden inip onları alkışlayan kalabalıkla birlikte Piazza’da dans etti.
Paris - Montmartre’da, Moulin de la Galette’nin karşısında Dali, taş duvar üstüne arkebüz tüfeğiyle ateş ederek Don Kişot’u çizdi. Dali şöyle açıkladı: ‘Değirmenler un yapar – şimdi ben de değirmenler yapabilmek için un kullanacağım!’ Ve iki gergedan boynuzunu un ve litografik mürekkeple ıslatılmış ekmek kırıntılarıyla doldurup ateşleyerek, söylediğini başardı.
Madrid - Dali bir konuşma yapıp Picasso’yu İspanya’ya dönmeye çağırdı. Konuşması şöyle başlıyordu: ‘Picasso İspanyoldur – ben de! Picasso bir dahidir – ben de! Picasso komünisttir – ben değilim!’
(…)
Paris - Dali, 15 metre uzunluğunda bir somun ekmeği taşıyan bir alayla kenti boylu boyunca katetti. Ekmek; daha sonra Dali’nin Heisenberg’in ‘kozmik zamk’ı üzerine isterik bir söylev verdiği Etoile Tiyatrosunun sahnesine kondu.
Barselona - Dali ve Luis Miguel Dominguin gerçeküstücü bir boğa güreşi düzenlemeye karar verdiler; dövüşün sonunda Balenciaga’nın Infanta gibi bezediği bir helikopter, kurban edilmiş boğayı göğe yükseltip mukaddes Montserrat dağlarına, akbabalara yem olmak üzere bırakacak. Aynı anda, doğaçlama bir Parnassus’ta Dominguin, Leda kılığındaki Gala’ya taç giydirecek ve Dali de bir yumurtadan çırılçıplak fırlayıp Gala’nın ayaklarına düşecek.
(…)
Paranın, şöhretin, başarının ya da popülerliğin fazlalığı hiç, hiç, hiç, hiçbir zaman, saniyenin dörtte biri kadar bile intiharı düşündürmedi bana. Aksine, bunu tümüyle seviyorum. Kısa bir süre önce, bütün bu gürültünün neden bana acı çektirmediğini anlayamayan bir arkadaş beni denemek için sordu:
‘Yani bütün bu başarıdan hiçbir şekilde acı duymuyor musun?’
‘Hayır!’
Sonra, yalvararak: ‘Hafif bir nevroz bile yok mu? (‘Yardımseverlikten’ diyordu ifadesi)’
‘Hayır!’ Kati bir şekilde yanıtladım.
Sonra, bayağı zengin olduğunu hatırladığım için ekledim: ‘Sana şu anda 50.000 doları gözümü kırpmadan kabul edebileceğimi kanıtlayabilirim!’” (7)
Dali’nin ‘numaraları’ çoktur… Fillerin üzerinde, Pireneler’i aşmıştır; bir vitrinde, dev bir yatakta ipek çarşaflar arasında çıplak yatmıştır; California’da, dev çukurlarda kızlarla panterleri dövüştürmüştür; davetlerinde genç insanları masa, koltuk gibi kullanmıştır; gazetecileri çırılçıplak karşılamıştır; uzay kıyafeti ile New York’a inmiştir… falan…
Bu ‘geleneğin’ takipçileri çoktur…
Burada, ‘Beden Sanatı’, ‘Aksiyon’, ‘Happening’ gibi başlıklar altında gündeme gelen ‘Performans Sanatı’yla değil de ‘Daliesk sözümona delilik’le ilgili olduğumuzdan, değerlendirme yapmaksızın örnekler sıralayacağız… Yukarıdaki başlıklarla sınırlı kalma derdimiz de olmayacak… Tekrar vurgulayalım; Dali’nin ‘öncülüğü’, piyasayı Dali tarzı fethetmedeki öncülüktür…
Yoksa, ‘performans’lar, 20.yüzyılın başından itibaren gündeme oturmuştur… İtalya’da, Rusya’da, Almanya’daki çeşitli akımlar içinden bir ilk örnek, ressam George Grozs’un ‘ölüm’ kılığına girerek sokaklarda yürümesidir… Rusya’da genç Fütüristler, “yüzlerini boyayarak, garip kıyafetler giyerek, düğmelerini kaşıklarla ilikleyerek” dolaşmışlardır… Mayakovski de ceketinin yakasında bir tahta kaşıkla dolaşanlardandır…
Turumuz başlıyor: Geçen yüzyıl ve bu yüzyılın ilk on yılı; çıplak vaziyette “kendi kendini ısırarak damgaladığı ‘Tescilli Markalar’ başlıklı performansında, kapitalist ekonominin insanı tüketime yönelten etkenlerini düşündürme” iddiasında bulunanları (Vito Acconci)… Bokunu konserve yapıp satanları ( Piero Manzoni, “Sanatçı Boku”, 1961’de 90 adet üretilmiş, her 30 gr. kutu dönemin altın kuruna göre fiyatlandırılarak satışa sunulmuştur.)… “kendini vurdurmak, dövdürmek, elektrik akımına maruz bırakmak” suretiyle icra ettiği performanslarıyla tanınanları (Chris Burden) (8)… “Hayvanların gerçekten, insanlarınsa simgesel olarak kurban verildiği” performanslarda “kanlar içinde debelene(rek), dans edere(rek), sevişe(rek) dinsel bir ritüel olarak kurban vermek olgusunu sorgulamak, çeşitli dinler ve şiddet arasındaki ilişkiyi irdelemek kadar, toplumsal kuralların kıskacındaki insanın bastırdığı enerjiyi ‘sağlıklı’ bir biçimde dışavurmasını sağlamak” iddiasındakileri (Hermann Nitsch) (9)… “Erkek iktidarının güzellik kavramını ve modern batı toplumlarında kadın öznenin kuruluşunu eleştirmek için” sahnede vücudunu ve yüzünü cerrahi operesyonla değiştirtenleri (Orlan) (10)… “Boynuzları, toynakları 18 ayar altınla kaplı ve başında altın haleyle formaldehite gömülmüş ölü dana”yı ve formaldehit mezarlarındaki başka hayvanları; ayrıca, elmaslarla kaplanmış insan kafataslarını milyon dolarlara pazarlayanları (Damien Hirst) (11)… Nihayet, “İnsanları Yemek” adlı videolarında insan cenini pişirip yemeyi göstermekle meşgul olanları (Zhu Yu)… gördü…
Bu bölümü kapatmadan, Ferit Edgü’nün Dali hakkındaki bir cümlesini anacağım: “Hiçbir sanatçı yoktur ki, reklam uğruna, yapıtlarını, yazdıklarıyla, böylesi yanlış yorumlamalara kurban etmiş olsun”, diyor Edgü… (12)
Hiç; ‘reklam uğruna’ olanla, olmayan, hele ‘delilik’ sözkonusu olduğunda, ‘bir’ olur mu?.. * Velioğlu’nun kitabına dönersek, yazar, kitabının “Akıl hastası ve sanatçı” bölümünde Van Gogh’la özdeşleşmiş iki şizofren “hasta” ile Van Gogh’un “hastalığını” incelemektedir.
V
elioğlu’nu okuyoruz:
“Sanat öğrenimi gören iki ergen paranoid şizofren hastamız, prepsikotik dönemde, kendilerini V. Van Gogh’la özdeşleştirmişlerdir.
(…)
İçinde bulundukları psişik durumu: ‘Yalnızım…’, ‘kendimden emin değilim…’, ‘eksiğim’, ‘anlaşılamıyorum…’, ‘deli olmaktan korkuyorum…’ gibi sözlü dile yansıttıkları prepsikotik dönemde, her iki hasta, ego idealine uygun kişilik özdeşleşmelerini V. Van Gogh’la yapmışlardır diyebiliriz. Fakat, birinci hasta yapıtlarını ‘Van Gogh’ diye imzaladığı kısa bir süreden sonra, kendisine ‘Valdok’, ‘Higgins’ gibi başka adlar vermiştir. İkinci hasta ise, prepsikotik dönem boyunca V. Van Gogh olduğundan söz etmiştir.
Prepsikotik dönemde düşünce soyut bir alanda, küçümseyici ve ironik bir tavırla sembolik ve predeliran nitelikte gelişir. Sembolik nitelik, hastanın iç dünyasında beliren yeni durumları açıklamaya daha elverişli olmasından ve dış tepkilerden korunma isteğinden ileri gelir. Predeliran nitelik, olaylar ve objeler arasında ilgi kurarken, mantık, yorum ve algı yanlışlıklarına düşmekle başlar. Dünyayı kurtarma, yeniden kurma, yeni düzenler getirme gibi deliran fikirlerle sürer gider. Gerçeği deneme yetisini yitirdikçe hasta, kendini yüce ve ulu görmeye başlar. Çünkü, yücelik ve ululuk duygusu patojenik narsisizm dolayısıyla yitirilmiş olan şeyi, yerine koyma eğiliminin iç kavramıdır.
Her iki hastanın sembolik ve predeliran düşünceleri, öğrenim düzeylerinin sınırlarını aşan fizik, tıp, felsefe, estetik gibi disiplinlere yaklaşımlarıyla beslenmiştir; özümleyemedikleri bilgilerle soyut ve pseudo filozofik düşünceler türetmişlerdir. Psikoz ilerledikçe, misyon fikirleri, yeni yasalar ve düzenler kurma düşüncelerine, V. Van Gogh’tan üstün oldukları savına dönüşmüştür.” (13)
Şimdi, bir soluklanalım… ‘Psikiyatri kurumu’ konuşuyor: “Dünyayı kurtarma, yeniden kurma, yeni düzenler getirme gibi deliran fikirler”, diyor… Tamam, ‘dünyayı kurtarma, yeniden kurma, yeni düzenler getirme’ iddiası nazik konudur ve bu yolun yolcuları arasında, hakikaten, “olaylar ve objeler arasında ilgi kurarken, mantık, yorum ve algı yanlışlıklarına düşenler”le; düşmek ne kelime, ‘harikalar yaratanlar’la dolu dünya… Ama, bu ‘toptancılık’ neyin nesi?..
