Yönetmen Özkan Aksular ile ilk uzun metraj filmi Münafık, münafıklık, Türkiye’de sinema sektörü, gişe, seyirci ve yeni projesi üzerine konuştuk.
-Sizi ilk uzun metraj filminiz “Münafık” ile tanıdık. Öncesinde neler yaptınız? Kendinizden bahseder misiniz?
Klip yönetmeniydim. Onun öncesinde de kurgu yapıyordum. Gerçi hâlâ kurgu yapmayı seviyorum. Birkaç reklam filmi çektim ama ağırlıklı olarak klip çektim. Klip yönetmenleri için genelde drama kuramaz derler O yüzden sinemaya geçiş biraz riskliydi ama ben çektiğim kliplerde hep bir hikaye kurmaya çalıştım. Esas amacım her zaman sinemaydı bunun için de deneyim kazanmak, kendi dilimi görselimi ve tarzımı oturtmak istedim.
-İlk filmler yönetmenlerin otobiyografisidir denir. Münafık’ta sizin yaşamınızdan kesitler var mı?
Yok, yani özellikle dikkat ettiğim bir şeydi bu benim. Başından itibaren objektif bakmam gereken bir hikayeydi. İllaki sonuçta ben yazdığım için kendi yaşadıklarımdan parçalar vardır ama karakterlerin özelinde düşündüğümüzde kaçındığım bir şeydi. Farklı karakterleri bir araya getirip, kendi olduğum taraftan gördüğüm resmi yorumlamaya çalıştım diyebilirim.
-Karakterleri nasıl yarattınız? Hikaye önceden var mıydı?
Hikaye aslında Nazım’la Valeria’nın hikayesi. Yani benim en çok yazmak istediğim ve keyifle de yazdığım hikaye o. Bizde her zaman yabancı kız gelir bir köylüye aşık olur. Çocuk kıza Türkçe öğretir ve mutlu bir aşk yaşarlar. Bu hikayelerdeki saflığı görebiliyorum tabii ki ama artık izlemekten sıkıldığım bir şeydi. Dolayısıyla önce onların hikayesi vardı. “Münafık” ve diğer hikayeler sonradan eklendi. Normalde önce karakterleri çıkarıyorum ve hikayeyi onların üzerine kuruyorum ama bu filmde karakter yaratma süreci hikayeyi kurduktan sonra oluştu.
-Münafık kelimesinin sizdeki anlamını filminizde görsel hale getirmişsiniz. Neden münafıklığı araştırıp üzerinde düşündünüz? Sizi münafık filmine götüren ideolojiden bahseder misiniz?
Son dönemde özellikle münafık kelimesini çok duyduk. Yani karşılıklı duyduk; her taraftan duyduk. Anlamını ilk başta ben de tam olarak bilmiyordum. Duymaya başladıkça tam karşılığına baktım. Daha sonra insanların bu kelimenin tam anlamını bilmediğini gördüm. Kullanan doğru kullanıyor ama diğerleri yanlış biliyor; ya kâfir gibi bir anlamda ya da zındık gibi genelde komik anlamlara gelecek şekilde kullanılıyor. Hatta ben filmin adını münafık koyduğumda “komedi filmi mi?” diye sordular. Halbuki komik bir şey değil münafık. Bir insana münafık dediğinizde çok ciddi bir şey; İslami olarak baktığınız zaman herhalde en büyük küfürlerden biri olsa gerek. Ben de insanlar bilmedikleri için biraz oraya yönlendim.
-Filminizde uzun yıllar aynı köyde muhtarlık yapan Ali Rıza karakteri var. Olay örgüsü de bu karakter üzerinden gelişiyor. Buradan politikaya bir gönderme olduğunu söyleyebilir miyiz?
Özellikle şöyle olsun, böyle olsun diye üzerine düşündüğüm politik bir gönderme yoktu. Ancak siz kendi yaşamınızdan politikayı ayıramadığınız için yani bir dünyada yaşıyorsunuz etrafınızda bir sürü olay oluyor, bir sürü şey gelişiyor. Dolayısıyla yaptığınız işin yaşadıklarınızdan bağımsız şekillenmesi pek mümkün değil. Münafığın kim olduğunun cevabı aslında çok da net olmayabilir.
