Ülkemizde Cumhuriyet sonrası bir araştırma yapıldığında yazılı belgenin yeteri kadar bulunamadığı, bulunanların da gerçekliği ve değeri konusunda inandırıcılığının kesin olmadığını görüyoruz. Belgelere baktığımızda ise, kronolojik saptamalar yapılırken, kişilerin kendi inançlarına göre, yorumlar da getirdiğini görüyoruz. Halbuki, kişiler geçmişi hiçbir zaman kendi görüşlerini doğrulamak için alet etmemelidirler. Fotoğrafın tarihini yazarken sadece kronolojik olarak değil, içinde bulunduğumuz yüzyılın etkisini, olumlu veya olumsuz olarak yorumunun da yapılması gereklidir. Çünkü her yüzyılda toplumları etkileyen değişim ve gelişme gösteren teknoloji, kişilerin kendine özgü düşünü biçimleri, yaşadığı anı yansıtan anlatım dilidir. Diğer bir açıdan baktığımızda ise her toplum kendine ait olan yaşam biçimi ve çağını yansıtan anlatım dilini belirler. Her toplumda, teknolojideki yenilik, kültürel içeriği etkiler ve yeni araştırmaları ortaya çıkartır. Örneğin, fotoğrafın 19.yüzyıla optik çağ dedirtmesi gibi. Avrupa ile Türk fotoğrafını karşılaştırdığımızda ise, Avrupa’da 1900’lerden sonraki dönemde, Strand’ın fotoğrafları sanatsal birikimlerini içeren ve görsel bir iletişim aracı olarak kullanılıyordu. Ülkemizde ise fotoğrafın günah olduğu inancı ve teknolojik araç gerecin yokluğu, fotoğrafın gelimesini engellemiştir. Bu dönemde fotoğraf sadece belge olarak kullanılmıştır. Fotoğrafın estetiği üzerinde durulmamıştır. Doğa çalışmalarında ise insan figürü fotoğrafın leke değerlerindeki dengeleme unsuru olarak kullanılır. Yüzlerdeki ifade belirli değildir. Halbuki belirli olmayan bu yüzler, izleyenlere evrensel bir iletşim dili olan insan yüzüne ilişkin bir bilgi vermezler. İzleyen kişi arka plandaki doğadan, kişinin giysisinden insanların, toplumsal ve ekonomik durumları ile ilgili bilgileri alabilir. Cumhuriyet’in ilanı ile başlayan ulusallaşma anlayışı ile kültür ve sanat bütünleştiğinden fotoğraf, bağımsız olarak yerini almıştır. Cumhuriyet döneminden önce, söz üzerine kurulan iletişim, cumhuriyetten sonra görsel iletişim olarak ön plana çıkmıştır. Aynı zamanda sinema da kendini bu dönemde kanıtlamıştır. Ülkemizde fotoğraf 1900’lere kadar azınlıkların elindeydi. Cumhuriyet döneminde ise fotoğraf günlük yaşamın bir parçası haline geldi. O dönemdeki fotoğrafçılarımız, izleyenlere anlatım ve yorum gücünü kanıtlamayı ve sevdirmeyi amaçlamışlardır. Örneğin, Baha Gelenbevi’nin “Fotoğraf minör sanat değildir.” demesinin anlamı, fotoğrafın toplumsal değerini vurgulamasıdır. Bu dönemde, usta niteliğine sahip fotoğrafçıların toplumsal bilinci oluşturma çabasını amaçladıklarını gözlemliyoruz. Yine Cumhuriyet döneminde fotoğraf stüdyoları kısa sürede ülke geneline yayılmıştır. Cumhuriyet’in ilanı ile, 1932 yıllarında nüfus kağıdı, pasaport ve resmi evraklara fotoğraf konması zorunluluğu, fotoğraf çektirmek istemeyen bir kısım halkın da stüdyolara gitmesini zorunlu hale getirmiştir. Bu dönemin fotoğrafçısı Cemal Işıksel ise, Atatürk’ün fotoğraflarını çekerek portre geleneğini devam ettiren ve ilk foto muhabiri ünvanı ile atanan kişidir. Bu göreve 1929 yılında Atatürk’ün emriyle Ankara Ulus Gazetesi’nde başlamıştır. Atatürk’e ait zengin bir fotoğraf koleksiyonuna sahiptir.