Egosunun kulu kölesi olup “yücelik ve ululuk” takıntısıyla ‘uçmuş’ olanlar da vardır dünyayı değiştirip, ‘yeniden kurmak’ isteyenler arasında; ancak bu, böyle bir yargının içinden ‘mevcut hayat’a onay vermeyi haklı kılar mı?..
Gazete köşeleri, “öğrenim düzeylerinin sınırlarını aşan fizik, tıp, felsefe, estetik gibi disiplinler” içinden Allahın her günü ahkâm kesenlerle dolu diye, dünyayı değiştirme fikri ‘deli işi’ mi sayılmalı?.. * ‘Deliran’ı sözlüklerde bulamadım… Velioğlu, ‘delirium’dan hareketle ve ‘serbest’ davranarak bu kelimeyi kullanıyor görünüyor… Kitabının ‘dizin’ bölümünde de kelimeye yer vermemiş.
‘Delirium’, “Yaygın beyin dokusu disfonksiyonu sonucu, başta bilinç olmak üzere kognitif fonksiyonlarda, dalgalanmalı bozuklukla seyreden akut ya da subakut başlangıçlı bir organik ruhsal bozukluktur.” (14)
Bir başka kaynakta şöyle tarif edilmiş ‘delirium’ (ki, burada ‘deliryum’ şeklinde kullanılmış): “Deliryum, dikkati belli bir konu üzerinde odaklama, sürdürme ya da yeni bir konuya kaydırma yetisinde azalma ile giden bilinç bozukluğudur. Hastanın çevresinde olup bitenin farkında olma düzeyi azalmıştır. Hastalık ani şekilde ve hızlı başlar. Günler-haftalar sürebilir. Gün içerisinde dalgalanmalar gösterme eğilimi taşır; tama yakın düzelmeler, tekrar bozulmalar birbirini izleyebilir. Hasta sıklıkla gergin, huzursuz ve tepkiseldir. Uygunsuz, mantıksız ve şiddet içeren davranışlar gösterebilir. Algı bozukluğu olabilir; özellikle gerçekte varolmayan görüntüler görüp bunlarla ilgili korkular yaşayabilir; görsel varsanılara uygun davranışlarda bulunabilir. Düşünce bütünlüğünü mantıklı olarak kuramaz, zaman, kişi ve mekanı tanımada zorluklar yaşayabilir. (…) Deliryum, beyin hasarıyla sonuçlanan farklı nedenlerin ortak yolu olarak düşünülebilir.” (15)
Üçüncü bir kaynakta, ‘hezeyan’ karşılığı da verilerek: “Kişinin gerçeklerle bağdaşmayan düşünce ve inançlara kapılmasıyla belirlenen zihinsel bozukluk”, olarak tanımlanmış ‘delirium’… (16)
‘Delirium’, Latince, ve hemen sanıldığı gibi Türkçe ‘deli’ kelimesiyle ilgisi yok… Latinceye ‘fi tarihinde’ Türkçeden girdiyse de, bilemem… Zira, Sevan Nişanyan’ın “Türkçe Etimolojik Sözlük”ünde, ‘deli’ kelimesinin karşılığında ‘Ana Türkçe (proto-Türkçe)’ ibaresiyle ‘têlü’ veriliyor ve aynı maddeden, 9.yüzyıla ait Uygurca Maniheist metinlerde ‘telve/tilve’ kelimelerinin; 11. yüzyıla tarihli “Divan-Lugat-i Türk”te ‘telü’ kelimesinin ve nihayet, 14.yüzyıl Kıpçak Türkçesinde ‘delü’nün bulunduğunu öğreniyoruz. (17)
Velioğlu’nun, ‘delirium’ yerine ‘deli’den ‘deliran’ı ürettiğini sanmıyorum…
‘Hezeyan’, Arapça; “sayıklama, saçma sapan söyleme” demek.
‘Meczub’u ve ‘divane’yi yukarıda ele almıştık.
Arapça ‘mecnun’, ‘cin’den geliyor, “cin tutmuş, çıldırmış; ziyade tutkun, aşk yüzünden kendini kaybetmiş” anlamları var… ‘Mecnune’ de olunabiliyor… ‘Mecnuniyet’ ise ‘delilik’ demek…
‘Cünun’; Arapça, “delirme, deli olma”… ‘Cinnet’; Arapça, “delilik”… ‘Divanegî’; Farsça, “delilik”… ‘Divanerev’; Farsça, “delicesine davranan”, oluyor… (18)
TDK’nun “Türkçe Sözlük”ündeki ‘deli’ maddesinde de şunlar var: “1. Aklını yitirmiş olan, çılgın – Mecnun. 2. Aklını her zaman yerinde ve gereği gibi kullanamayan. 3. Aşırı derecede düşkün.” (19) *
Gene Van Gogh’a dönelim.
Velioğlu, Van Gogh’un kişiliği ve “hastalığı” hakkında şunları yazmaktadır:
“O, çok alçak gönüllü bir kişidir. Dostluklar kurmaktan hoşlanır, açık yüreklidir. Kardeşinin yardımlarıyla yaşamını sürdürmesine karşın, başkalarına yardım etmekten zevk duyar. Sanatçılar arasında yardımlaşma derneği kurmayı tasarlar. Toplumsal içerikli sanatı yeğler. Yapıtlarının, acıları dindirici, dinlendirici ve insanlara sevinç verici olmasını ister.” (20)
İnsan bunları okuyunca, ‘günümüzün kahramanları’nı hatırlamadan yapamıyor… Bugünün, ‘aklı başında sanatçı’sının, ‘yangından mal kaçıran’ halini, bencilliğini, birilerinin üstüne basarak yükselme hevesini, o dereceye varmayanlarının da, ‘onu alma beni al’ havasındaki ‘ince’ çalımlarını…
Endüstriyel ‘kalabalık’ içindeki ‘gemisini kurtaran kaptandır’ çırpınışını gördükçe yeni bir ‘deliliğe methiye’ düzmemek mümkün mü?
Dahası var: 19. yüzyıldan bu yana köprülerin altından çok sular aktı… Günümüz kapitalizmi içinde dört başı bayındır bir ‘çağdaş/güncel sanat endüstrisi’ var ve ‘sirk’ esprisi içinde işleyen bu sektörde, sermayenin kollarında bir tür ‘majestelerinin muhalifi’ olarak her türden soytarılık icra edilmektedir… At izinin it izine karıştığı her ortamda olduğu üzere ‘iyi’ sanat da (olduğu kadarıyla!) arada ‘kaynıyor’dur belki, ama temel işleyiş budur… Aslolan, ‘esnaf’ ya da ‘businessman’ uyumudur… ‘Dışarıdaki’ korkunç hayatın görüntüleri sermayenin konforuyla ve de ‘toplumcu’ sanat edasıyla ‘yeniden’ üretilerek meraklısının üstüne boca edilirken, ‘moda’ olmadığı için, ‘Van Goghvari’ “insanlara sevinç verici” sanat üretmek adeta ‘ayıp’ sayılabilmektedir!..
Küçük bir hatırlatma da yapalım: ‘Günümüzün kahramanları’ tüm zamanlarda vardır… Ancak, “herkesin herkesle savaşı” günümüzde daha da zalimce sürmektedir…
Velioğlu’yla devam etmeden önce, ‘kafa açan’ bir ince ‘tefekkür’ kapısı daha açacağız; edebiyata girip çıkıyoruz: Yıldırım Türker, Orhan Kemal hakkında yazdığı yazıda şunları söylüyor:
“Orhan Kemal, mükemmel bir anlatıcıdır. Onları mütemadiyen inciten hayatla itişirken, bir an o sokak çocuklarının, o vahşice hırpalanan küçük kızların burunlarını yeninizle silmiş gibi olmanız bundandır. Kirli saçlarını taramış, başlarını okşamış gibi oluvermeniz. Onlar, sizle birlikte yaşar. Vahşi dünyaya karşı hayatta kalabilmek için kimileyin hırçın bir inatla direnirler. Orhan Kemal’in kitapları, hele genç yaşınızda okumuşsanız size kimbilir kaç kan kardeş kazandırmıştır. İyi bir yazardır. Ama kitaplarını okurken onun aynı zamanda çok iyi bir insan olduğunu anlarsınız. Hattâ apaçık görürsünüz. O kimsesiz sokak çocuklarını anlatırken onlara kıyamaz, sevgisiyle onları kayırır. Onun kanadı kırık küçük melekleri sadece düşlere sığınarak yağmur-çamura, soğuğa, açlığa karşı koyar. Vahşi ve yırtıcı değildirler. Ruhları soyludur. Öldüklerinde masumiyetin ölümüne ağlarsınız. Yıllar sonra onları hatırladığınızda yüreğiniz sızlar. Orhan Kemal böylesine iyi bir insan olmasaydı belki çok büyük bir yazar olabilirdi. O çocukların vahşetle emzirile beslene nasıl vahşileşebildiklerini, iyice kıstırıldıklarında karanlığın yüreğine nasıl dalıverdiklerini anlatabilseydi. Yüreği elverseydi. İyiliğin ahlâkıyla bu kadar dindar olmasaydı. Doğduklarından itibaren hiçbir güvence duygusuna sarılamadan, hiç okşanmadan büyüyen çocukların, ister katil olsunlar, ister hırsız, yanlarında durmaktı, yazarın dini.
Ben de Orhan Kemal’in tanrısına inanıyorum.” (21) * Velioğlu’nu okumayı sürdürüyoruz.