-Münafık, filmde muhtar karakterinde simgeleşmiş ama aslında toplum içinde karşılaştığımız çok da insan var. Yıllardır iktidar olup yöneten kişiler var; her ne kadar muhtar kimliğinde devlet temsili varsa da küçük topluluklarda da münafıklar var; değişen konjonktür ile birlikte bizler de değişiyoruz, sanki insanın yapısına işleyen bir durum gibi de.
İlla böyle dinî düşünmezseniz kelimenin anlamını, sonuçta herkes ufak topluluklarda liderlik yapıyor bunu yaparken de onların inandıkları şey üzerinden yapıyor. Yani bunu her tarafa yorabilirsiniz solcu iseniz solculuk üzerinden değerleri kullanarak sağcı iseniz sağcılık üzerinden değerleri kullanarak, dindarsanız din üzerinden değerleri kullanarak. Bu başka bir konuyu açacak, ben küçükken annem beni fırına gönderdiğinde, ramazanda özellikle tembih ederdi sıraya gir, sıran geldikten sonra pideyi al, sonra sonra bir şeyler değişti yani bu değişim içinde ben bizatihi yer aldığım için sıraya girmek şimdi aptallık oldu yani şimdi uyanık ol öne geç al, bunu aynı şekilde toplumu yöneten insanlar da empoze etti dolayısıyla insanlar uyanık olmaya çalıştıkça aslında başkaları tarafından kullanılan hale geliyorlar. Yani dünyanın her tarafında da böyle aslında, çok farklı bir şey de yok yani.
-Filmin sonunda muhtar Ali Rıza’yı öldürmediniz. Nazife’yi öldürmeyi tercih ettiniz. Münafıklığın bitmediğine, devam edeceğine bir gönderme mi yaptınız?
Aslında o konuda çok arada kaldım. Senaryoyu sürekli değiştirdim. Yani bir ölsün bir ölmesin dedim. Hatta çekime başladığımızda da Nazife değil muhtar ölüyordu. Ama bir şekilde kötüler hep kazanıyor Nazife’nin orada önemli pozisyonu şu; yani Nazife bir maşa. Aslında en çok kaybeden de o. Tamam belki Nazım çok sevdiği sevgilisini kaybediyor işte o süreçte deliriyor ama Nazife bütün bu sürecin içerisinde belki de çok basit bir aşktan ötürü yani 30 sene önce muhtarın babası ile yaşamış olduğu aşktan ötürü cezalandırılıyor ve onların gözünde ölmeyi hak ediyor. Zaten o işi yaptığı an ölmeyi hak ediyor köylünün gözünde. Ve genelde de böyle oluyor bu maalesef esas suçlular değil onların altında kullanılan belki de zorla kullanılan insanlar cezalandırılıyor.
-Filminizin hazırlık, çekim ve sonraki aşamalarını nasıl geçirdiniz? Mekan, oyuncu seçimlerinizde ölçütleriniz nelerdi? Ne kadar zaman diliminde gerçekleşti?
Ben biraz pinpirikli bir adamım, bu yüzden hazırlık aşaması derseniz, bir on yıl sürdü diyebilirim. Önce bir film çekmek için kendimi hazırlamam gerekliydi; hem görsel, hem de dil olarak. Teknik bir alt yapıya sahip olduğum için de duyguyu oluşturacak bir süreç geçirmem gerekiyordu. Hazırlık aşamasında en fazla zamanı oyuncu ve mekan seçimlerinde harcadık. Teknik ekibi kurmak, yıllardır beraber çalıştığım insanlar olduğu için zor olmadı. Oyuncu ve mekan seçimleri 4-5 aylık bir süreçte gerçekleşti. Özellikle Karina (Valeria), Özer (Nazım), Balım (Selen) ve Ceyda (Zeynep) ile son 1 aylık süreç içerisinde belki de her gün çalıştık. Her sahnenin üzerinden tek tek geçtik. Karina’nın ilk oyunculuk deneyimiydi. Buna rağmen oldukça başarılı bir iş çıkardığını düşünüyorum. Zeynep’in de ilk uzun metraj başrolüydü. Aslında her rolün kendi içinde zorlukları vardı ve herkesin elinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştığını söyleyebilirim. Mekan için Kastamonu’ya farklı zamanlarda 3-4 kere gittim. Sanırım 80-90 tane köy gezmişimdir. Çok aradım burayı. Bazı yerler vardı bir tarafı güzel ama başka bir tarafı kötü. Sonra bir tanıdık vasıtasıyla burası oldu şans eseri. Arayıp da bulamayıp sonra yanındaki adama sorup “a burada bir yer var, böyle bir köy var gidip bir bakın” dediler. Mekanlarla ilgili işte şelaleyi ayrı bulduk, ev zaten iki ayrı ev aslında, nehir olmasını zaten çok istiyordum.
