|
|
|
Yıl 1966 yılı sekiz yaşındayım. Köyümüz Kütahya’nın Simav ilçesine bağlı otuz beş km uzaklıkta Kiçir köyü. Babamın bir kamyonu var. Orman işlerinde nakliyecilik yapıyor. Köyümüze kışın çok kar yağdığı için orman işleri kışın tamamen duruyor. Babam, kışın da iş bulurum umuduyla Simav’a taşındı. Ben, babaannem, halam ve benden iki yaş küçük kardeşimle birlikte köyde kalıyoruz.
Bir tatil gününde Simav’a babamların yanına geldik. Babam ve annem bir akşam yakın kasabadaki bir yakınımıza misafirliğe gittiler. Babamın beraber çalıştığı arkadaşı olan Mustafa amca ile biz evde kaldık. Bir süre sonra “kalk seni sinemaya götüreyim” dedi. Evimize yakın olan Zafer sinemasına gittik. Sinemada iki film birden oynuyordu. Filmlerden biri beni çok etkiledi. Filmin adı Kanlı Buğday, ben ilk defa sinemaya gittiğimden hiçbir oyuncuyu bilmiyorum. Hatta onların filmlerdeki adlarından başka adları olabileceğini de bilmiyorum. Filmin kahramanı delikanlı kan davası nedeniyle hapiste. Hapishaneden çıkacağı günler yaklaşınca yengesinden bir mektup alıyor. Mektupta “Hapisten çıkınca kesinlikle kasabaya gelme.” diye yazıyor.
Delikanlı hapisten çıkıyor, beyaz atıyla kasabaya geliyor. Kasabanın girişinde büyük bir kalabalık onu karşılıyor. Kalabalık onun kasabaya girmesini istemiyor. O atından iniyor, hiç konuşmadan kalabalığı da umursamadan, kalabalığı yararak arasından geçip kasabaya giriyor. Evde yengesi onu silahla karşılıyor. Yenge, daha önce eşi kan davası nedeniyle öldürüldüğünden küçük oğlunu korumak için onun kasabaya gelmesini istemiyor. Sıranın kendi oğluna geleceğini söylüyor. Bu suskun, kararlı adamın bütün tavırları beni çok etkiliyor. Köye döndüğümde filmi bütün arkadaşlarıma tekrar tekrar anlatıyorum. Beni çok etkileyen kahramanın Yılmaz Güney olduğunu yıllar sonra Agâh Özgüç’ün “Neden Yılmaz Güney” kitabından öğreniyorum.
1968 yılında ortaokula başlamam gerekiyor. Babam köyümüzün az çok aydın insanlarından biri ama sinemaya gitmeme çok kızıyor. Bazen azarlayarak, bazen de harçlığımı keserek beni cezalandırıyor. Simav’da evli olan halamın yanında kalmaya başlıyorum. Halam ve eniştem babaları ile birlikte oturmaktalar. Eniştem pek karışmıyor ama babası kuralları olan bir adam. Babama karşı kendilerini sorumlu hissettikleri için beni sıkı takibe alıyorlar. O yıllarda cumartesi günleri de öğleye kadar okul var. Sinemalarda saat on dört otuzda iki film birden öğrenci matineleri var. Halama sinema izni için yalvarıyorum. Onu ikna edinceye kadar birinci filmin başını kaçırıyorum. İzin verildiğinde eniştemin babasının bir şartı var. “Karanlık basmadan evde olacaksın, yoksa bir daha sinemaya gidemezsin.” diyor. Kışın hava erken karardığı için de ikinci filmin ikinci yarısında sinemanın kapısına geliyorum. Arada kapıdan dışarıya bakarak havanın kararıp kararmadığını kontrol ediyorum. Sonra da çaresiz filmin sonunu izleyemeden çıkıp gidiyorum. Eve geç gidersem hem azar işiteceğim hem bir daha izin alamama gibi bir risk var. Hiç unutmam İnce Cumali filminin ikinci yarısını izleyemeden sinemadan çıkıp gitmek zorunda kalmıştım. O filmin sonunu izlemem bir daha mümkün olmadı. Yirmi yıl sonra kasetleri çıksa da eksiksiz bir kopyası hâlâ bulunamadığından izleme imkanı bulamadım.