Velioğlu, Van Gogh’un “kişiliğinde olabilirliğini düşündüğü ‘epileptik karakter’in üstüne oturan ‘kriz’lerini” değerlendirirken, “bu krizler, temporal epilepsi karakterinde nöbetler olabilir” diyor. Bu tesbitten sonra, ressamın kişilik yapısına ilişkin değerlendirmelerinin devamında şunları yazıyor:
“Bu nitelikler (‘epileptik karakter’in yanı sıra, yukarıya aldığımız kişilik özellikleri kastediliyor A.O.C.) ‘ekstrovert kişilik’ yapısında daha çok görülür. Ekstrovert kişi, toplumcu, iyimser, dış dünya objeleriyle ilgili, fakat ilgi ve dostluklarında yüzeysel, dışa dönüktür, düşüncesi pozitif ve yapıcıdır. V. Van Gogh’un kişiliğinde olabilirliğini düşündüğümüz ikinci kişilik yapısı ‘ekstrovert kişilik’tir. Böyle bir kişilikte küçük başarılar coşkuya, başarısızlık ve umutsuzluklar depresyonlara neden olabilir.
V. Van Gogh, din görevlisi olduğu dönemde, aşklarında ve kardeşine ilişkin sorunlarda sık sık depresyona girmiştir. Mikromanik düşünceler ve kendini suçlamalar, onu kulağını kesme biçiminde ‘otomütilasyon’a ve sonunda da intihara sürüklemiştir. Bu bulgular psikoz manyak depressif’in semptomlarıdır. Onun son yıllarına egemen olan depresyon hem psikoz manyak depressif’in, hem de temporal epilepsinin semptomu olarak değerlendirilebileceği gibi, cinsel başarısızlıkları da temporal epilepside görülen cinsel yetersizliklere bağlanabilir.”
Oldu olacak, Velioğlu’nun bu paragrafa koyduğu dipnotu da aktaralım, okuyucuya:
“Psikanalitik açıdan, V. Van Gogh’un otomütilasyon ve intihar girişimlerinin psikopatalojisinde, dindar bir aile ortamında yetişmiş ve dinsel eğitim görmüş olmasının rolü olduğunu düşünebiliriz. Çünkü, süperego’nun oluşumu sırasında, zevke suçluluk duygusu ekleyen bir etik ve kültür ortamındaki ebeveynin introjeksiyonu, süperego’nun ‘aşırı cezalandırıcı’ bir nitelik kazanmasına neden olur. Bu da, kişinin, kendi kendini cezalandırmasına ve dışa dönük agresyon’ların kendisine yönelmesine, otodestrüksiyon’a yol açar.” (22) * Velioğlu, kitabının sonunda, Van Gogh’la özdeşleşen iki hastasının resimleriyle Van Gogh’un resimlerinin süreç içindeki değişimlerini karşılaştırır:
“Sanat alanında birçok örnekleri görüldüğü gibi, bir üslûbu benimsemek kadar, ustasından edindiği üslûbu değiştirmek de doğal, hatta kişisel bir üslûp kazanmak için gereklidir de. Fakat, iki hastanın benimsedikleri üslûptaki değişiklik, başlayan şizofrenik psikozla zamandaştır ve değişikliğin sonuçları şizofrenik sanatın özelliklerini taşımaktadır.
Hastalarımızdan birinin (…) grafik ürünleri
V. Van Gogh’unki gibi, affektif yüklülüğü olan gerçekçi, açık, sıcak ve buruk bir desen üslûbunu; katışıksız sarı kırmızı, mavi ve yeşillerle bir renk düzenini yansıtırken; şizofrenik psikozla zamandaş, şizofrenik sanatın parçalı, deforme, distorte, uyumsuz, nonfigüratif, affektif tonusu düşük, donuk ve soğuk vb. özelliklerini yansıtan ve psikoz dışında bir nedeni olmayan bir değişikliğe uğramıştır.
Oysa V. Van Gogh’un yapıtları mistik, depressif, toplumsal içerikli ve koyu renkli bir atmosferden, epileptik tuş üslûbunun özelliği dışında, şizofrenik sanatta görülmeyen
gerçekçi, açık, aydınlık, parlak, acılı olmakla beraber insana umut ve sevinç veren bir atmosfere dönüşmüştür.
| | |
26 - Van Gogh | |
32 - Van Gogh | |
Onun, en acılı döneminde manik’lere özgü parlak renkler kullanması paradoks gibi görülebilir. Ama nedeni, renklere sembolik değerler yüklemesidir; umutsuzlukları umuda, acıları sevince dönüştürmek isteğidir.
Kanımızca o, kısa yaşamı içinde, ‘temporal epilepsi ile bir arada psikoz manyak depressif’e karşı direnen ve acılı dünyayı yaşanır kılmak için didinen, sanatı va’z’larına araç olarak kullanan bir din görevlisi olarak kalmıştır. Kendisi hastalığına yenik düşmüş, ama, sanatı ölümün elinden bir şeyler kurtarmıştır.” (23) * “Acılı dünyayı yaşanılır kılmak için didinen, sanatı va’z’larına araç olarak kullanan bir din görevlisi” olmak?..
Velioğlu, bir oyuncağı kırıp, açıp, büyüsünü bozma etkisi yaratabilecek ‘tıbbî’ tesbitlerinden sonra, Van Gogh’un hakkını Van Gogh’a teslim etmeye çalışmış…
Peki neydi Van Gogh’un ‘dini’?
“Eğer hayatta bir şeye pişmansam, o da, birtakım mistik ve teolojik meselelere kafamı takıp bir süre insanlardan uzak yaşamakta direnmiş olmamdır.
(…)
din adamları, dindar hanımlar, sanıyorum beni etkilediklerinden çok daha fazla etkiliyorlar onu. Ben o gibilerin elinden kurtuldum artık, çünkü numaralarını çakmayı öğrendim; ama o hâlâ inanıyor ve de tevekkül, günah, Tanrı ve daha kimbilir nelerden kurulmuş olan sistemin boş lâftan başka bir şey olmadığı ortaya çıkarsa, yıkılır. (…) Din adamlarının Tanrısı benim için bir kapı tokmağı kadar cansız. Bu durumda ate mi oluyorum şimdi? Din adamlarına sorarsan, öyle görüyorlar beni -öyle olsun- ama ben seviyorum, yaşamasaydım, başkaları da yaşamasaydı, nasıl sevgi duyardım? Ve eğer yaşıyorsak, işin içinde bir esrarlı yan var. Buna ister Tanrı de, ister insan tabiatı, ister başka bir ad ver, son derece canlı ve gerçek olduğu halde sistematik biçimde tanımlayabildiğim bir şey var ki bence Tanrı O – ya da en az Tanrı kadar önemli bir şey…”
Bu mektubu yazdığında, Van Gogh kuzeni Kee’ye âşıktır. Bahsettiği kişi de Kee’dir… Şöyle devam eder, Theo’ya yazdığı mektuba: “Kee’yi sevmemin binlerce nedeni var, ama artık yaşama da gerçekliğe de inandığım için eskisi gibi soyut düşüncelere dalmıyorum.” (24)
(…)
“Çalışmalarım halkın yüreğinden kopma gibi geliyor bana, tabana yakın bulunmalıyım hep, yaşamı en derinliklerinden yakalamalıyım; bir sürü dert ve sıkıntı arasında ilerleyebilirim, ilerlemeliyim…
(…)
Zayıf, zavallı kişilerin ezildiğini o kadar çok görüyorum ki, ilerleme ya da uygarlık adıyla anılan pek çok şeyin gerçekliğinden, içtenliğinden kuşkuya düşüyorum. Uygarlığa inanıyorum, evet, bu dönemde bile, ama temelinde gerçek insancıllık yatan uygarlığa… İnsan yaşamına malolan şeyleri kıyıcı buluyor, bunlara hiç saygı duymuyorum.” (25)
(…)
“Aklın, yalnızca raison anlamında değil la conscience (bilinç, vicdan) anlamında aklın demek istiyorum, herkes tarafından saygı göreceği çağa henüz gelmedik; böylesi bir çağın gelmesi için katkıda bulunmak ise hepimizin görevi. (26) * Ferit Edgü, Van Gogh’un inanç dünyasına şöyle bakar:
“Tımarhanede, hastalar hastalara, yoksullar yoksullara bakar. Ona yabancı bir dünya değildir bu, Neunen’de vaizlik yaptığında, doğuştan bir yoksul olarak, yoksul işçilere seslenmiştir. Hattâ mutluluğun, sevinçte değil, acı çekende; zenginlikte değil, yoksullukta olduğunu söylemiştir.
Ah! gençlik yılları. Ah! İnanç yılları.
Yoksulluğa yaklaştıkça, sanata da yaklaşmıştır. Sanata yaklaştıkça, Tanrı’dan ve inançtan uzaklaşmıştır. Bu nedenle olsa gerek, artık resmi bir Mutlak olarak görür.
Herşeye kadirdir o. İnsanların acılarını ve sevinçlerini ortaya koyabilir. Gerçek’ten daha gerçek olabilir.
Ve zaman – zaman yoktur resimde.