Çekimler her sette olduğu gibi yorucuydu. Keyifli bir süreç olsa da özellikle yağmur sahneleri sanırım bütün ekibin kabusu oldu. Yerleşim birimine oldukça uzaktı çekim yaptığımız köy. Her gün toprak yolda 1 saat gidip 1 saat geliyorduk. Bütün zorluklarına rağmen her zaman işlerini en iyi şekilde yapmaya çalışan ekibime bir kere daha teşekkür ediyorum.
-İki farklı zaman ve iki farklı renk kullanmışsınız filminizde, yani zamanı renklerle ayırmışsınız. Renkler ve geçişlerle ilgili tercihleriniz nasıl oluştu?
Çekimden önce, çekimle ilgili teknik olan her şeyi önceden planladık. Buna renkler de dahildi. Sanat grubu ve görüntü yönetmenimizle yaptığımız toplantıda, hakim renklere, duvarların boyasından kostümlere ve kullanılacak objelere kadar elimizden geldiğince planladık. Flashback patlamalı geçişlerden ziyade renklerle bir ayrım yaratmaya çalıştım. Yine iki zaman birbirini tetiklediği ve etkileşimde olduğu için yer yer birbirinin devamı olan geçişler kullanmaya çalıştım.
Görüntü yönetmenim Varol ile uzun zamandır beraberiz. Ben leb demeden leblebiyi anlar. Zaten görsel beğenimiz de birbirine çok yakın. Kafamdakini çok iyi biliyordu. Çok da güzel oturttuk. Özellikle iç mekanlarda kullandığımız küçük kaynak ve parçalı ışıklardan çok memnunum. Tasarladığımız renklerle birleşince de istediğimiz görseli elde ettik.
Ben apaydınlık sahnelerden, apaydınlık gecelerden çok sıkıldım. Şöyle bir bakarsanız gişe filmlerinde neredeyse hep benzer ışıklar, renkler ve tonlar kullanılıyor. Beni de çok karanlık bulurlar normalde, ışığın aydınlatmaktan ziyade gölge oluşturmak için kullanılması gerektiğini düşünüyorum. Bu filmde sanki ikisinin ortasını tutturabildik. Yani ne çok karanlık ne de çok aydınlık oldu.
-Doğum metaforu eski, kapatılmış olayların açığa çıkmasını sağlıyor. Filminizde de “Hiçbir bebek sancısız doğmaz” önermesini kullanıyorsunuz. Doğal doğum nereden aklınıza geldi?
Bizim taglıne’ımıza çok takıldı insanlar.” Olur mu sezaryen var” dediler ama benim orada kast ettiğim şey, iyi şeylerin hep sancılı süreçlerden geçtikten sonra sonuca ulaşması. Yani, bebeği sancısız doğurabilirsiniz ama dokuz aylık süreçte hiç mi sancı çekmiyorsunuz? Hiç mi zorluk yaşamıyorsunuz?
Hastanelerde doğum yapmak ve özellikle de sezaryen arttı. Bu da geçerli nedenlerden dolayı değil de tamamen estetiksel kaygılardan ötürü çoğunlukla. Bunun insan doğasına aykırı olduğunu düşünüyorum ben. Yani tamam, zorunlu durumlar olabilir ama onun haricinde olanların, anne-çocuk bağını da geçtim, yaşamı öldürdüğünü düşünüyorum. Doğa, bize yaşamı karşılıksız verir. Bir ağacı düşünün, milyon yıllık bir süreçte var olmuş. Hepimize meyve veriyor, yaşamamız için gerekli olan oksijeni veriyor. Ve bunu yaparken bir karşılık beklemiyor. Topraktan yaşam fışkırıyor. Biz de bu doğanın bir parçası olduğumuza göre, yaşamımıza, kendi yaptığımız beton yapıların içinde ve suni aletlerle değil de tam da yaşamın göbeğinde başlamalıyız diye düşünüyorum. Ancak böyle dünyayla bir bağımız olur. Aksi halde hissizleşiriz. Ben çocuğumun doğduğunda betona, plastik örtüye veya çelikten metallere değil, toprağa ve suya değmesini tercih ederim.