1969 yılı Eylül ayı geldiğinde Sabri abimlerde kalmaya başladım. Sabri abim büyük amcamın oğluydu. Eşi aynı zamanda teyzemdi. Abim hem kendini sorumlu gördüğü için hem babamdan çekindiği için benim için neredeyse sıkıyönetim uygulardı. Sinemalarda her hafta gelecek haftanın fragmanları oynardı. Okulda arkadaşlarla bütün hafta boyunca hafta sonu oynayacak filmleri konuşurduk. Cumartesi günü öğlen okul tatil olunca evde öğlen matinesine nasıl izin alırım diye kendimle hesaplaşırken abim benden önce davranır. “Çıkar kitabını, defterini ders çalış.” derdi. Benim için tam bir hayal kırıklığı. Gönülsüzce çantamı açıp kitaplarımı defterlerimi çıkartırdım. Bir yandan da saatime bakar, filminin başlama zamanını kontrol ederdim. Film başlama saati geldiğinde bir eksik icat ederdim. Kalem yok… Silgi yok, cetvel yok gibi bir mazeret öne sürerdim. Abim “Git al gel. Çarşıya on dakikada gidersin, on dakikada gelirsin, yarım saat içinde burada ol.” derdi. Ben evden çıktığım gibi koşmaya başlardım. On dakikalık yolu beş dakikada giderdim. Kırtasiyeden yok dediğim kalemi silgiyi hızlıca alıp Sinemaya koşardım. Bazen Zafer sinemasının arka kapısındaki aralıktan, bazen de ön kapıdan içeriye girerdim. Buna içeriye girmek de denilemez. Bir koltuğa oturmadan sinemanın kapısında ayakta filmi izlemeye çalışırdım. Arada bir saatimi kontrol eder bana verilen sürenin dolup dolmadığına bakardım. Sürem dolmak üzereyken sinemadan çıkar eve koşa koşa gelirdim. Bazen filmin başrol oyuncusunu bile göremeden sinemadan çıktığım olurdu.
Lise ikinci sınıftayım. Benim gibi meraklı olan Osman Şenol isimli arkadaşımla tanıştım. Osman da afişler, dergiler, kartpostallar, oldukça güzel şeyler vardı. Bir dergide, gazete de bir haber çıktığında Osman’la birbirimizi haberdar eder olmuştuk. Bazen yarış halinde, bazen de paylaşarak arşivlerimizi büyütmeye başladık. Bazen filmleri birlikte izler üzerine saatlerce konuşurduk. Çok beğendiğimiz diyalogları tekrar takrar söyler bundan büyük keyif alırdık. 1970’li yıllar baskıların çok yoğun olduğu yıllardı. Zaman zaman filmler yasaklanıyor, sinemalar bombalanıyordu. Yılmaz Güney’e bir şey olur filmlerinin başına bir şey gelir duygusuyla arşivime daha da bir önem vermeye başladım.
1975 yılında Yılmaz Güney Ankara Kapalı Cezaevinde yatıyordu. İki üç defa mektup yazdım ancak hiç birine cevap gelmedi.
1976 Ocak ayının ilk günleriydi. Bir gün Osman Şenol arkadaşıma Yılmaz abiye imzalaması için bir kitap gönderirsek kitabı imzalayıp göndereceğini söyledim. O yıllarda ilçemizde kitapları bulmak çok zordu. Gazetelerde bir kitap ilanı gördüğümüzde mektup yazıp ödemeli isterdik kitapları. Kitabı gönderirsek geri gelmezse bir kitap kaybımız olacaktı. Elimizde bulunan en az sayfalı olan Umutsuzlar filminin senaryo kitabını imzalaması için Ankara Cezaevine gönderdim. PTT ile de sıkıntılarımız vardı. Orda çalışan bir memur her defasında bize çeşitli zorluklar çıkarıyordu. Gönderdiğimiz mektupların gidip gitmediğinden de kuşku duyar olmuştuk. Bir gün memur bana “bakalım koştura koştura artist olabilecek misin?” dedi. Ben de koşarak artist olunacak olsaydı Veli Ballı (O yılların ünlü atleti) olurdu dedim.
Ocak ayının son günleriydi PTT den bir paket geldi. Paketi açtım, içinden benim gönderdiğim Umutsuzlar kitabı çıktı. Yılmaz Güney kitabı benim için imzalamış. “Tahir Yüksel kardeşim, Emekçi halkımız umudu ile umutsuzluğu yenecektir. 23 Ocak 1976 Yılmaz Güney.” Yazıyordu. Mutluluktan uçuyordum. Soraki günlerde kısa kısa da olsa mektuplar almaya başladım. Yazamadığı zaman telgraf çekip özür dilerdi.