O gün, o an diyelim (27 Temmuz 1890), boyuyordur tuvalini. Ama hem geçmişe, hem geleceğe uzanmaktadır gerçekleştirdiği. Tanrı’yı da, kimbilir, bir zamanlar belki böyle anlamış böyle algılamış, Ona böyle inanmıştı.” (27) * Herbert Frank:
“Bir evangelist olarak Borinage kömür madenlerinde bütün yoksullar içinde en yoksul oldu, yamalı giysiler giydi, ekmek ve suyla, insana yaraşmayan evlerde yüzü kurum içinde yaşadı, hristiyanlık yolunda en uç noktaya vardı. Latince ve Yunanca öğretmeni Mendes’in söylediğine göre başarısızlığını hoşgörüsüzce yargılayarak, Amsterdam’da kimi zaman kendini cezalandırır, ‘kapı dışarı eder’, geceyi dışarıda açıkta geçirirmiş. Desen çizmek için gölge yerine yakıcı güneş altına ‘sanat için acı çekmek’ amacı ile çıkarmış. Yaşamına bir kurşunla son vermeden önce kendi vücuduna pek çok işkence yapmış ve yaralar açmıştı.”, diye yazıyor…
Ve devam ediyor:
“Protestanlığa uzun yıllar tümüyle bağlı kalmış olan Vincent hristiyanlıktan geri dönülmez bir şekilde kopmuştu. O andaki hristiyanlığın falına baktığını yazıyordu. Papazları toplumun en Allahsız insanları, kuru materyalistleri olarak adlandırıyor, yolunu bulmak için Allaha ihtiyacı olmadığını anlatıyordu. Sonraları tanımladığı, onlarsız yaşayamayacağını söylediği dini inançlarında aydınlık ve sevgi dolu bir dünya, bütün insanları birleştiren bir kardeşlik duygusu vardı. Düşünceleri sosyalist bir anlayışa doğru yol alırken, çalışmalarında geleneksel halk sanatını uygulayan sanatçı -birkaç ‘kopya’ haricinde- dini temaları işlemekten kaçınmıştır.” (28)
Frank, Van Gogh’un Paris yıllarını şöyle tasvir eder.
“Ressamın manevi kişiliği, aldatıcı bir şekilde durağanlık izlenimi veren bir memleketin başkentinde gelişti. Bulvar kahvelerinde ve Montmartre’daki gece lokallerinde yalnız sanat sorunları üzerinde tartışılmıyor, aynı zamanda gerici fikirlerle devrimci olanlar karşılaşıyordu; 1886’da bir genel aftan yararlanarak, anarşistlerin önderi Kropotkin hapishaneden çıkmıştı. Aynı yıl şövenist ve intikam duyguları ile dolu Boulanger’in adı savaş bakanı olarak geçmeye başladı. Daha kısa bir süre önce, pek çok önemli olay yaşanmıştı. Komün trajedisi, sosyalizmi gerçekleştirmek isteyen Paris’teki özel yönetimin kanlı bir şekilde bastırılması olayları henüz onbeş yıl önce olmuştu ve1882’deki sarsıcı toplumsal kriz hâlâ taze bir şekilde akıllardaydı.
(…)
Vincent’in politik görüşleri, ticaretle uğraşan Theo’ya karşı düşmanca davrandığı sıralarda, ona yazdığı mektuplardan anlaşılabilmektedir. Artık onun için sosyalizm hristiyanlığın yerini almıştı. O zamana kadar Paris’te sanatını adadığı objelerden ve çalışan insan figürlerinden vazgeçtiği zaman bile bu inancına sadık kalmıştı. Boya satıcısı Tanguy’la arasındaki içtenlikli ilişki o zaman başlamıştı.
Bu mütevazı adam bir zamanlar bir ‘komün yanlısı’ olmuştu ve birçok yandaşı gibi onu da tehdit eden idamdan son anda kurtulmuştu. Her şeye rağmen o yine de sosyalist olarak kalmıştı.
1908’de Emile Bernard şu satırları yazmıştır: ‘Kanımca Julien Tanguy’un aklını Vincent’in ressamlığından çok sosyalizm hakkındaki düşünceleri çelmişti. Tanguy onun sanatını, gelecek için tüm ümitlerinin akılcı manifestoları şeklinde övmüştür.’ Eğer bu söylenilen gerçek ise, adından çoğu kez sanattan anlamaz diye bahsedilen bu adamın görüşleri doğrudur. Ayçiçeği veya selvi resimleri yapıp yapmaması önemli değildir. Vincent’in sanatı daima basit insanların anlayabileceği ve onlara bir şeyler veren bir halk sanatı olarak kalmıştır.” (29)
Van Gogh’un ‘sosyalistliği’ hakkında fazla bilgi sahibi değiliz. Kendisinin açık bir ifadesi yok (kendisine ‘devrimci, asi’ dediği vaki olsa da). Eğilimini daha çok ‘ütopik sosyalizan’ diye adlandırmak doğru olur diye düşünüyorum… Frank ise, onun için “katıksız bir sosyalist” diyor ve Van Gogh’un bir başka dostundan bahsederken şu ifadeleri kullanıyor:
“Neden sanatçılıktan bu kadar uzağım diye soruyordu bir mektubunda, ve neden sürekli olarak heykelin, resmin yaşamadığına üzülüyorum? Şaşmaz bir şekilde, her şeyin etiyle kemiğiyle yaşam olduğunda ısrar ediyor ve bir sanat eserinin, ne kadar canlı olursa olsun hayata yardımcı olmaktan öteye gidemeyeceğine inanıyordu. Bu yargı da onu o kadar birlikte olmak istediği sanatçılardan uzaklaştırıyor ve basit, sade insanlara yaklaştırıyordu: Paris’te boya satıcısı Tanguy ile Arles’te ise, Tanguy ve Vincent gibi katıksız bir sosyalist olan postacı Roulin ile ve onun sanatsal uğraşısından bir şey anlamadan ona modellik eden bütün diğer insanlarla içli dışlı olmuştu. Kuşkusuz kendisini anlamamaları ona acı geliyordu, ancak ısrarla son derece basite indirgeyerek halkın hayatına yaklaşmaya çalışıyordu. Seçkin sanat izleyicilerinden oluşan çevrenin ziyaret ettiği masraflı sergiler yerine, resimler yapılmalı ve yoksulların evini biraz aydınlatabilecek reprodüksiyonlar basılmalı düşüncesindeydi. Sanatçının toplumsal görevinin bilincinde olarak varlığını sürdürmesi kişisel bir sorun değil, toplumun sorunu olmalıdır, diyordu.” (30)
* Van Gogh, Theo’ya yazdığı bir mektupta postacı Roulin’den şöyle bahseder:
“Postacının resmini, onu duyumsadığım gibi yapabilecek miyim bilmiyorum. Bu adam, Baba Tanguy gibi bir bakıma… Yani, devrimci olması bakımından, bir de şu sıra keyfini çıkardığımız Cumhuriyetten bütün kalbiyle nefret ettiği için ve genelde, yavaş yavaş Cumhuriyet ilkelerinden kuşkulanmaya, düşkırıklığına uğramaya başladığı için çevresinde çok iyi bir Cumhuriyetçi sanılması bakımından… Oysa bir kez Marseillaise’i söyleyişini görmüştüm, sandım ki ’89 yılını –gelecek yılı değil, doksan dokuz yıl önceki ‘89’u- görüyorum. Bir Delacroix idi o sırada, bir Dumier, bir yaşlı Hollandalı’ydı.
Ne yazık ki iyi poz veremiyor… Oysa iyi bir tablo yapmak için zeki bir model gerekiyor.” (31)
Van Gogh’un, Frank’ın deyişiyle, “Theo’ya karşı düşmanca davrandığı sıralarda” (ona) yazdığı bir mektubundan bir bölüme de yer verelim:
“Pek yakında Delacroix’nın yapıtlarından oluşan bir serginin açılacağından söz ediyorsun. Pekâlâ. O sergide mutlaka ‘La Barricade’ adlı bir tablo göreceksin (burada söz konusu olan Delacroix’nın ‘Barikatlarda Özgürlük’ adlı tablosu ki, aslında 28 Temmuz 1830’daki ayaklanmanın anısına yapılmış ve ilk kez 1831’de sergilenmiştir); ben ancak Delacroix ile ilgili kitaplardan tanıyorum o resmi, sanırsam 1848’de yapılmış. Yanılmıyorsam de Lemud tarafından yapılmış bir litografyayı da bilirsin, onun değilse Daumier’nindir, ve 1848 barikatlarının bir resmidir o da. Seninle ikimizin o 1848 yılında yaşamış olduğumuzu bir düşünebilmeni isterdim -ya da ona benzer bir başka dönemde… Sanırım Napolyon coup d’état yaptığında da aynı olaylar yaşanmış. Birtakım imalarda bulunacak değilim -böyle bir şeyi hiçbir zaman amaçlamamışımdır- sana açıklamak istediğim tek şey, aramızdaki çatışmaların aslında ne büyük ölçüde toplumun genel gidişatından ileri geldiği ve bu yüzden önceden düşünülmüş sitemlerden, iğnelemelerden ne değişik olduğu… İşte, 1848 dönemini düşün.
O sırada kim, kime karşıydı -bütün ötekilerin temsilcisi tipler olabilecek kimler, kimlere karşı? Bir yanda Louis Philippe’in bakanı olan Guizot, öte yanda Michelet ve Quinet ve öğrenciler.
Guizot ve Louis Philippe ile başlıyorum: Bunlar kötü ya da zorba kişiler miydi? Tümüyle değil, bana sorarsan; örnekse babam, büyükbabam, ihtiyar Goupil gibisinden kişilerdi onlar. Kısaca, görünüşte son derece saygın, derin, ciddi adamlar, ama biraz daha yakından ve dikkatle baktın mı kasvetli, aptal, bayat yanları var, öyle ki insanın midesi bulanıyor. Bunu söylemek aşırıya kaçmak mı???
Konumları arasındaki farkı bir yana itersen, aynı kafada aynı karakterde insanlar bunlar. Böyle düşünürken yanılıyor muyum?
Şimdi, örneğin Quinet ya da Michelet ya da Victor Hugo’nun (daha sonraki dönem) karşıtlarıyla aralarındaki ayrım çok büyük müydü? Evet, ancak, yüzeysel bir bakış anlayamazdı bunu. Ben bile, bir vakitler, aynı anda Guizot’nun bir kitabıyla Michelet’nin bir kitabına hayran kalmışlığımı anımsarım. Ama, zamanla, işin daha derinine indiğimde, aralarındaki ayrımı, ve daha da belirgin olan karşıtlığı bulabildim.