-Doğallıkla ilgili görüşleriniz sanırım filminizdeki görselliğe de yansımış. Gerilim filmlerinde sıkça karşılaştığımız görsel baskıyı filminizde ağırlıklı olarak kullanmadığınızı söyleyebilir miyiz? Son derece güzel doğa görüntüleri ile seyirciye oldukça fazla nefes aldırıyorsunuz. Bu bilinçli olarak yaptığınız bir tercih mi? Yeni bir gerilim türü mü?
Görsellik anlamındaki rahatlığa bakarsanız, rahat başlayan, sonra çok daralan, kadrajların da daraldığı bir durum var. Özellikle son yarım saatlik bölümde insanları çok fazla daralttıktan sonra doğumla beraber tekrar izleyiciyi rahatlatmaya çalıştım.
Doğa görüntülerinin fazlalığı biraz önce anlattığım nedenlerden. Bu konuda olumlu ve olumsuz eleştiriler aldım. Tamam, ilk filmim olduğu için ve doğayı, özellikle Karadeniz’i çok sevdiğim için biraz abartmış ve ölçüyü kaçırmış olabilirim ama genel anlamda sıkıntılı ve ağır baskılı sahnelerden sonra bir rahatlama, zihni boşaltma metaforu olarak kullanmaya çalıştım.
Tür, tabii yeni bir gerilim türü değil. Özellikle araştırmadım ama vardır illa ki benzer filmler. Belki çok alışık olduğumuz bir tür de değildi. Aslında bir dram/gerilim yazdım ve buna korku sahneleri ekledim. Filmin ilk yarısındaki korku sahnelerine baktığınızda, yani kadının uyanması, işte araba camının patlaması, kapının kapanması vs. çok günlük şeyler. Paranormal olmayan şeyler. Aslında şunu demek istedim: Ben istesem sizi korkuturum, sıçratırım ama olay bu değil. Hikayeye yoğunlaşın.
Benim yapmak istediğim şeyler var. Bunlardan bir tanesi toplumsal sorunları bireysel depresyonlarla açıklamak. Bunları da mümkün olduğunca sıkıcılıktan çıkarıp ana hikayenin etrafına serpiştirmek. Yani bir gerilim filmi izliyorum evet, ama başka bir sürü de şey oluyor. Kimisi bana göre haklı, kimisi haksız. Başta söylediklerimden örnek vereyim; mesela Nazım. Nazım’ı seversiniz, Nazım ile empati kurarsınız ve Nazım’a üzülürsünüz. Çünkü onun aidiyet duyduğu tek şey aşk. Bu da insan olarak en ortak ihtiyacımız. Dolayısıyla bir aşkı izlerseniz, kendi aidiyetliklerinizin dışında kalabilirsiniz. Peki ben Nazım’ın siyasi görüşünü tam olarak verseydim, dine inanmadığını söyleseydim dahası Valeria’nın iyi bir Hristiyan olduğunu daha net anlatsaydım, sizce de bu aşkı önemseyen insanların sayısı azalmaz mıydı? Ben, tepki bile çekerdi diye düşünüyorum ama işte anlatmak istediğim şey de bu. Bazı insani değerleri, aiditiyetliklerimizden soyutlanıp değerlendirmemiz gerekiyor. Yani ölenin kimlerden, hangi siyasi görüşten, hangi dinden olduğunun bir önemi yok. Esas olan birinin öldüğü ve başka birinin onu öldürdüğü. Öldürenin bizden olması, onu haklı yapmamalı.
-Bu türde devam edecek misiniz?