Gültekin Çizgen Cemel Işıksel’den Atatürk ile ilgili bir anı: “1925 Mart ayı son günleriydi. Fethi Okyar büyükelçi olarak Paris’e gidiyordu. Atatürk uğurlamaya istasyona geldi. Makinemi sehpaya yerleştirmiş bekliyordum. İstasyon binasından perona girerken kapıda karşıladım. " Bir dakika Paşam” dedim. “Peki çocuk, çabuk ol” dedi. 1933 Mayıs’ında çiftliğin yıldönümünde gene Atatürk’ün fotoğraflarını çekiyordum. Bir aralık gülerek bana döndü, “İlk seferinde bu kadar kolay çekemiyordun, değil mi çocuk” dedi. Sekiz yıl önce istasyonda nasıl çalıştığımı hatırlayarak beni hayretler içerisinde bıraktı. İşte Atatürk buydu. Atatürk, cumhuriyeti dönemindeki Türk toplumunu zor koşullara rağmen, demokrasi, adalet, laiklik, dil bilinci, bilim, sanat, halkçılık, bağımsızlık ile bilinçlendirmiştir. Sanatçıyı da topluma “Alnında ışığı ilk hisseden insan” olarak tanımlamıştır. O dönemde fotoğrafa vermiş olduğu değerin kanıtı da, gerek sanatçının tanımında gerekse Cemal Işıksel’i fotoğrafla ilgili bir kadroya atamasındadır. Cumhuriyet’in ilanından sonra fotoğrafa ve fotoğraftçıya düşen en önemli görevlerden biri, yeni Türkiye’nin tanıtılması idi. Bir yandan yurdun doğal güzellikleri ve tarihi zenginlikleri tanıtılırken diğer taraftan ise görsel tarih oluşturma kendiliğinden ortaya çıktı. Her ne kadar fotoğraf olayları gerçekçi bir biçimde yansıtır dense de Cumhuriyet’in ilk yıllarında yayınlanan tanıtıma yönelik fotoğraf albümlerinde veya dergilerde siyasal kadronun görüşlerine uygun olarak hazırlandığı gözlemlenebiliyor. Burada fotoğrafçının sorumluluğu büyüktür. Çünkü yazılı olan tarih sonradan değiştirilebilir. Fakat görsel tarihi değiştirmek olanaksızdır. Genel olarak fotoğrafın etkileşim sorunlarına değindikten sonra, Cumhuriyet döneminden günümüze kadar fotoğrafı üç ayrı döneme ayırarak inceleyebileceğiz kanısındayım. 1923-1950 yılları arası, ön planda düşünülen duygusallık “Romantik Dönem”, 1950-1970 estetik ve teknik kuşkuların ön plana çıktığı “Geçiş Dönemi”, 1970-1998’e kadar ise, kurgu, soyut ve teknolojinin “deneysel+dijital” ön planda uygulandığı dönem. Güler Ertan
1930’lu yıllar evraklara vesikalık fotoğraf kullanımı zorunluluğu portre fotoğrafçılığının ortaya çıkması ve halkın fotoğrafla iç içe yaşadığı bir dönemdir. Aynı zamanda, toplum tarafından fotoğrafın, bir sanat dalı olarak benimsenmesidir. O yıllarda, halkın eğitim ve kültür düzeyini yükseltmeyi amaçlayan halkevlerinin amacı “ortak manevi değerlere bağlı kişilerden oluşan bir birlik haline gelmektir”. İşte bu amaç doğrultusnda fotoğraf kursları düzenleyerek, 1932’den itibaren fotoğraf sanatı için yeni bir temel oluşturulmuştur. Yine cumhuriyein ilanı ile başlayan ulusallaşma uğraşları, stüdyo fotoğrafçılığından bağımsız, gazete ve çeşitli yayınlarda kullanılacak daha çok belge nitelikli çalışan fotoğrafçıların ortaya çıkmasıdır. Örneğin; Burhan Felek, Esat Tengizman ve Muhterem Gökmen gibi. 1920’lerde Resne fotoğrafhanesinde fotoğrafa başlayan Şinasi Barutçu, 1932’de Almanya’daki öğrenimini tamamladıktan sonra yurda dönerek Gazi Terbiye Enstitüsü’ne yazı, grafik sanatlar ve fotoğraf öğretmeni olarak atandı. Aynı yıllarda açılan Halkevleri’nin fotoğraf çalışmalarını yönlendirirken, ilk fotoğraf dergisi olan “Foto”yu çıkarttı. Diğer taraftan ise pek çok fotoğraf derneğinin kuruculuğunu yaparken, 1958 yılında FIAP (Uluslararası Fotoğraf Sanatı Federasyonu) ile ilişki kuran yine Şinasi Barutçu’dur.