Kısaca söylemek gerekirse, biri çıkmaza varıyor ve ne olduğu belirlenmeden yok oluyor, ötekinin ise sonsuza dek diyeceği bir şey var. O gün bu gündür birçok şey olmuş. Ancak, görüşüm şu ki, eğer sen ve ben o vakitler yaşamış olsaydık, sen Guizot’nun yanında olurdun bense Michelet’nin.Ve ikimiz de görüşlerimizden dönmeyeceğimizden, içimizde az buçuk melankoli, iki düşman olarak doğrudan doğruya karşı karşıya kalabilirdik… Diyelim ki, öyle bir barikatta, sen yönetimin bir askeri olarak barikatın önünde, bense bir devrimci ya da asi olarak barikatın gerisinde…
Şimdi, 1884 yılında, rakamlar aynı da, sonuncular yer değiştirmiş yalnızca, ve biz ikimiz yeniden birbirimize karşı duruyoruz. Artık barikat yok elbette, ama aynı görüşte olmayan kafalar her zaman olacaktır.
Le moulin n’y esy plus, mais le vent y est encore.’ (’Değirmen yıkılmış ama rüzgâr hâlâ esiyor’)
Bana sorarsan, birbirine karşı olan iki ayrı bölükteyiz, ve yapabileceğimiz hiçbir şey yok bunu değiştirmek için. İstesek de istemesek de sen kendi yolunu sürdürmelisin, ben de benimkini. Ama kardeşiz bir yandan da, en azından birbirimizi öldürmekten (mecazî anlamda) kaçınalım bari. Gene de, aynı bölükte, yan yana duran iki kişi kadar yakın, yardımcı olamayız birbirimize. Hayır, hayır, birbirimize yaklaşırsak eğer, ancak birbirimizin vuruş alanına girmiş oluruz. Benim sana dudak büken aşağılamalarımın her biri bir kurşun aslında, doğrudan sana değil de –kardeşimsin ne de olsa- ömrü-billah bağlı olduğun ve bağlı kalacağın partiye yönelmiş… Öte yandan, senin dudak büken aşağılamalarının da özellikle beni hedef aldığına inanmıyorum. Barikata ateş ediyorsun yalnızca, bundan bir onur kazanacağını sanarak, ben de raslantı sonucu o barikatın gerisindeyim.” (32) * Geldiğimiz noktada, Van Gogh’u Cezanne’ la beraber düşünmek, ‘delilik’ ve ‘normallik’ üstüne düşünmenin ötesinde, ‘yaratma’ ve ‘yaratıcılık tarzları’nı kıyaslama açısından çok verimli olacaktır. Bu ‘çift’i birçok yazar birlikte düşünmüştür ve benzerlikleri-benzemezlikleri üstüne epey yazılmıştır… İlginç bir nokta, birbirlerinin resimlerini komüncü ve boya satıcısı Baba Tanguy sayesinde görmüş olmalarıdır… Tanguy, yıllarca Cezanne’ın tek satıcısıdır ve Cezanne Tanguy’un dükkânında Van Gogh’un resimlerini gördüğünde “deli resimleri’ demiştir…
Herbert Frank, “büyük ustanın resimleriyle kendi resimlerinin benzerliği Vincent’i çok sevindirmekteydi. Cezanne’da, Tanguy’un küçük dükkânında van Gogh deliler gibi çiziyor derken, aynı sevinci duyuyordu”, diye yazıyor. (33)
Frank’ın ‘kıyaslı’ değerlendirmesi şöyle:
“ (Van Gogh’un) Yaşayabilmek için kendisinden daha büyük bir şeye ihtiyacı vardı. Aradığını sonunda buldu ve ona yaratma gücü adını verdi.
Bu deyimin günümüzde moda haline gelen ‘yaratıcılık’ kelimesiyle fazla bir ilgisi yoktur. Vincent varolandan, mümkün olana ulaşma çabasındaydı. Gerçeklikte bir tohum ve dayanak bulamadıkça bu çaba soyut bir hayalden öteye gitmiyordu. Varolandan yola çıkmak, var olanı aşmak gibi bir zorunluluk haline gelmişti. Salt gerçekliğe bakış, olağan sınırları içinde saplanıp kalır, salt fantezi ise havasız boşlukta asılıp kalır. Bu nedenle Vincent, öz ve mutlak hayalini, daima bu iki değer arasında bulunan dünyevi şeyler üzerine kurdu. Algılanan dünyanın gerisinde ikinci bir dünya yaratmış ve bu dünyayı yüce olana yöneltmişti. Ancak bu ikinci dünya ile aynı zamanda bireyselliğin dışına sürüklenen ve kendi özel varlığının sefaletinden haberi olmayan ikinci bir benlik kazanmaktaydı.
Bu şekilde kendini yaratmanın hemen hemen başka hiçbir örneği yoktur. Yalnızca, ölümcül yalnızlığı içinde sürekli başarısızlıklarının bilincinde kendi büyük yolunu izleyen Cezanne akla gelebilir. Cezanne da sanatı ‘yenilemek’ istiyordu. Ancak o küçük yaştan, kendisini sanatçı kılan doğal yeteneğe sahipti. Doğal yeteneği olmayan van Gogh ise, amansız bir irade gücüyle görsel tekniklere hâkim olma mücadelesi veriyordu. Eğer onu yarattığı gibi yıkan kaderinde, güneyde yaşadığı tecrübesi olmasaydı, yeteneksiz van Gogh acıklı bir arzuyla, onu ünlü ustaların yarı yetenekli taklitçisi olmaktan öteye götürmeyen tasvir tekniğine saplanıp kalacaktı. Güneşin muazzam sıcaklığı altında bu yoksul, eziyet çeken insan olağanüstü bir neşeyi ifade etmeyi başararak devleşiyordu.” (34) * E. H. Gombrich, Van Gogh’la Cezanne’ı şöyle ‘buluşturuyor’:
“Belli ki, Van Gogh’un başlıca endişesi doğru betimleme değildi. Şeyleri resmettikçe, şeylerde duyduğunu ve başkalarına iletmek istediğini ifade etmek için biçimleri ve renkleri kullanıyordu. ‘Üç boyutlu gerçeklik’ denen şeyi, yani doğanın bir fotoğraf gibi resmedilişini pek umursamıyordu. Eğer işine yarasaydı, şeylerin görünümünü zorlayıp değiştirebilirdi de. Böylece, değişik bir yolla, o yıllarda Cézanne’ın bulunduğu yolağzına benzer bir yolağzına gelmişti. İkisi de ‘doğayı taklit’ amacını bırakıp, kesin adımlarını attılar. Gerçekleri, birbirinden farklıydı elbette. Cézanne bir ölüdoğa çizdiğinde, biçimler ve renkler arasındaki ilişkileri bulmayı amaçlıyor ve bu özel deneyi için, gerekli olduğunda, ‘doğru perspektif’i kabul ediyordu. Van Gogh, resminin, duyduğunu dile getirmesini istiyordu. Eğer amacına ulaşmada, bozma (distorsion) işine yarasaydı, bozmayı da kullanabilirdi. Bu noktaya her ikisi de, sanatın eski ölçütlerini yadsımadan varmışlardı. ‘Devrimci’ yollarına yatmıyorlardı; kendini beğenmiş eleştirmenleri şaşırtma amacını gütmüyorlardı. Kalkıp da bir kimsenin tablolarıyla ilgileneceği umuduna neredeyse boş vermişlerdi. Çalışmak zorunda oldukları için çalışıyorlardı. (35)
Geldik, Ferit Edgü’ye:
“Tanguy, Cezanne’la Van Gogh’u birbirine tanıştırdıktan sonra, adı duyulmamış bu genç Hollandalı’nın birkaç resmini gösterir Cezanne’a.
Cezanne, resimleri uzun uzun inceledikten sonra, tüm doğrucu-davutluğuyla Van Gogh’a ‘Doğrusunu isterseniz, sizin yaptığınız bu resimler deli resimleri’ der.
İstese de, istemese de Descartes’ın torunu olan Cezanne, akıl ile deliliğin sınırlarında dolanan bu resimleri hem görmüş, hem de görememiştir. Onlardaki çılgınlığı görmüş, ama onlardaki yeniliği, özgürlüğü, özgünlüğü, yol-açıcılığı
görememiştir.
Van Gogh ise, kuşkusuz bir sanatçı tarafından hem anlaşılıp, hem de anlaşılmamış oluşunun şaşkınlığını yaşamıştır.
- Teşekkürler Tanguy Baba. Resimlerim sende kalsın. Ben uzaklara, Cezanne’dan da, Paris’ten de uzaklara gidiyorum.” (36)
(…)
“ ‘Resim herşeyden önce bir kafa işidir’ (Leonardo da Vinci). Kabul. Ama yalnızca kafa işi değildir.
Eğer yalnızca kafa işi olsaydı, örneğin bir Andre Lhote, XX. Yüzyılın en büyük ressamı olur, onun atölyesinde yetişen Türk ressamları da en büyük Türk ressamları olurlardı.
Resim de (tüm diğer sanatlar gibi) kafayı (yani aklı ve bilgiyi) aştıktan, unuttuktan sonra gerçekleşebilir. Ama ilkin bilmek gerektir. Zira, hiçbir şey bilmeyenin unutabileceği bir şey de olamaz. Bilenin unutması ise gerçekte unutma değil, bildiklerini aşmasıdır. Klee tüm bildiklerini unutup, bir çocuk saflığına ulaşmak ister. Van Gogh ise bildiklerini yenileyendir.
Hayranı olduğu ressamlardan (Rembrandt, Millet, Delacroix, Utamaro) yaptığı ‘kopyalar’a bakın. O resimleri canlı birer model olarak kullandığını ve kopya değil, kendi resmini yaptığını göreceksiniz.
İşte, Leonardo’nun sözünü ettiği ‘Resim her şeyden önce bir kafa işidir’ sözü yalnız Cezanne’ın Descartes’çı kafasında değil, Van Gogh’un bu yaratılarında da anlamını bulur. Ayrıca, belki, bilinmediği halde unutulması gereken şeyler de vardır.