Evet, devam etmek istediğim bir tür ama daha çok korkuya mı yoksa gerilime mi yönleneceğim ya da ikisini de bir tarafa bırakıp dram mı çekeceğim net bir şey söyleyemiyorum şu an. Münafık benim ilk filmimdi. Dolayısıyla içine her şeyi koymaya çalıştım ve deneyimsizliğimden dolayı da belki anlatmak istediklerimi tam olarak izleyiciye geçiremedim. Tekrar aynı filmi çeker misin diye sorsanız, evet ama belki karakterleri biraz azaltırım. Hikayeyi daha kompakt bir hale getiririm. Genel izleyici için çok dağıldığımı düşünüyorum. Yani bu benim devam etmek istediğim bir şey evet. En azından başlangıç için. Daha sonra insanları benimle birlikte alıp başka bir yere götürüp orada izletmek istediklerimi, anlatmak istediklerimi daha rahat anlatabilirim. Her şeyden önce iyi filmler çekmek istiyorum. Benim için festival ödüllerinden daha önemli olan şey ne kadar insanın izlediği, ne kadar insana ulaşıp bir şeyler anlatabildiğim. Gişe derken parasında değilim. Para, elbetteki film yapmaya devam edebilmem için gerekli ama bana film çekmekten başka bir şey ifade etmiyor.
-Destek aldınız mı? Yapımcı da sizsiniz.
Destek almadık. Ben inanmıyorum çünkü Kültür Bakanlığı’nın desteğine; bir de destek alırsam kendimi borçlu hissederim ve ileride istediğim gibi davranamam diye düşünüyorum. Benim bu filmi yapmamdaki kaygı, dediğim gibi, önce insanlara kendi söylemek istediğim şeyleri anlatmak, sonra da tabii ki maddi bir gelir sağlayıp onu yeniden sinemaya yatırmak. O yüzden yapımcılığını da yapmaya çalıştım. Çok büyük hayallerim yok benim. Yani şu kadar arabam olsun, şöyle evlerim olsun falan. Sadece iyi film çekmekle ilgili hayallerim.
-Türkiyedeki sinema sektörünü nasıl görüyorsunuz? İlk filminizde karşılaştığınız tecrübelerinizi de anlatır mısınız? Filminizin gösterilmesi, pazarlanması sırasında ilk filmini yapan sizin gibi genç yönetmenlerin karşılaştığı sorunlar neler?
Türkiye’deki sinemaya bakışta, birkaç kişiyi ayırırsam geriye kalan yönetmenlerin ve filmlerin ikiye ayrıldığını görüyorum. İşte bir tarafı, gişe filmleri. Kaliteli gişe filmlerini kenara koyarsak, “şu tuttu, oradan devam edelim” kafası var ne yazık ki. Yani komedi tutar, seks satar, korku filmi tutar. Aslında bunlar böyle değil. Bir yılda 20 tane komedi filmi çekiliyorsa, bunların ancak 2-3 tanesi bir milyonu geçiyor. Yüz bini bile bulamayan bir sürü film var. Korku filminde de aynı mantık var. Buna kafa yormuş, kaliteli işler çıkarmaya çalışan insanları bir kenara koyarsak, maliyeti azaltıp 3-5 günde çekilen filmlerle dolu ortalık. Hepsinde aynı beyaz lens, üzerine yüzlere dijital boya, kapılar çarpar, iki tane kanlı böbrek de koydun mu al sana korku filmi. Ama bu iş böyle olmamalı. Ben bir izleyici olarak, doğal olarak gelişim bekliyorum. Yani 3 sene önce izlediğim filmle şimdi izlediğim film arasında bir gelişim, en azından hikaye yönünden bir gelişim yoksa niye tekrar sinemaya gideyim ki? Bu sektörü öldürür. İzleyiciyi küstürür. Kaçınılmaz son budur. Halbuki hali hazırda izleyici sinemaya gelirken, “ya hacı bu cin kafası işliyor, ver işte beyaz gözü, kanlı böbreği” demek yerine, daha iyi ne yapabiliriz, daha iyi hikaye nasıl olur, daha korkunç ne yapabiliriz diye düşünmemiz gerekiyor. Korku filmi özelinde konuşuyorum ama aslında temel sorunumuz bu biliyorsunuz. Batıda bir yönetmen gidip, herhangi bir film açıp, ben böyle film çekeceğim dese ona yapımcılar ne der acaba? Orada sürekli yeni olma, sürekli farklı olma çabası var. Bizde ise aman risk olmasın, şu iş tuttu, aynısını çakalım kafası. Dediğim gibi belki 10 film 20 film hatta 100 film istediğinizi alacaksınız ama bu kendi dalını kesmekten başka bir şey değil.