Şinasi Barutçu Şinasi Barutçu’nun özgeçmişine baktığımızda daha pek çok şey söyleyebiliriz. Bence Ankara’da yayınlanmış olan Mayıs 1961 tarihli “Son Çağ” adlı dergideki fotoğraf sanatı ile ilgili görüşleri ile, Şinasi Barutçu’yu daha iyi tanıyacağınız kanısındayım. “İnsanın gördüğünden fazla görmediğini ihtiva eden fotoğraflara sanat eseridir diyebiliriz. Bu görünmeyen kıymetler insanları birbirine yaklaştıran, sevinç ve kederlerini paylaştıran ve anlaşmalarına sebep olan fikir muhtevasıdır... Nasıl her resim sanaat eseri ve onu yapan sanatkar olmazsa, fotoğrafide de durum aynıdır… İster uzun süreden beri alıştığımız, an’anesi bulunan fotoğraf tarzı ve ister genç sanatkarların öncülük yapan yeni tecrübeleri olsun, bizi aynı yere götürüyorsa birbirinden farksızdır. Başka başka ifadelerle yaratılan sanat eserleridir. Teknik, hem sanat eserinin meydana gelmesinde mühim bir amildir ve hem de –onun esiri olduğu takdirde- eseri mahvedebilir… Bir eserin yaratılmış olmasından daha mühimi, onun başkalarını da eser yaratmaya sevkedecek kuvvet ve mahiyette olmasıdır.” 1930’lu yılların diğer bir ismi ise Selahattin Giz’dir. Selahattin Giz’in fotoğraflarından oluşan “Beyoğlu 1930” adlı albümünde İstanbul’un günlük yaşamından kesitler abartısız ve doğal olarak gözlemlenmektedir. Bu albümdeki fotoğraflar daha önceki fotoğrafları ile karşılaştırıldığında, Osmanlı dönemi fotoğraflarında görülen “Şark durgunluğunun” kalktığını görebiliyoruz. 1935 yılında İçel milletvekili olan Ferit Celal Güven ilk fotoğraf dergisi olan “Foto” dergisinde “Yurt güzelliğini bize çabuk öğretecek tek şey fotoğraftır” diyerek romantik dönemin, doğacı yaklaşımındaki estetik kuralları ve karakterlerin yansıtılması ile fotoğraftan beklentilerini de vurgulamıştır. Ayrıca bu dönemdeki fotoğraf ustalarının, kendi yeteneklerini, fotoğrafın sınırları içinde veya sınırları zorlayarak kabul ettirme gayretlerini gözlemliyoruz. 1940 yıllarında ise, siyasal hareketleri topluma yansıtan basın fotoğrafçılığının oluştuğı sırada belgesel fotoğrafçılık da kendini kanıtlamıştır. Bu dönemdeki basın fotoğrafçıları ise, Namık Görgüç, Cemal Göral, Faik Şenol, Hilmi Şahenk’dir. Bu isimlerin basın fotoğrafçılığı alanındaki etkinlikleri önemlidir. Yine bu dönemde daha çok bireysel olarak fotoğraf çalışmalarına değer verenler ise, Limasollu Naci, Baha Gelenbevi, İhsan Erkılıç, Sabit Karamani, Haluk Konyalı, Fikret Minisker, Cafer Türkmen’dir. 1940 yıllarının en önemli etkinlikleri arasında, Münif Fehim, Hüsnü Cantürk, Suat Ferik, İlhan Arakon, İhsan Erkılıç Eminönü Halkevi’nde açtıkları fotoğraf sergisiyle fotoğrafın da sergilenebileceğinin ilk örneğini oluşturdular. 