Ya da unutulduğu halde ansınan şeyler.
Çünkü El, her zaman aklın, hattâ iradenin buyruğunda değildir.
Göz ise, hemen hemen hiçbir zaman.
Ressamın ise iki özgül organı vardır:
El ve Göz.” (37)
(…)
“Cezanne’ın resminde, o yıllarda (1880’ler) artık bir düzen vardır, organik bir düzen: Bu resmin kuralları, hattâ kuramı vardır. Van Gogh’da tam tersi: Bir düzensizlik, bir kuralsızlık, bir kuramsızlık.
(Kendisi mektuplarında ne derse desin.)
Resmiyle ilgili tüm açıklamaları, resimlerini tek tek, uzun süre ‘içinde’ yaşadığını belgeliyor. Ama yazdıklarından hiçbiri resim sanatıyla ilgili kuram getirmiyor.
Onun bu kuramsızlığıdır ki XX. Yüzyıl sanatının, Cezanne’la birlikte iki yol-açıcısından biri olmasını sağlamıştır.
Belki buna, ‘kuramsızlık’ da denemez. Bir tür anarşi.
Resimde anarşi.
‘Anarşi, Elie Faure’un dediği gibi, karamsardır.’
Karamsarlıkta doğar ve bu karamsarlığı yansıtır. ‘Ama henüz hüzünlü değildir’ diye ekliyor E. Faure. Yıkma ve yaratma coşkusunu ‘henüz’ içinde taşıdığı için olsa gerek.
Van Gogh’da ve resimlerinde olduğu gibi.Cezanne’da ve resimlerinde olmadığı gibi.” (38)
(…)
Cezanne, ne kadar akılcı, Descartesçı olursa olsun, bir, daha doğrusu iki şeyi es geçecektir (resim sanatında yeri olmadığı için): Biri ethik, öbürü vicdan.
Van Gogh’da bu iki kavramın anlamı birdir. Resme Ressamca bakar. Ressama ise ethik açıdan yaklaşır. Vicdan ise, bu eski inanmış, hattâ yalvaç için, ‘aklın en yüksek aşamasıdır’. Akıl içinde akıldır. Aklın, hem bilinç, hem vicdan anlamında, ‘herkes tarafından saygı göreceği çağa henüz gelmedik. Böylesi bir çağın gelmesi için katkıda bulunmak ise hepimizin görevi’ der.” (39) * Bir başka ‘resim delisi’ne geçiyoruz: Hokusai…
“Van Gogh’un hayranlık duyduğu Japon resminin ustalarından Hokusai, ömrü boyunca, otuz-sekiz kez adını değiştirmiştir. Her üslup değişiminde, gelenek gereği, adını (imzasını) da değiştirmiştir.
Kendine seçtiği son ad, Hokusai, ‘Resmin Delisi’ anlamına geliyordu. ‘Resmin Delisi Fukara Derviş’. Bizim hat sanatçılarımızın ketebelerinde yazdıkları gibi:
‘Tanrının en hâkir ve fakir kulu…’
Van Gogh da, küçük adı Vincent (Hollandaca Zafer demek)’dan yola çıkarak bir gün şöyle yazar bir mektubunda: ‘Kimi zaman yenilgiye uğramış olmak, zafer
kazanmaktan daha önemlidir.’
Adı Zafer olan ve tüm yaşamı yenilgilerle geçmiş bir insan.
Yenilgiyse yenilgi!
Yaşamın sillesini yemekse, yaşamın sillesini yemek!
Yazgıysa yazgı!
Ama tüm bunlara karşı koyacak olan yaratılan resimlerdir.
Gün boyu yaratılan, gece boyu düşlenen resimler.
- Kimse bana kim olduğumu sormadı. Adımı ben kendim söylüyorum, ve resimlerimi bu küçük adımla imzalıyorum:
Vincent-Zafer. Geleceğe inanıyorum. Yarın gelecekler bunları görecekler.
Gerçekten görecekler mi?
O şeyin (adına Sanat denilen, F. E.) bizden daha yüce olduğunu duyuyoruz ve hayatımızdan daha uzun süreceğini…’
Hayatımızdan daha uzun sürmez acılarımız. Ne de yalnızlığımız.
Bir insan hayatının, hem her şey, hem de hiçbir şey olduğunu bilenlerdendir Van Gogh. Bu nedenledir ki yaşam içindeki yenilgisinin, yaşamından sonra yengiye, dönüşebileceğini düşler. Buna inanır.
İnsanların da gözü açılır.
Bugünün hiçbir şey görmeyenleri, yarın her şeyi, hemen hemen her şeyi görebilirler.
Yarını gören böylesi aklı başında kaç deli gördünüz siz?” (40) * Van Gogh’a, “1888’de Rey ve Peyran, serebral sifiliz, epilepsi; 1922’de K. Jaspers, şizofreni; 1926’da H. Evensen, psikopatik kişilik; 1956’da Gastou, temporal epilepsi; 1961’de R. E. Hemphill, psikoz manyak depressif; 1974’te T. W. Winkler, paranoid şizofreni; 1975’te M. In Der Beeck, epileptoid-ictaffin” teşhislerini koymuşlar. (41)
Ferit Edgü, Van Gogh’un ‘hastalığına şöyle yaklaşır:
“Şizofreni.
Melankoli.
Sara.
Manik depresyon…
Resimde, der, beni yaşamdan koparıp alacak yolu arıyorum yalnızca.’
Ama resim, onun resmi, yaşamın, özellikle kendi hasta yaşamının taa içlerine çekip götürecektir onu. Çünkü yaşamı resimden başka bir şey değildir.
Bir kısırdöngü mü?
Tam tersini düşünüyorum.
Bu çelişki (yaşam/resim çelişkisi) ona yeni açılımlar, dönüşümler sağlıyordu. Kendi her zaman farkında olmasa da.
Karl Jaspers, onun, ‘hastalığını son derece denetim altında tuttuğundan’ söz eder.
Gerçekten de öyledir.
Neyle denetim altında tutmaktadır?
Resmiyle.
(…)” (42)
Edgü, “Sanat Ve Nevroz” başlıklı bir yazısında da Fikret Mualla’yı ele alır ve şu tesbitleri yapar:
“Fikret Mualla, eline fırçayı aldığında aklı başında, uslu oturaklı bir ressam olup çıkıyor. Saplantıları ve nevrozu, saldırıları ve sövgüleri resimlerine yansımıyor. Ne konularına, ne resim diline. Bu açıdan baktığımızda, nevrozlu ressamlardan, örneğin bir Van Gogh, bir Munch, bir Füssli, bir Ensor ile Fikret Mualla arasında önemli bir ayrım var.
Van Gogh’un bilinen yaşamı yapıtıyla bir bütünü oluşturur.
Fikret Mualla’nın günlük yaşamdaki kişiliği, mektupları, eldeki birkaç karnesiyle (“Çakallar” biridir A.O.C.) resimleri ise iki ayrı dünyayı yansıtır.
(…)
Fikret Mualla resim sanatının kapılarını zorlamaz. Resimlerine bakarak, sanatın sorunları üzerinde pek fazla kafa yormadığını bile ileri sürebiliriz.
(…)
Yeteneğini ve onun sınırlarını çok iyi bilen bir sanatçıdır Fikret Mualla. Bu nedenle resim sanatının yeldeğirmenlerine saldırmaz.
(…)
Fikret Mualla, sanatının da, nevrozunun da bilincindeydi Ve resmi nevrozuna karşı kullandı.
Ne var ki, nevrozunu dile getiren sanatçı, günlük gerçekliğin maskesini alaşağı edebilir, dünyayı ve insanı yepyeni açılardan yorumlamamıza, algılamamıza olanak sağlayabilir.
Fikret Mualla’nın resmi, bizi, Eluard’ın deyişiyle, ‘bu dünyanın içindeki başka dünyaya’ çekip almıyor. Gözümüzü yepyeni bir dünyada (sanatçının dünyası, denilen) açmıyoruz. Bu resimler önünde, olsa olsa bir göz tadı alıyoruz.
(…)
Psikinalizmin bir sanat yapıtının derin anlamını çözmede kullanılabilecek bir yöntem olduğuna inananlardan değilim.
Fikret Mualla örneğinde, onun nevrozundan sözetmemin gereği, ‘kişilik/sanat ürünü’ ilişkisinde kendini gösteren çelişkidir.
Freud’un ‘Leonardo da Vinci’nin Bir Çocukluk Anısı’ incelemesi, Leonardo’nun yaşamına bir yorum getirir. Ama bu yorum Leonardo’nun sanatını açıklamaya yöneldiğinde inandırıcılığını yitirir.
(…)
Jung’un, Joyce ve Gerçeküstücüler üzerine yazdıkları ise, sanat, yaratma olgusunu anlamamış bir ruh hekiminin varsayımlarından başka bir şey değildir.
(…)
Freud, sanatsal yapıtta, iki ayrı dünyanın varlığının bilincindeydi: Gerçekliğin dünyası. Düş gücünün dünyası.
Fikret Mualla’nın resimlerine baktığımızda bu iki dünyanın bir potada eridiğini görüyoruz.
(…)
Gerçekçiliğin sınırlarını zorlamayan, böylesi bir gereksinmeyi duymayan bir yaklaşımla ele alıyor konularını. (…) Bir başka deyişle, dış dünya, yalnızca bir konu olarak var bu resimlerde. Düş gücü ile yaratıcılıkla eş anlamlı: Plastik öğeler olarak.
Bu gerçekçiliğinde, bu düş gücünün de psikanalizi yapılamaz. Nedeni açık: Çünkü dış dünyanın gerçeği ile bir çatışma yansımıyor bu resimlerde. Ne konularında ne resim dilinde. Düş gücü ise, fantastiği, karabasanları, gerçeküstüyü kapsamıyor.