Lise bitiyordu artık önümüzde üniversite sınavları vardı. Sınav yeri olarak Kayseri yazdım. Yılmaz ağabeyime Kayseri’ye geleceğimi onu ziyaret etmek istediğimi yazdım. 22 Haziran 1976 tarihinde Yılmaz ağabeyimden bir telgraf aldım. “Kardeşim 25 Haziranda mahkemede olacağım. 23’ünde gelirsen görüşürüz. Bir aksilik olursa Fatoş ablanı ara. Kapıdan bana not gönderirsin. Sevgiler… Gözlerinden öperim…” yazıyordu. Aynı gün yola çıkıp ertesi gün Kayseri’ye vardım. Beş gün süren uzun uğraşlar sonrası Yılmaz Güney ile görüşebildim. Konuşmanın bir yerinde “İyi güzel sen buralara geliyorsun baban bu duruma ne diyor.” Dedi. Bende endişeli… oğluma bir şey olursa diye korkuyor dedim. “Onun endişesini hoş gör. Tepki gösterme... Onunla omuz omuza çalışmalısın… Onun sırtından geçinen biri olmaktan çıkmalısın... Onunla çalışırken güvenini kazanmalısın… Aksi halde sana güveni olmaz.” dedi.
Kamyonumuzla Simav’dan İstanbul’a kereste taşımaya başladık. İstanbul’a ilk gidişimde Güney Filme gittim. İstanbul’a gidişlerimiz sıklaşmıştı. Kereste yükünü çoğunlukla Cibali’deki kerestecilere götürüyorduk. Kamyonu mağazanın önüne yanaştırıp, brandayı açtığım gibi ara yollardan nefes nefese Beyoğlu’na çıkıyordum. Film şirketlerinin yerlerini, hangi şirkette hangi filmler var öğrenmeye başladım. Hepsinin kapısını defalarca çalar oldum. Vermek istemeyenlerin direncini para teklif ederek kırmayı denerdim. Çok yardımcı olanlar oldu. Para vermek istediğimde “Yılmaz Güney afişinden paramı alırız, olmaz öyle şey.” diyenler çok oldu. “Afişçi dükkanı mı ulan burası.” “Artist mi olacaksın lan.” ya da “Başka arşiv yapacak adam bulamadın mı?” diyenler oldu.
İstanbul’dan dönüş yükünü genellikle İzmir’e alıyorduk. İzmir’de yükü de Çankaya’ya indirip oradan da Simav’a ambar yükü sarardık. Simav’dan İzmir’e kereste götürürdüm. Keresteciler Çankaya’daydı. Çankaya film şirketlerinin merkeziydi. İzmir’e daha sık gidebiliyordum. Kereste olmadığı zamanlar, Pınarbaşı’na kireç ocaklarına odun taşırdım. Arabayı boşalttığım gibi Çankaya’ya gider Film şirketlerini teker tek dolaşırdım. Her gittiğimde mutlaka Afiş, lobi ve fotoğraflarla dönüyordum.
Bağımsız bir işim yok. Babamın yanında çalışıyorum. Benim belli bir maaşım yok ortadan harcıyoruz. Film, Afiş ve lobi alabilmek için kaynak yaratmam gerekiyor. Genelde İzmir’e odun taşıyorum. Kamyonla bir İzmir seferinin ortala masrafları belli. Zaten babam benim sinema sevdama da çok kızıyor. Ek kaynak yaratmam gerekiyor.
Sabah erkenden kalkıp ormana gidiyoruz. Öğleye kadar ormandan odun kesip yarım kamyon odun hazırlıyoruz. Köye gelip üzerini tam yüke tamamlıyoruz. Bu işin bitmesi akşam saatlerini buluyor. Duşumu alıp yola çıkacağım. Gece yolculuk yapıp sabah gün doğmadan İzmir’de olmalıyım. Yorucu bir günün sonunda sabaha kadar yol gideceğimi düşünen babam İzmir’de yükü parayla boşalttırmamı söylüyor. Yemekte tasarruf gerekli! Yemek yemiyorum, sandviçle idare ediyorum. Yemekten para artırıyorum. Sabaha karşı dörtte beşte İzmir’e indiğimde yükü gün doğuncaya kadar kendim boşaltıyorum. Sabah olduğunda artırdığım bu paralarla doğruca Çankaya’ya Film şirketlerine gidiyorum. Paramın yettiği kadar afiş, lobi, fotoğraf bazen de film alarak dönüyordum. Benim bu serüvenim yıllarca böyle sürdü.