1948 yılında ise yayın hayatına başlayan Hürriyet Gazetesi’nden Semiha Es bütün dünyayı dolaşarak foto röportajın ülkemizde ilk örneklerini vermiştir. Bu yıllarda İstanbul’da Selahattin Giz, Faik Şenol, Faruk Ferik, Cemal Göral tarafından gazetelere hizmet vermek için Basın Foto Ajansı kuruldu. Bu ekip, bir otobüsün arka tarafını karanlık oda olarak kullanıp, Taksim’in bir köşesinde film gösterileri de yapıyorlardı. 1950’lerde ise sadece güzeli araştırma ve yansıtma ön plana alınarak fotoğraflar insan-doğa ve yalnız doğa olarak gözlemlenirdi. Aynı zamanda Anadolu’nun o zamana kadar fotoğrafa yansımamış güzellikleri, doğa görünümleri, tarihi binalar ve Anadolu insanımızı tüm yönleriyle yansıtma, bu dönemde yoğun biçimde ele alınmış ve değişik bakış açılarından görerek pozlandırılmıştır. Bu dönemdeki fotoğrafçıların bu tür çalışmalarını, Atatürk’ün emriyle Anadolu’ya gönderilen ressamlardan etkilenmiş olmalarına bağlayabiliriz. Aynı zamanda Türkiye’de uzun yıllar yaşayan ve Avusturya kökenli bir fotoğrafçı olan Othmar Pfershy’nin de etkisi büyüktür. Othmar Pfershy’nin genç Türkiye Cumhuriyeti’nin tanıtılması amacıyla hazırlanan ve baskısı Almanya’da yapılan “Fotoğraflarla Türkiye” albümündeki fotoğraflarının kusursuz olduğu gözlemlenmektedir. Ozan Sağdıç Yeni Fotoğraf Dergisi’nde Othmar için yazdığı yazısında onun fotoğraflarını bizlere çok iyi tanımlamaktadır. “Türkiye fotoğrafçıları denilebilirki, manzaraya bakmasını Othmar’dan öğrenmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında yeni Türkiye’nin propogandasını yapan, bütün yeni eserlerde imzası bulunan bu Avusturyalı fotoğrafçı, doğadan ya da kentlerden çektiği fotoğraflarda titiz bir çerçeveleme geleneğine bağlı olarak çalışmış, Türkiye’de manzara fotoğrafçılığına öncülük etmiştir.” Ozan Sağdıç’ın o dönemdeki fotoğraflarına bakıldığında Othmar’dan etkilendiği de gözlemlenmektedir. Vedat Nedim Tör de bir yazısında, Othmar için: “Fotoğrafçılık tekniğinde memleketimize sanat anlayışını, sanat görüşünü getiren ilk öncülerin başında gelir” demektedir. Othmar, Atatürk’ün çok güzel anlarını yakalamıştır, hatta pek çok