Bu küçük saptama da gösteriyor ki, sanatında nevrozunu aşan, ya da yaratma sürecinde, nevrozunun dışına çıkan onu unutan ruh hastası bir sanatçının yapıtları karşısındayız. Yapıtla, kişilik arasındaki çelişki… Sanatta az görülen bir olgu.
(…)
Her şeyden önce Fikret Mualla kafa ressamı değildir. O, çağdaş sanatın yenilikçi akımlarını başka ressamların yapıtlarında izler. Onları resim dilini kendi kişiliği içinde aktarmaya/gerçekleştirmeye çalışır.
(…)
XX. yüzyıla özgü sanat olgusu Fikret Mualla’nın ilgisi dışındadır. O, ‘bildiğini okuyan’dır. Şimdi söyleyeceğim, bir çokları için bir çelişki gibi gelecek: Fikret Mualla’nın resimleri 1900-1920 yılları arasında yapılmış olsaydı, çağdaş resmin büyükleri arasında yer alırdı.
Oysa, kübizmden, dadacılıktan, gerçeküstücülükten, soyut resimden sonra gelen bu resimler hiçbir yeniliğin habercisi değildir.
(…)
Yavaş yavaş görüyorum ki, ben, Fikret Mualla’yı gerçekleştirdiği resimlerde değil, gerçekleştirmediği resimlerde arıyorum. Gerçekleştirdiği resimlerde bulduğum kişi, herhangi bir ressam. Yetenekli, ‘Güzel’ resimlerin yaratıcısı. Gerçekleştirmediği resimlerdeki Fikret Mualla ise bizi allak-bullak edebilecek bir dünyayı yaratabilirdi.
Niçin yaratamadı.
Belki kendinden korkuyordu. Belki de yitirmekten. Her şeyi yitirmiş gibi yaşayan bu admın yitimekten korkacağı ne olabilir? Bilseydim eğer, bu satırları değil de, Karamazoflar’ı yazmaya otururdum.
(…)
Sanat ve nevroz arasındaki ilişkiler üzerinde düşünürken, Van Gogh, Munch, Dali, Füssli gibi, nevrozuyla sanatını birbirinden ayıramayacağımız sanatçılarla, Fikret Mualla arasında önemli bir ayrım gözledim.” (43) * Van Gogh hakkındaki ‘teşhisler’ hep ‘psikoz’ etrafında dolanırken; Ferit Edgü de bir metninde, “şizofreni-melankoli-sara-manik depresyon”u sıralıyor… Hemen yukarıdaki metninde ise ‘nevrozlu’ ifadesini kullanıyor… Bu metin daha eski tarihli; Edgü’nün kanaati sonradan değişmiş, Van Gogh’un durumunu ‘nevroz’dan daha ağır bulmuş olabilir… Ya da ‘hastalık’ın adının falan önemsizliği, ama Van Gogh’un gerçekleştirdiğinin önemi onda öne çıktı ve ‘hastalık’ın üstünde durmadı… Burada yer verdiğim ve vereceğim metinleri, bunu doğrular nitelikte…
Malûm, ‘nevroz’da, (ki ‘psikonevroz’ olarak da bilinir) kişinin “‘psikoz’dan farklı olarak rahatsızlığının bilincinde” olduğu , “kendi dışındaki dünyayla bağını koparmamış” olduğu kabul ediliyor… ‘Nevroz’: “Sürekli bir huzursuzluk duygusu eşliğinde bedensel ve toplumsal işlevlerde aksamalara yol açan ruhsal bozukluk”tur. “Tanımlayıcı özellikleri, genel bir mutsuzluk ve doyumsuzluk duygusu, bunaltı (anksiyete), açık ya da bilinçdışı çatışmalardır.”… Ve: ‘Nevroz’ terimi, “19. yüzyıl ortalarında, bozukluğun nörolojik kökenli olduğu düşüncesiyle” ortaya atılmış… “Yüzyıl sonlarında nevroz belirtilerinin psikolojik kökenli olduğu görülerek ‘psikonevroz’ terimi” geliştirilmiş… ‘Psikoz’ ise, “yanılsamalar, varsanılar, sanrılar, yargı ve içgörüyle düşünme süreçlerinde bozukluklar ve gerçeği nesnel olarak değerlendirememeye neden olan hastalıkların ortak adı” olarak veriliyor… Bir uyarı da var: “Psikozla nevroz arasındaki ayrımın net olarak yapılması çok güçtür” (44)
Bütün tanımlar, ‘bıçak sırtı’ karakterleriyle, tarihsel maddeci bir ‘kuşatma’nın sorguculuğunu ziyadesiyle hakettikten başka, dikkati ‘dışarıdaki’ dünyanın hallerine yöneltme ihtiyacını da kışkırtıyor, doğrusu: Dünya ‘hasta’ysa?..
“Mutsuzluk ve doyumsuzluk duygusu, bunaltı, açık ya da bilinçdışı çatışmalar”dan; “yargı ve içgörüyle düşünme süreçlerindeki bozukluklara ve gerçeği nesnel olarak değerlendirememeye” sıçramamanın, onunla birlikte ‘delirmedikçe’ mümkün olmadığı bir dünyaysa, dışarıdaki???
‘Akıllı’ olmak/sayılmak, ısınan suyu fark etmeyen kurbağa olmaksa?..
Aklıma Adorno’nun sözü geliyor: “Yanlış hayat doğru yaşanmaz”… * Bu noktadan sonra, ‘aklın hastalığı’, ‘ruhun hastalığı’ gibi kategorilerle uğraşacak değilim… ‘Okullar’, ‘ideolojiler’ ve kişisel kapasiteler meselelere rengini veriyor…
“Deliliğe Dair Tefekkür”, yazıyı hazırlarken tekrar göz attığım bir kitap… Yazarı Murat Kemaloğlu’nun ‘ilham veren’ bir üslubu var…
Şöyle diyor, Kemaloğlu:
“Ruhun her bir parçacığı içten ve dıştan tanınmak için gayret eder; öyle anlaşılıyor ki psikoz sırasında bu gereksinim daha da yoğunlaşmaktadır.
(…)
Psikozda megalomani ve tümgüçlülük duygularının yanı sıra derin bir sakatlık duygusu da egemendir. Bu duygular birbirini ödünlemek ve gidermek için ortaya çıkmaz; daha çok iç gerilimi ve içrel kutuplaşmaların dayanılmaz acısını arttıran ruhsal gerçeklikteki ayrı ayrı birimlerdir.
(…)
Kronik psikozdaki yaşlı bir adam, bir keresinde, beni ancak kafasız resmedebileceğini söylemişti. ‘Çünkü’ dedi, ‘yalnızca ayaklarını resmetmem on yılımı alacak; bacaklarını bitirene kadar bir on yıl daha geçecek; kolların ve bedenin için de bir on yıla ihtiyacım var. Kafana sıra gelene kadar ölüp gidersin. Sen ancak kafasız bir resmine sahip olabilirsin.’ Bunları söylerken benden otuz yaş daha yaşlı olduğunu düşünmüyordu bile; kendisi ölümsüzmüş gibi konuşuyordu. Bu adamın ağzından konuşan deli arketipiydi. Psikanalize ve psikiyatriye bir katkıda bulunmayı amaçlayan bu çalışmam, deli arketipinin resmedilmesi yolunda bir girişim olarak da ele alınabilir. Maalesef, o beni nasıl eksik resmediyorsa, ben de onu ancak öyle, eksik resmedebilirim.
Ruh, tezahürlerinde alabildiğine sınırsız ve sonsuz bir çeşitlilik sergiler. Cinnetin nedenini, bilinçdışının aşırı güçlenmesinde arıyorum.”… (45)
Ne diyordu bir yazar: “Bir haftalık yaz tatili için çalışıp çabalarken çürümek, sokakta elinde şarap çürümekten daha acılı gibi geliyor bana.” (46)
Evet: “Ruh, tezahürlerinde alabildiğine sınırsız ve sonsuz bir çeşitlilik sergiler” ve, biliçdışı’nın ‘karakutu’su, kaydeder… * ‘Van Gogh direnişi’yle bitiriyoruz…
Söz, gene, Ferit Edgü’de:
“ – Yetenek –
Konuşma yeteneği olmadığı için vaizlik görevine son verildi.
Resim yeteneği olmadığı için çağdaşlarından hemen hemen hiç kimse ilgilenmedi resimleriyle.
Madem, madencilere, yoksul köylülere, onların sözcükleriyle seslenemiyordu, öyleyse o da onların resimlerini yapardı. Bu resimleri gören, Parisli eleştirmen, yazar, koleksiyoncu, galerici baylar, tıpkı Brüksel’deki Kilise yetkilisi gibi karar verdiler: Ressam yeteneği yok. Gerçekten de, o bayların, bildikleri, sevdikleri, alıp duvarlarına astıkları resimlere benzemiyordu bunlar. Kuşkusuz, madencilere de, başka vaizlerin sözleriyle seslenmemişti. Ne o konuşma biçimini, ne o resim biçimini biliyordu Van Gogh. Çok şükür ki bilmiyordu.
Çünkü başkalarının diliyle konuşarak sanatçı olunmaz. Bilineni yinelemek neye yarar? Hattâ, bilineni yenilemek neye yarar? Böylesi soruları belki o hiç sormadı. Belki değil, sormadı. Çünkü, ressamlığının başında, ve yaşamının sonunda, Millet gibi namuslu, ama sıradan bir ressama olan hayranlığıyla kopyalar yaptı: ‘Tohum Eken Adamı beş kez çizdim. İkisi büyük, üçü küçük boyutta, ama yeniden ele alacağım. Millet’nin bu figürü öylesine ilgimi çekiyor ki.’