İzmir’deki film şirketleri içinde Dar Filmin benim için özel bir yeri vardır. 13 Mayıs 1978 tarihinde Dar Filme gittim. Adını bile hiç öğrenemediğim ancak ona herkesin iri yapısı nedeniyle Pehlivan dediği için benim de Pehlivan abi dediğim depo görevlisi ile tanıştım. Bana çok yakınlık gösteriyordu. Onun bulunduğu bölümü, müşterilerin bulunduğu bölümden ayıran bir tezgâhı vardı. Ben dış kapıdan içeriye girdiğimde tezgâhtaki kapağı kaldırır beni yanına oturturdu. Güzel sohbetler ederdik. Dar Filmde Baba filminden başka Yılmaz Güney filmi yoktu. Ancak Pehlivan abi diğer Film şirketlerinden afiş, lobi ve fotoğraf almama yardımcı olurdu.
Pehlivan abi bir gün “Gel benimle.” dedi. O önde ben arkada İzmir İtfaiyesinin karşısında iki caddenin kesiştiği köşedeki bir binaya girdik. Kapısında Yücel Film yazıyordu. Yıllardır önünden geçtiğim halde burayı hiç fark etmemişim. Bir dairenin bütün odaları film, afiş ve fotoğraflarla doluydu. Pehlivan abi Yücel Filmin sahibi Kemal Bey ile tanıştırdı beni. Binada çatlaklar oluşmuş o nedenle taşınma telaşındaydılar. Kemal Bey “Yılmaz Güney’den çok para kazandım.” Diyor, ona saygı duyuyordu. Burada daha önce hiç görmediğim afiş, lobi ve fotoğraflar vardı. Yerden tavana kadar afiş dolu odalar vardı. 16 mm lik filmlerden İmzam Kanla Yazılır, Bir Çirkin Adam, Bin Defa Ölürüm ve Aslan Arkadaşım/Kuduz Recep filmlerini aldım. İlk defa 16 mm lik filmim olmuştu. Daha önce aldığım bir 16 mm lik sinema makinam vardı. Evde ara sıra filmleri izlemeye başladım.
Köyümüz Kiçir, Simav’a otuz beş kilometre uzaklıktaydı. Orman işleri çok yoğundu. Her köylünün en az bir kamyonu vardı. Her hanede çevre köylerden çalışmaya gelmiş üç dört kişi olurdu. Köyümüzün nüfusu yaz aylarında neredeyse iki katına çıkıyordu. Bu insanlara Yılmaz ağabeyimi tanıtmak istiyordum. Bahçemizde gösteri düzenlemeye karar verdim. Babam bana yine çok kızıyor ancak çok çalışkan olduğum için beni de kırmak istemiyor. Ancak memnuniyetsizliği yüzünden okunuyor. Elimdeki filmlerin bazılarının afişinden elimde çok az var. Onları da arşiv için sakladığımdan asmaya kıyamıyorum. Afiş boyundaki kartonlara afişlerden kopya çıkararak çini mürekkebiyle çizim afişler hazırlıyorum. Onları da evimizin duvarına asıyordum. Gündüzleri ormanda çalışıyoruz, akşam köye döndüğümüzde elimi yüzümü yıkadığım gibi makinayı kuruyorum hazırlıklara başlıyorum.
Evimizin yan tarafında hayat dediğimiz üç tarafı kapalı bir tarafı açık yerimiz var. Daha çok gösterileri burada yapıyorum. Bu hayatta yaptığım gösteriler bana da hayat veriyordu. Babamın, benim sinema tutkuma kızdığını bilen komşumuz Cavit amca uzaktan iki parmağıyla işaret edip “Komşu bize iki bilet ayır bakalım.” der, babamın damarına basardı. Birkaç gösteriyi de köy kahvesinde yaptım. Gösterilerimden az da olsa para alıyordum. Kardeşim Mahir bilet paralarını toplardı. Aldığım paralarla yeni filmler almaya başladım. Yirmi civarında filmim oldu.