karesi pulların üzerinde kullanıldığı halde, mütevazılığını hiç bozmadan, “Atatürk’ün fotoğrafçısı ben değilim. Ethem Bey daha tanınmış fotoğrafçı idi” der. 1950’li yılların başında yayın hayatına başlayan Yeni İstanbul gazetesindeki kadro ise, Ara Güler, Zeki Bükey, Mehmet Biber, Limasollu Naci’dir. Yine bu dönemin bir başka dergisi önce Resimli Hayat sonra, Hayat Mecmuası olarak devam eden dergi, foto röportajın gerçek okulu olmuştur. Ara Güler, Ozan Sağdıç, Yıldız Moran, Semiha Es, İnal Tengizhan yayınlanan fotoğrafları ile bu döneme imzalarını atmışlardır. 1959 yıllarında ise ilk fotoğraf derneği olan -İFSAK- İhsan Erkılıç, Şinasi Barutçu ve diğer bir grup fotoğrafçı tarafından kurulmuştur. Yine bu yıllarda portre fotoğrafçılığının duygu ve estetik değerler kazanması, Yaşar Atankazanır, Kemal Baysal ve Foto Süreyya’nın öncülüğü ile başlamıştır. Ancak portrenin katı stüdyo kurallarından kurtulup başka bir anlayış için fotoğraflanması 1960 sonlarına doğrudur. Şöyle bir özetlediğimizde 1960 yılına kadar fotoğrafta belge ve estetik kaygılar ön planda olup, sanatsal kişilikten çok fazla söz edilemez. Gerekçesi ise, eğitim, altyapı ve dünyadaki gelişmelere kapalı kalma eksikliğidir. 1960’lı yıllarda ise ofset baskının güncel olması, fotoğrafçıların gördüklerini anında haber olarak topluma sunabilmeleri basın fotoğrafçılığını meslek olarak ortaya çıkardı. Sanayinin dışa bağlı dengesiz büyümesi, kırsal kesimden kentlere göçün başladığını gösteren bu çelişki ve çarpıklığı, Ara Güler’in fotoğraflarında görmekteyiz.
Ersin Alok Bu kuşağın diğer isimleri ise, Sabit Kalfagil, Hüsnü Gürsel, Ersin Alok, İbrahim Zaman, Ozan Sağdıç, Gültekin Çizgen, Teoman Madra, Mustafa Türkyılmaz, Şakir Eczacıbaşı, Sami Güner, Ahmet Esmer, Fikret Otyam, Taçay Erdemsel, Güler Ertan’dır. Bu isimler fotoğrafın değişik alanlarındaki çalışmaları ile fotoğrafın öncüleri arasına girmişlerdir. Bu dönemde diğer bir gelişme ise, stüdyodaki portre çalışmalarının ikinci plana alınarak, insan figürleri doğal çevresi içinde değerlendirilmeye başlanmıştır. Bu dönemde fotoğrafa bakmayı, görmeyi ve hatta görünenin arkasındakini görmeyi de bilmek gerektiğinin farkına varıldı. Fotoğraf, deklanşöre basarken neyi göstermek istediğini bilmektir. Fotoğrafçı ise neyi, nerede, ne şekilde, bulacağını bilmesi gereken kişidir. Diğer bir deyişle, fotoğraf görmek, seçmek, yorumlamak ve aktarmaktır.
