MiNiMALiZM VE FOTOGRAF
Ne zaman minimalizm konu olsa, hiç ilgisi yok gibi görünüyor olsa da aklıma Astrid Lindgren'in "Uzun Çoraplı Pipi"si gelir. Günümüz çocuk edebiyatının tartışmasız klasikleri arasında yer alan üç romanında Lindgren, egemen toplumsal kurallara ve büyüklerin egemenliğine karşı çıkan Pipi'nin hikâyelerini anlatır. Minimalizm bu konuyu aklıma getirmenin yanında böylesi bir çocuk klasiğinin Türkçe'de ya da Doğu dillerinden neden çıkmadığı sorusunu da hatırlatır. Türkçe'nin çocuk edebiyatı konusunda fakirliği ne kadar doğru olsa da, bu gerçek soruya cevap olmakta zorlanır. Zorlanır, çünkü "Uzun Çoraplı Pipi" figürü biyolojik, sosyal ve kültürel bütün ihtiyaçları giderilmiş bir Batı Avrupa içinde doğmuştur. Tıpkı aynı şartların bir ürünü olan 68 Kuşağı gibi. Bu açıdan "Uzun Çoraplı Pipi", Batı Avrupa çocuklarının 68 Kuşağı'dır.
Ne zaman minimalizm konusu geçse, birkaç büyük mimarlık yarışmasını kazandıktan ve hayatını devam ettirecek kadar parayı güvence altına aldıktan sonra henüz 40'ına varmadan çalışma hayatına son veren Alman mimar, tanıdığım Gunna Arera'nın minimal tarzda döşenmiş dairesi gözlerimin önüne gelir. Gunna'nın evinde neredeyse hiç bir şey yoktur, ama bu "yokluk" bankada ona her zaman yakın olan para güvencesinin içinden doğmuştur.
Ne zaman minimalizm konusu geçse, aklıma tarihte ikinci Roma olarak kurulan Konstantinapolis gelir. Minimalizmin mimarîdeki örnekleri 1980'lerde başlatılıyor olsa da bence bu tarzın ilk mimarî örnekleri en az Konstantinapolis kadar eskidir. Burada da "doymuş olmak" gerçeğiyle karşı karşıya kalırız: Tarihin en uzun imparatorluğuna sahip olmanın zenginliğiyle yaşayan Roma dünyaya zenginliğini bir kez daha kanıtlamak zorunda olmadığı için sadelik içinde inşa etmiştir "kardeş Roma" olan Konstantinapolis'i. Aynı sadeliği daha sonra kurulacak olan ne Paris'de ne de Sankt Petersburg'da görürüz.
Ne zaman minimalizm konusu geçse, karışık teknikler kullanarak ürünler veren sanatçı arkadaşlarımın tıkabasa dolu atölyeleri gözlerimin önüne gelir. Bu meslekdaşlarım bir gün mutlaka bir işlerine yarayacaklarını düşünerek pek çoğunun çöpe attığı objeleri atölyelerinde özenle korurlar.
Ne zaman minimalizm konusu geçse, İkinci Dünya Savaşı'nın en acımasız yıllarını yaşamış Alman komşularım Hildegard ile Helmut'un yıllar önce gördüğüm kilerlerini hatırlarım. Aradan yarım asır gibi bir zaman geçmesine rağmen savaşın bir gün tekrar çıkabileceği düşüncesiyle yaşayan bu yaşlı çift komşum gereksiz olsa da eşyalarını saklamakla kalmaz, kışın yiyecekleri sebze ve meyveleri kendileri konserve ederlerdi.
Ne zaman minimalizm konusu geçse, fotografçılar ve sevdiği objektifler konusunu konuştuğumuz sırada Ara Güler'in 21 milimetre hakkında söylediklerini hatırlarım. Kullanımı zor olan bu objektifin Jeanloup Sieff gibi ustalarından olan Güler, "Hayatı mümkün olduğu kadar geniş kucaklamak istiyorum, karmaşıklığıyla, kirleriyle… Bu nedenle teleobjektif sevmem, bu nedenle 21'i severim" demişti.
Bence minimalizmden çıkarılabilecek iki ders, fotograf sahneleri kurarken objelerin yerleşimindeki sadelik ve geometrinin başarılı kullanımıdır. Asıl olan ise hikâyedir.
|