Delacroix, Japon estampları da ilgisini çekecek, ve onlardan da esinlenerek resimler yapacaktır. Yeteneğinin boyutlarının farkında olmayan, bu yetenekten sürekli kuşku duyan bir dehânın olağan yönelişleridir bunlar. Nasıl olsa, dehânın dışa vuruşu esin kaynaklarında değil, yapıtın kendisinde yatıyordur.
Ayrıca…
… her dehâda, unutmayın ki, biraz da alçakgönüllülük yatar.” (47) * “ - Diyalog –
Hiç kuşkum yok, ağaçlarla, yosun tutmuş duvarlarla, bağlarla, bahçelerle, çiçeklerle; hekimlerle konuştuğundan daha iyi konuşuyor, daha iyi derdini anlatıyordu. Çünkü doğaya ve nesnelere derdini anlattığında, onlardan bir yanıt, bir anlaşılma beklemiyordu. Çizgilerle, renklerle konuşuyordu. Açıkçası, onların dilinden.
İnsanlarla ise sözcüklerle.
Derdini sözcüklere döktüğünde bile (mektupları gerçek bir yazarın kaleminden çıkmışcasına, dolaysız, vurucu ve yalındır) bir sağırın yanıtlarıydı aldığı.
Çok-konuşan-sağır-oğlu-sağır-ruh-hekimlerinden. Hekimi ilgilendiren hastalıktır. Bu ruh (ne demekse) hekimleri, kişiyi unutup hastalığa baktıklarında, iyileştirdiklerini sandıkları hastanın ardında bir batık bıraktıklarını bilmezler. Kurtardıklarını sandıkları bir teknedir. Karaya vurmuş bir tekne. O teknenin rengi,
omurgası ilgilendirmez onları. Ve bilmezler ki, o tekneyi batıran denizin dalgaları değil, o tekne-insanın ya da insan-teknenin kendi iç dalgalarıdır.
Bu deneyimlerden geçmiş Van Gogh, son derece açık bir biçimde gerçek kurtuluşu dile getirir: ‘Herkesin kendi düğümünü kendinin çözmesi gerek.’
Ama çözüldükçe karışan, büsbütün işin içinden çıkılmaz olan düğümler de vardır. Kördüğümler. Fırça, tuval ve boyalar da yetmeyebilir bu kördüğümü çözmeye. Ama gene de düğümü çözecek olan kişinin kendisidir. Ak kâğıda düşmüş sözcüklerle. Ya da ak keten tuvale düşmüş renklerle.
Van Gogh daha o yıllarda Beckett gibi konuşur: ‘Devam etmek, devam etmek, işte gerekli olan bu…’” (48) * “ - Bir deli-deha –
Hasta? Hiç kuşkusuz hastaydı. Bir akıl hastası. Sözcüğü sakınmadık, gene sakınmayalım: bir deli. Bir deli-dâhi. Sanırım, dehâ, delideki akılla, akıllıdaki deliliğin, biz ölümlülerin bilmediği, oranlarında oluşuyor. Hastalığının bilincindeydi. (Bir çok kez tımarhaneye kendi isteğiyle girdi.) Üstelik mektuplarında hastalığını, krizlerini çok açık bir biçimde dile getiriyor.
Ama, başta ailesi, çevresi, sonra içinde yaşadığı çevre, toplum, bu hastalığından dolayı kendisine bir suçluluk duygusu vermiştir. Hastalığının sorumlusu kendisiymiş gibi. Sürekli kendi kendini suçlaması bundan. Yarım yüzyıl sonra, bir benzeri, bir Deli-Dâhi, Artaud. Bu oyuna gelmeyecek, ve kendisini suçlayanları, Van Gogh’u
suçlayanları, sözümona tedavi edenleri suçlayacaktır.
Bir başka ‘müntehir’ yazar Arthur Adamov ise ‘Patoloji hiçbir şeyi açıklamaz’ diyecektir kendini öldürmeden önce. Pathos, kuşkusuz hiçbir şeyi açıklamaya yetmez. Özellikle sanatçı Pathos’u. Onu iyileştirmeye çalışmak (yani Pathos’u yok etmek) yerine, onu Pathos’u ile kabul etmek, ve sıradan aklın ve mantığın dışında da bir aklın ve mantığın olduğunu kabul etmek gerektir.
Çoğu kez, bir akıl hastasını iyileştirmek, onu öldürmek demektir. Ya da onu ‘intihar etmek’. Van Gogh örneğinde olduğu gibi. Hangi doktor iyileştirecektir Van Gogh’u? Deli-dehâsının ürünlerini armağan ettiği hekim, bu resimleri oğluna nişan tahtası olarak veren hekim mi?” (49) Ali Osman Coşkun
Notlar:
1. Antonin Artaud, Van Gogh, Toplumun İntihar Ettirdiği, Nisan Yayınları, İstanbul 1991. (s.7-9; 11-12; 12-13; 14; 25; 26;31-32)
2. Mustafa Nihat Özen, Büyük Osmanlıca- Türkçe Sözlük, İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1987.
3. Süleyman Velioğlu, Akıl Hastası ve Sanatçı, Yaşam Yayınları, İstanbul 1978. (s. 71-72;73-74)
4. Luis Buñuel, Son Nefesim, Afa Yayınları, İstanbul 1986. (s. 229;235)
5. Ali Osman Coşkun, Dali Aramızda, Edebiyat Dostları (Aylık Kültür ve Sanat Dergisi), Kasım 1989, sayı:31.
6. Ali Osman Coşkun, Kaynayan kazandaki kurbağalar ve sinik kazan ateşçileri, Red, Kasım 2008, sayı:26.
7. Salvador Dali, Bir Dahinin Güncesi, Büyülüdağ, Ankara 1989. ( s.9; 128-130)
8. Ahu Antmen, Sanatçılardan Yazılar ve Açıklamalarla, 20.Yüzyıl Batı Sanatında Akımlar, Sel Yayıncılık, İstanbul 2008. ( s.221; kapak; 234)
9. Ahu Antmen, Kurban performansı bize vız gelir, Radikal, 25.11.2009.
10. Ali Osman Coşkun, Sanat pis bir iştir!..., Red, Temmuz 2008, sayı:22.
11. Ali Osman Coşkun, Kaynayan kazandaki …, Red, Kasım 2008, sayı:26.
12. Ferit Edgü, Ressamlar ve Yazarlar, Milliyet Sanat Dergisi eki, “Düşlerin Değil, Düşlemin Ressamı: Salvador Dali” metni.
13. Süleyman Velioğlu, a.g.e. (s. 75;82-83)
14. www.aktuelpsikoloji.com
15. www.armpsikiyatri.com
16. www.hastane.com.tr
17. www.nisanyansozluk.com, Sevan Nişanyan, Sözlerin Soyağacı-Çağdaş Türkçenin Etimolojik Sözlüğü.
18. Mustafa Nihat Özen, a.g.e.
19. TDK Türkçe Sözlük
20. Süleyman Velioğlu, a.g.e. (s. 124)
21. Yıldırım Türker, Orhan Kemal’in Çocukları, Radikal, 6.10.2010.
22. Süleyman Velioğlu, a.g.e. (s. 124-125)
23. Süleyman Velioğlu, a.g.e. (s. 129-130)
24. Vincent Van Gogh, Van Gogh- Theo’ya Mektuplar-“Mektup; Etten, Aralık ayının ikinci yarısı, 1881”, Ada Yayınları, İstanbul 1985. ( s.60-62)
25. Vincent Van Gogh, a,g,e. -“Mektup; Lahey, Mayıs ortası, 1882”. ( s.71-72)
26. Vincent Van Gogh, a,g,e. -“Mektup; Lahey, Nisan sonu, 1883”. ( s.110)
27. Ferit Edgü, Van Gogh, Yüzyıl Sonra, Ada Yayınları, İstanbul 1990. ( s.67)
28. Herbert Frank, Van Gogh, Alan Yayıncılık, İstanbul 1985. ( s.8; 41)
29. Herbert Frank, a.g.e. ( s.78-79)
30. Herbert Frank, a.g.e. ( s.138)
31. Vincent Van Gogh, a,g,e. -“Mektup; Arles, Ağustos ortası, 1888”. ( s.190)
32. Vincent Van Gogh, a,g,e. -“Mektup; Nuenen, Eylül, 1884”. ( s.134-136)
33. Herbert Frank, a.g.e. ( s.85)
34. Herbert Frank, a.g.e. ( s.137)
35. E. H. Gombrich, Sanatın Öyküsü, Remzi Kitabevi, İstanbul 1980. ( s. 438)
36. Ferit Edgü, Van Gogh, Yüzyıl Sonra…, ( s.24)
37. Ferit Edgü, Van Gogh, Yüzyıl Sonra…, ( s.25)
38. Ferit Edgü, Van Gogh, Yüzyıl Sonra…, ( s.26)
39. Ferit Edgü, Van Gogh, Yüzyıl Sonra…, ( s.61)
40. Ferit Edgü, Van Gogh, Yüzyıl Sonra…, ( s.27-28)
41. Süleyman Velioğlu, a.g.e. (s. 122-123)
42. Ferit Edgü, Van Gogh, Yüzyıl Sonra…, ( s.48)
43. Ferit Edgü, Şimdi Saat Kaç-Denemeler, Ada Yayınları, İstanbul 1986( s.144-149)
44. Ana Britanica, Cilt: 16 (s.492)- Cilt: 18 (s.215)
45. Murat Kemaloğlu, Deliliğe Dair Tefekkür, Soulscience School, Genel Dizi No:1, Antalya 1990.
46. Berrin Karakaş, Ayşegül Oğuz’un röportajından, Radikal Kitap, 22.01.2010.
47. Ferit Edgü, Van Gogh, Yüzyıl Sonra…, ( s.13)
48. Ferit Edgü, Van Gogh, Yüzyıl Sonra…, ( s.63)
49. Ferit Edgü, Van Gogh, Yüzyıl Sonra…, ( s.31)
|