Sabit Kalfagil
Güler Ertan
1970’li yıllarda, fotoğraf eğitiminin başladığı ve fotoğraf derneklerinin çoğalması ile “amatör” kavramının Türk fotoğrafına yerleşmesi sonucu, görüntü zenginliği artarken, nitelik bakımından durakladığı gözlemlenir. Yine bu dönem, yarışmaların, sempozyumların, fotoğraf yayınlarının yoğunluk kazandığı yıllardır. Halim Kulaksız, Nusret Nurdan, Mehmet Bayhan, Şemsi Güner, Ergun Çağatay fotoğrafı ilerilere taşımışlardır. Bu isimler arasında Sabit Kalfagil ve Nusret Nurdan Eren çalışma disiplinleri ve uygulamaları ile gerçekten de Türk fotoğrafının uluslarararsı düzeyde yarışabilecek seçkin örneklerini oluşturdular. 70’li yılların bir diğer ismi ise, Yılmaz Kaini’dir. Yine bu dönemin bir başka ismi Şahin Kaygun ise fotoğraf gerçeklikle başlayıp Ekspresif eğilimlere giden çizgisiyle Türk fotoğrafında, gerçek öncülerdendir. Yaptıkları ile yeni kuşaklar üzerinde olumlu etkiler bırakan Kaygun, fotoğraf yolu ile duyguların dışa vurumunu başarmış fotoğrafçılarımızdandır. Şahin Kaygun Bu dönemin yayınları arasında Yeni Fotoğraf, fotoğraf amatörlerinin ülke çapında tanıştıkları uzun soluklu bir dergi oldu. Yine bu dönemin periyodik sergileri arasında yer alan, Kuşaklar Sergileri de Türk fotoğrafına yeni bir soluk getirmiştir. 70’li yılların amatör kadroları arasında fotoğraf eğilimi genellikle Foto Jurnalist eğilimlerin ağır bastığı sosyal içerikli konular olmuştur. Bunun böyle olmasının temel nedeni de ülkenin içinde bulunduğu sosyal değişimler olmuştur. Fotoğraf seksenli yıllar ile birlikte Türkiye’de büyük bir ivme kazanmıştır. Türk fotoğrafındaki kimlik değiştirmeye başladığı, değişik eğilimlerin ortaya çıktığı dönem olmasıyla da Cumhuriyet sonrası Türk Fotoğrafında önemli yeri tutar. İlk üniversite düzeyinde eğitimin başladığı bu dönem, fotoğraf kadrolarının da değişime uğradığı dönem olmuştur. Fotoğrafın akademik düzeye taşınması, fotoğrafta bilgi ve görgü düzeyinin, teknik ve estetik boyutu giderek yükseldi. Bu dönemde fotoğrafın değişik yönlerine yönelen fotoğrafçılar, yarışma performansları ve açtıkları sergilerle yepyeni bir tartışma ortamı yarattılar. Fotoğrafın sanatsal ve ulusal boyutu, ilk defa sorgulanmaya başladı. Bu dönemde peşpeşe fotoğraf albümleri yayınlandı. Fotografik eğilimlerini net olarak ortaya koyan genç ve akademili kadrolar, bu dönemin itici gücü olmuşlardır. Türk fotoğraflarında 80’li yıllar Deneysel Eğilimlerin yoğun kabul gördüğü bir dönemdir. Ahmet Öner Gezgin, Mustafa Kocabaşı, Nuri Bilge Ceylan, Merih Akoğul, Kamil Fırat ilginç çalışmaları ile ön plana çıkan isimlerdir. Merih Akoğul Kamil Fırat Bu dönemde daha belgeci tavırla çalışan Nevzat Çakır, Mehmet Kısmet ve arkadaşlarının kurduğu Grup FOG ise bu dalın iyi örneklerini oluşturdular.
80’li yılların diğer isimleri ise, Gülnur Sözmen, İzzet Keribar, Halim Kulaksız, Şakir Eczacıbaşı, Maggie Danon, Çerkes Karadağ, Laleper Aytek, Yusuf Murat Şen ve İsa Çelik’dir.
