Anası babasıyla oturduğu Poitiers'den yazmıştı. On dokuz yaşında bir kızdı. Fransız yazınında çocuk yiyen dev konusunda bir yüksek lisans tezi yapmak istiyordu. Bu konunun kuyumcusu olduğum düşüncesindeydi. Kendisine bir randevu vermeyi kabul eder miydim? Ettim, verdim. Kısacası, bir nisan sabahı, köyümün küçük istasyonuna onu almaya gittim. Ben erkek deve benzemediğim gibi o da dişi deve benzemiyordu. "Unisex" giysilerin sildiği bir görüntü üzerinde, güzel, sivri, nerdeyse kesici, kestirme bir yüz, fazla ağırbaşlı. Nerdeyse yaşına göre diye ekleyecektim, gençlikle kaygısızlığı, yirmi yaşla yaşam karşısında oburluğu birleştirme alışkanlığımız öylesine güçlü. Sanki yirmi yaşında olmak kolay ve eğlenceliymiş gibi! Yuvarlak yanaklar ve ordan oraya atlayan gözler belki de yaşama yerleştikten sonra, güven verici kesinliklerle, rahat çevrelerle gelecekti. Evi, yazı atölyesini, kitap kalesini, resim ambarını gördü. Gelecek romanın dölyataksal (1) parçalarının yayılmış masadan çok, fotoğraf laboratuvarına, eski 4x5 Inch MPP ingiliz makinesinden Minolta'nın en son örnekçesine dek fotoğraf makinelerine ilgi gösterdi. Sonra da, uzun uzun, buradan çıkmış olan denemelerin-portrelerin, görünümlerin, çıplakların üzerine eğildi. "Sizin de fotoğrafınızı çeksem?" "Evet ya, neden olmasın?" "Makinelerle ışığı hazıryayayım." "Ben de yandaki odada hazırlanayım." 1. Dölyatağına "gebeliğin gerçekleştiği içörgen", diyor sözlük. Aynı tanım beyine, bir başka gebeliğin gerçekleştiği şu öteki içörgene de uyabilir. Ne yalan söylemeli, evet, birkaç düzlemden oluşmuş bu yalın yüz, dışa vurmuş gizlemi olabilecek olanın-olayların, nesnelerin, kişilerin-bekleyişi içinde tükenen bu ateşli bakış hoşuma gidiyordu. Her türlü dekoru silip karla kaplı bir alan gib konuyu yalıtlayan ak kağıt fonu açtım. Biner vatlık iki spotu taktım. Portre çekiminde benzersiz olan 90 mm'lik Elmarit objektifi seçtim. "Hazırmısınız?" "Hazırım." Ayaklarına serilen ışıktan oluşan göz kamaştırıcı plajda korkusuzca ilerledi. Bir yanlış anlama mı olmuştu? Cennet'te Havva gibi çıplaktı. "Fotoğraf" derken "portre" diye düşünmüştüm. O "çıplak" anlamıştı. Ama bir şaşırtı daha vardı : bu beden yüzünün haber verdiği beden değildi -çok uzaktı ondan- : hoşluklarla, yuvarlaklılarla dolu, alımlı, nerdeyse ürkek, olabildiğince dişi bir bedendi. ‹nsan varlığının iki "kat" ı arasındaki bu çelişkiyle ilk kez karşılaşmıyordum. Daha önce de iyiden iyiye çökmüş bir yaşlı adam maskesi altında çeviklik ve tazelikle görkemli bedenler, gevşeyip şişmiş tuluklar üzerine oturtulmuş porselen gibi ince ve kuru başlar, şakacı ve uçarı bir sivri küçük kız yüzü giymiş, verimlilikle dolup taşan görkemli anaç kadın bedenleri görmüştüm.
Bir çıplak fotoğrafında yüz -ruhun gözbebeği- ile beden -toprağın dost cisimleşimi- arasındaki zorunlu uyumun ne tehlikeli bir denge oluşturduğu bilinince, kendisiyle uyuşmayan bir ağzın, bir burnun, iki gözün varlığı nedeniyle hayranlık verici bir tenin görüntülerinin nasıl bozulduğunu görmüş olunca, insan fotoğrafçının kararsızlığını anlar. Ne yapmalı? içgüdüyle, sıkı sıkı portre tasarıma sarılıyordum. Fotoğraf demiştim ama portre diye düşünmüştüm. Vazgeçmeye yanaşmıyordum. Böylece Havva'mın bir dizi portresini çektim...
Şimdi bu portreler gözlerimin önünde ve onlar yardımıyla birşey bulguladığıma inanıyorum içtenlikle. Hem portre vardı, hem de çıplak fotoğrafı. Çıplak-portre'yi bulmuştum. Bir kadının, bir adamın, bir çocuğun çıplak -portresini mi yapmak istiyorsunuz? Modelinizin üstündekileri tümüyle çıkarttırın. Sonra yüzü ve yalnız yüzü çevreleyerek fotoğraflarınızı çekin. Kesinlikle söylüyorum ki, bu portreler üzerinde görünmez çıplaklık açık bir kitap gibi okunacaktır. Nasıl mı? Neden mi? Orası hiç kuşkusuz bir gizlem.
Aşağıdan gelen bir tür parıltı, bir tür filtre gibi etki gösteren bir bedensel türüm söz konusudur, sanki çıplak ten yüze doğru bir sıcaklık ve renk buğusu salıyormuş gibi. Doğmak üzere olan, ama henüz görünmeyen güneşin varlığıyla tutuşmuş çevrenleri düşünüyor insan. Bu tensel yansıma portre için her zaman zenginleştiricidir, bir utanç ve hüzün izi taşıdığı zaman bile. Çünkü kimilerinin şarabı hüzünlü olduğu gibi, çıplaklığı içli olabilir insanın. Ama çıplak-portrenin baskın yanı özel bir ayrımdır daha çok, içinde gözüpeklik, cömertlik, aynı zamanda bir şenlik havası bulunan bir ayrım, çünkü böyle taşınan bir çıplaklık aynı zamanda hem karşılıksız, hem olağandışıdır, armağanlar gibi. Bunun tersine, sıradan portrenin -çıplak yüz, giyinik beden- üzerinde yüzün, giysilerden oluşmuş bir manken üzerindeki bu tek canlının sürgünlüğü, kıravatla, gömleğin yakasıyla bedendn koparılmış durumda, yalnızlığının bunalımı okunur. Gündüz giysilerden oluşmuş bir zindana, gece çarşaflardan bir kozaya kapattığımız bu kocaman, kırılgan ve içli dışlı hayvan -bedenimiz-, en sonunda havaya ve ışığa bırakılınca, gözlerimize dek yansıyan sevinçli ve saf bir varlıkla çevreler sanki bizi.
Çıplak -portrenin aydınlattığı yüzde yakalayıp yalıtladığı da bu yansıma işte.
Kısa Düzyazılar. Çeviren: Tahsin YÜCEL. Yapı Kredi Yayınları 1993. s.96-98
|