Diğer tarafta festival filmleri.Orada da birkaç ismi ayıralım; geriye kalanlar ne? Sürekli bir depresyon, ya yalnız anne veya kadın modeli, işte onun da çocuğu annesinin en yakın arkadaşıyla yatar, kadın ayakta kalmaya çalışır ya da yalnız erkek modeli. Hep bir şey arar bulamaz, filmin sonunda bulacak sanırsınız, yok bulamaz. Bir sürü kadınla yatar. Uzun uzun yürürler, anlamsız anlamsız bakışırlar. Yani bunları çekmeyin demiyorum tabii ki, çekin ama bitti, çekildi bunlar. Yeni şeyler üretelim.
İki farklı kulvar gibi dursalar da aslında sorun hep aynı. Bir de ortaya film yapamıyoruz biz. Yani hem gişe filmi olsun hem de iyi film olsun diyemiyoruz. Cem Yılmaz’ın Hokkabaz’ını ve Yılmaz Erdoğan’ın Kelebeğin Rüyası’nı ayrı tutuyorum. Ne güzel filmlerdir bunlar. Daha gerilere gidersek de var tabii, işte Eşkıya’lar Ağır Roman’lar… Ama az.
Benim film aşamasında yaşadığım en büyük sıkıntı neydi derseniz, biz Hızlı ve Öfkeli ile aynı hafta vizyona çıktık. Belki bunlar sektörün normali olmuştur artık ama biliyorsunuz Hızlı ve Öfkeli çok büyük bir açılış yaptı, Titanik’i yakaladı, tüm dünyada rekorlar kırıldı. Dolayısıyla sinema salonları da haklı olarak salonlarını ona ayırdı. Ancak benim hak vermediğim şey, bir filmin Cuma günü 350 salonda oynuyorken hafta sonunu 550 salonla bitirmesi. Yani tamam, bir film iş yapabilir. Sen buna salon da ayırmışsın zaten. Ama sürekli kapalı gişe oynuyor diye diğer filmlerin hakkını yemek, onlara ayırdığın salonu iş yapıyor diye diğer filme tahsis etmek ne kadar vicdani ya da etik? Münafık ile beraber o hafta çıkan diğer filmlerin de başına aynı şey geldi. Filmlerin seansları kaldırıldı, salonları başka filme verildi. Yani bu bir ticari risk anlatabiliyor muyum? Senin 10 tane salonun var, bunların 5’ini bir filme diğerlerini başka filmlere vermişsin. Sonra zaten 5 salon ayırdığın film rekora gitmiş, diğer filmlerin salonlarını da o filme vermişsin. E şimdi bu diğer filmlerin sahipleri ne yapacak? Burada ticari bir ahlak görebiliyor musunuz siz? Dediğim gibi, bu belki sektör için normaldir ama benim yeni öğrendiğim bir şey oldu.
-Nazife’nin öldürülme sahnesi bana Haneke’nin Amour filmini hatırlattı. Sizi etkileyen yönetmenler kimler?
Ben o sahneleri yazarken aklımda Amour yoktu, yani bir gönderme yapma maksadında yazmadım. Fakar Amour ile alakalı başka bir şey söyleyebilirim: Aynı hikayeyi yazıyordum ben. Hatta bunun çok benzerini Yüksek Sadakat’e çektiğim bir klipte de kullandım. Bir birine aşık iki yaşlı insanın ölümü beklemesi ve çocukluklarından başlayan bir aşkı yazmaya başlamıştım. Sonra tabii Amour’u izleyince bıraktım. Pek çok arkadaşımın da başına geliyordur. Yani bir şey yazıyorsunuz ya da sadece fikir aşamasında, hop, bir bakmışsınız başka biri sizden önce davranmış.
Ben Fincher’ı çok severim. Aronofsky’i, Haneke’yi ve Almodovar’ı da beğeniyorum ama Fincher benim için çok ayrı bir yerde.
-Bundan sonra neler yapacaksınız? Yeni proje var mı?
Var. “Sessiz Harfler” adında sağlam bir hikaye yazıyoruz. Yine gerilim/korku türünde bir iş olacak. Adından da anlaşıldığı üzere dram tarafı da kuvvetli bu hikayenin ama bu sefer daha fazla korku öğesi kullanacağım. Yaz sonu, sonbahar gibi de başlıyoruz çekimlerine.
-Samimi paylaşımlarınız için teşekkür ederim. Yeni filminizde başarılar diliyorum.
|