Güler Ertan 1957-1958 ders yılında ülkede büyük bir sanat etkinliği olarak algılanan Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu fotoğraf eğitimini başlatan ilk kurumdur. Burada fotoğraf eğitimini devam ettiren Vehbi Yazgan, Güler Ertan ve Barbaros Gürsel’dir. 1978 yılında Mimar Sinan Üniversitesi’nde; Fotoğraf Enstitüsü ve ve kısa bir süre sonra da Fotoğraf Bölümü olarak fotoğraf eğitimi devam etmektedir. Barbaros Gürsel İzmir 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde de 4 yıllık lisans düzeyinde fotoğraf eğitimi veriliyor. 1989 yılında da Yıldız Üniversitesi’nde 2 yıllık Meslek Yüksek Okulu niteliğinde fotoğraf eğitimi (Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde) yapılmaktadır. Her ne kadar günümüzde sağlıklı eğitim yapılmasa da değerli kişiler yetişmektedir. Gençlerin yapıtlarında öze varış ve psikolojik vurgu açısından estetik kuşkular vurgulanmaktadır. Fotoğraf anlayışları teknik ve estetiğin inceliklerine yönelmekte, dolayısı ile düşünce ağırlığı artmaktadır. Engin Çizgen, Burçak Evren, Kaya Özsezgin fotoğraf tarihimize ışık tutarak kalıcı eserler vermişlerdir. 1990’lı yıllarda çalışmalarıyla ön plana çıkan fotoğrafçılar; Cemil Ağacıkoğlu, Ani Çelik Arevyan, Ali Borovalıi Özer Kanburoğlu, Mehmet Baltacı, İlteriş Tezel, Fatih Gürsel, Servet Sezgin, Erdal Merter, Ali Öz, Faruk Akbaş, Ufuk Murat Duygun, Ömer Orhun’dur. Fotoğraf tarihinin gelişimine baktığımız zaman, 155 yılın bir sanat dalı için çok kısa bir süre olduğunu görüyoruz. Fakat fotoğraf sanatının bu kadar kısa zamanda, bu denli gelişmesi ve giderek günlük yaşantımızda sanat, tarihsel izleme biçimlerinden, bilimsel çalışmalara kadar birçok alanda kendini kabul ettirme; güncelliğini kanıtladığını görüyoruz. Yine günümüzde fotoğraf, bir sanat, bir iletişim yolu, bir olanağı ve tanıtım yolu gibi önemli faktörleri içermektedir. Bir bütün olan sanat, sanatçı; birbirinden ayrılmaz. Fotoğraf sanatçısı duygularını, düşüncelerini, insanlara ve olaylara bakış açısını, güzel olan şeyleri aramayı, bulmayı ve bunları denge, teknik espri ve kompozisyon ile birleştirmeyi, kendi sanat anlayışını ve uygulayışını ortaya çıkarmıştır. Bir malzemeyi sanatta kullanabilmek yeterli değildir. Çünkü sağlam genel kültür, yaratıcılık, bilinci yoğunlaşmış kişilerin kendi dünyası ile karşılaşmasıdır. Yaratıcılık bilinenlerin değil bilinmeyenlerin ortaya konulmasıdır. Bunun gerçekleşebilmesi için yorum ve yaratıcılık gücü gerekir. Bu da herkes de olmadığı için, iyi fotoğraf azdır. Doğaya, yaşama ve yaşamın içindeki fotoğrafa olan inanç, sadece doğru zamanda, doğru yerde olmakla değil, fotoğraflanacak konuyu seçmeyi bilebilmektir. Yani bakmakla görmenin ayrı şeyler olduğunu, bilmeyi gerektirir. Fotoğraf sanatına diğer bir açıdan baktığımızda “fotoğraf sadece pozlandırılmaz, aynı zamanda yapılır”. Bir negatifin pozlandırma ile işi bitmez. Ona sanatsal bir nitelik kazandırmak için fotoğrafçının birikimleri ile, karanlık oda çalışmalarında pek çok etkileyebileceği, çıkarabileceği ve kişilik kazandırabileceği katkıları olabilir. Diğer bir açıdan baktığımızda fotoğrafın gelişen teknolojiden ve karanlık oda tekniklerinden yararlanarak resim+fotoğraf karışımı yapıtların ortaya çıktığını