Yalnızlığı -birdenbire değil- ağır ağır yedim. İnsanın tüm yalnızlığını... Tüm iştahımla, her şeyini... Aklımın kapısını aralayıp içeriye daldım. İçeride ikizimle karşılaştım.
Oysa ben bir dahi iken,
Öyle sakin… | | |
José Cendon |
Siz yoktunuz! Sonsuz sayıdaki odalardan birine kapatıldığımda… Yoktunuz. O da yoktu. O, aklımı bir kapana kıstırıp içini havalandırmama izin vermedi. Aklım, elementlerin sonsuz sayıdaki bileşimiyken sonsuz sayıdaki sorgulamalarımın prangası oldu. Zekâm yüzyıllardır etle kemikle bir hücrede mengenedeydi. Ben, arafta duruyordum; dünyanın soluğunu azar azar içime çekiyor, sonra da soluğumu ağır ağır üflüyordum. O, beni terk ettiğinden beri çürüyüşün formülü benden başlıyordu. Ben, insandan... Soluksuzluğa dayanamayan ben, içimden dışarıya hep bir şeyler/sesler bırakıp, dışarıdan içime hep bir şeyler/sesler taşırdım. Ve elbette duyardım: Dünyanın herhangi bir yerinde… İnsan ayağının bastığı herhangi bir yerde... Sesleri uçuruma dağıtan birilerinin iniltilerini duyardım. Hissederdim. Ayağa kalkmaya çalışır, sendeler, tutunmaya çalışırdım. Bir uçurumda tepe taklak düşerken kulak kesilirdim. Anlamak için çıplak olmanın vakti gelmişti. Soyunmanın… Her şeyden soyunmanın vakti gelmişti. Tüm inanışlardan soyunmanın vakti... Uçurumdan düşerken yüzyıllardır boşlukta salınan insan sözlerine yakalanırdım. Tutunmaya çalışırdım. İnsanlığın tüm alfabelerinin yağmuruyla ıslanırdım. Kafam karışırdı. Oysa bir hücredeydim. Havaya saçtığım soluğumun içine gizlenen kelimeler biriktirirdim gecenin ıssızlığında. Ağzımın kıyısından damlayan salyanın/tükürüğün içinde kelimeler gizler, seslerini yüzdürürdüm gecenin karanlığında. Tarih boyu durmaksızın izlendiğimi bilirdim…
Ve korkardım. Korktuğum anlarda zekâm daha da bilenirdi; bir meydandan, bir savaştan, bir direnişten, bir ibadetten, bir kavgadan yükselen çığlıkları duymaya başlardım. Bir patlamadan, göğe karışan kül yüklü gri bulutlara karışan sözleri/yakarışları duyar, bir bir içimde tutardım hepsini. Siz yokken, sonra, daha sonra, tek tek düşünürdüm duyduklarımı. Ağıtları, ezgileri bulurdum biriktirdiklerim arasında. Çıplak sesin ezgilerini duyardım. Her ses içinde ikizimin sesini arardım. Doğrulmak için. Ayağa kalkmak için. İnsanı bir yere taşıyacak olan akla olan güvenimi beslemek için daha çok yerdim yalnızlığı. İnsanı yükselttiği yerden aşağıya bırakacak olanın yine akıl olacağını bildiğim halde… Yine de kemirirdim yalnızlığı bir ucundan. Kalkmaya çalışırken ayaklarımın altındaki zemin kayıp, kafa üstü düştüğümde ikizimi bulur, onu doğururdum.
bir deli olurdum.
Öyle çılgın. Siz yine yoktunuz! Aklın kapısı yüzüme çarptığında bir odanın öteki ucundaydım. Zekâ, benden korkup kaçmıştı. İçim bomboştu artık. Yüzüm anlamını yitirmişti. Korkuyla bana bakarlardı. Benim bakışım kördü artık. Başım üstünde isli bir karanlığa gömülü tavan altında, yanı başımdaki duvarlar arasında kalakalırdım.
Söyleyin. Kaç kez aklın kapısını çaldı insan?
Biz içerdeydik. Biz, bir dahi ile bir deli…
Siz yoktunuz!
Ocak, 2010
Şükrü Keleş
|