12 Eylül 1980 ihtilaline kadar gösterilerim devam etti.
Yirmi, yirmi beş, yıl sonra bana film gösterilerini hatırlatıp teşekkür edenler çok oldu.
1980 yıl temmuz ayının sonunda Yılmaz Güney ile görüşmek için İstanbul’a gittim. O tarihte İmralı yarı açık cezaevinde kalıyordu. Cezaevinden izinli çıkıp evinde kaldığı günlerden birinde evine görüşmeye gittim. Ben görüşmeye gitmeden önce Nihat Behram Yılmaz Güney’e “Bu çocuk bir yıl çalışıyor bütün parasını afişe fotoğrafa yatırıyor.” demiş. Yılmaz Güney elimde neler olduğunu sordu. Ben de neler olduğunu anlattım. “Şimdi buradan çıkıyorsun… Güney Filme gidiyorsun… orada ne bulursan alıp götürüyorsun. Ben ileride onları senden alıp fotoğraflarını çekip sana geri veririm. Adada bazı broşürler var onları da sana göndereceğim.” dedi. Ben çekingenliğim nedeniyle onun söylediklerini Güney filmdekilere söyleyemedim. Soraki günlerde sözünü ettiği broşürleri iki defada gönderdi. Onu en son Isparta Cezaevinde ziyaret ettim. Beni yeğeni Göktürk Demirezen ile tanıştırdı. Bir hafta sonra askere gittim. Dört ay sonra yeğeni Göktürk benim askerlik yaptığım birliğe asker olarak geldi. Biz askerdeyken Yılmaz Güney yurt dışına gitti. Askerlik sonrasında Göktürk ve ailesiyle görüşmelerimiz devam etti. Yılmaz Güney’in annesi Güllü anneye sinema makinesiyle filmlerini izlettim.
1984 Eylül ayında Yılmaz Güney’i kaybettik. Onun bendeki afiş, lobi ve fotoğrafları alması kısmet olmadı. Ben bunu kendime görev edindim. Onunla ilgili bir kitap hazırlığına başladım. Bol fotoğraflı sekiz yüz sayfayı bulan bir kitap hazırladım. Bu arada sinema ile ilgili kitaplara, belgesel filmlere destek vermeye başladım. Anadolu’daki ilk sinema müzesi olan Adana Sinema Müzesine katkıda bulundum. Altın Koza Film Festivalinin hazırladığı Yılmaz Güney belgeseline katkıda bulundum. Zaman zaman “kocaman adam artist fotoğrafı topluyor.” Demelerine aldırmadan çalışmalarımı aralıksız sürdürdüm. Sürdürmeye de devam edeceğim.
Katkıda bulunduğum kitaplar:
5555 Afişle Türk Sineması.......(Türvak)….Türker İnanoğlu…..…. Kabalcı Yayınları
Aktör Tuncel Kurtiz …………………….....…..Burçak Evren ……………Adana Altın Koza Yayınları
Memduh Ün Filmlerini Anlatıyor…….......…Vadullah Taş……………..Kabalcı Yayınları
Yılmaz Güney’in Bilinmeyenleri……......……Bediz Doğan………....…Kültür Ajans
Sinemanın Güney’i………………………....…..Güney Özkılınç………....Evrensel Basım Yayın
|
|
|
Ziyaretçi Sayısı:1002906
|
|
|
Copyright and "Fair Use" Information
Dergimiz ticari bir kuruluş olmayıp amatör bir yayındır. Fotoğrafçıları ve dünyada yapılan fotoğraf çalışmalarını tanıtmak amacıyla bilgi ve haber yayınları yapmaktadır.
Bir kolektif anlayışıyla çalıştığı için makalelerde yer alan fotoğraflar ve alıntıların sorumluluğu makalenin yazarına, fotoğrafçısına aittir.
Dergide yer alan içeriklerden ve ihlallerden derginin herhangi bir sorumluluğu yoktur.
Fotoğrafya'da yayınlanan yazıların, fotoğrafların ve kısa filmlerin sorumluluğu
yazarlarına/fotoğrafçılarına/sanatçılarına/film yönetmenlerine aittir. Dergimiz fotoğrafla ilgili gelişmeleri duyurmak amacıyla çalışmaktadır. Ek olarak, ülkemizde yeterince tanınmayan yabancı fotoğrafçılar ve fotoğraflarıyla ilgili bilgi de aktarmaktadır. Makalelerde yer alan fotoğraflar HABER amaçlı kullanılmaktadır. |