görüyoruz. Tabii akla hemen bir soru geliyor. Bunlar fotoğraf mı? Yoksa fotoğrafı araç olarak kullananların ürettiği ürettiği sonuçlar mı? Fotoğrafın diğer anlatımında ise, bazı fotoğrafçılar, fotoğraflarında mıutlaka insan figürüne yer veriyor. Acaba bunu bir uslup sorunu olarak mı görüyor? Yoksa bunda uslup oluşturmaktan daha çok fotoğrafı, fotoğraf yapmama kuşkusu mu var? Basın fotoğraflarının çoğunda ise sanatsal değerler azdır, daha çok amaca öneliktir. Fakat doğa fotoğrafçılığında ise, duygusal, sanatsal değerler ön plandadır. Son zamanlarda fotoğraf sanatında niteliksel olarak kişisel eğilimlerin öne çıktığı gözlemlenmektedir. Toplumsal kuşkulara ağırlık veren fotoğraf anlayışı, bu geçen süre içinde sorunlarını çözmememiştir. Kişisel eğilimlerin öne çıkmasının nedeni fotoğraf yaşamdan, toplumsal ilişkilerden, sokaktan, kültürel değerlerin zenginliğinden uzaklaştırılmıştır. Fotoğraf sanatçısı deneysel kurgu-yaratıcı fotoğraf gibi tanımlamaların kapsamına giren çalışmalar için karanlık odasına girip, fotoğraf makinasını yaşamdan toplumsal gerçeklerden uzak tutmuştur. Deneysel yaklaşımlar içe dönük sanat anlayışının amacı olarak ortaya çıkar. İçe dönük sanatla uğraşanlar sadece gerçeği değil, sanatın toplumsal özünü de bozar. Anlatım dilinin anlaşılabilirliğinin yanısıra, yeni boyutlara açılım getirebilme yeteneği fotoğrafçıya sorumluluk yükler. Bu kendi iç dünyasını değil, dış dünyayı da sevmeyi, yaratılanı olabilecek değerde görmeyi beraberinde getirir. Bu eğilim 1970’li dönemlerin daha klasik ve hareketsiz uygulamaları aşmak isteyen ve yeni arayışlara girmek istemek mi, yoksa Avrupa’da tamamlanmış bir fotoğrafik yaklaşımın tekrarlaması mı? Bir topluma sunulan her araştırma yeni olduğu için ileri olmak değildir. Bu bir çağdaşlaşma mıdır? Bence çağdaş fotoğraf denilince, o fotoğrafın bir mesaj iletmesi gerekldir. Genelde insan yapısında gerek kendini gerekse yaptığı işleri yenileyerek araştırma duygusu vardır. Zaten bu duygu olmasa sanatta gelişme de olamaz. Fakat bu araştırmalar geçmişi inkar etmeden yapıldığında daha yararlı olacağı kanısındayım. Ülkemizde fotoğraf sanatının bugünkü koşullarında sorun, biçim değil, özdedir. Ne anlatmak istiyoruz ve kime anlatmak istiyoruzun bilincinde olunup geçici heveslere, modaya kapılıp, emeğimizi düşünsel, deneysel birikimimizi çıkmaza sokmamalıyız. Yine günümüze diğer bir açıdan ve belli bir kesime bakıldığında, Türkiye’den fotoğraflar, evrensel fotoğrafçılık dünyasında özgün olmaya başlamıştır. Evrensel türde konuları işleyen fotoğrafların dili ortaktır. Fakat fotoğrafa, fotoğrafçılığın bilincinde olup araştırmalarını ve denemelerini fotoğraflarındaki anlatıma herşeyden önce fotoğraf makinası dilini kullanmalı ve fotoğraf kişiliğini korumaldır. Diğer bir anlatımla, fotoğrafa uluslararası dil derken ulusların da bir kimliğinin olması gerekir. Bunu kanıtlayabilmesi için de fotoğraf sanatında kültüründe uluslararası bir arayışı sürdürmelidir. Fotoğraf, birçok gerçeklerin anlaşılabilmesine, kanıtlanabilmesine yazıdan ve sözden daha etkili olarak yardımcı olabilmektedir. Diğer bir anlatımla fotoğraf zamanına ve yerine göre sayfalarca yazıdan daha etkilidir. - A.g.e., s.31.
- A.g.e., s.32.
Güler Ertan
|