Doğa Fotoğrafçılığı konulu üç bölümlük yazı dizimizin giriş kısmında doğa kavramını "insan yaratısı olan her şeyle yani kültür ile karşıtlık içerisinde kendi kendine varolan, biçimlenen" şeklinde tanımlamış; buradan hareketle doğa fotoğrafının kapsamı içerisine kültürel konuların girmeyeceğini belirtmiştik. Kültürel konuları oluşturan ögeler yalnızca insan yaratısı olan cansız ögeler değil, aynı zamanda insan tarafından kültüre alınmış olan bitkiler ve evcil hayvanlardı.
Doğa kavramı tanımlandıktan sonra doğa fotoğrafını bu tanım üzerine oturtmak skolastik bir tutum gibi görünebilir. Ancak ülkemizde bizlere şehir parklarında çekilmiş fotoğraflar veya kent ve köy peyzajları doğa fotoğrafı olarak sunuldukça, bu tür fotoğraflar doğa konulu yarışmlarda dereceler aldıkça doğa fotoğrafının sınırlarını çizmenin gerekliliği kendiliğinden ortaya çıkıyor.
İnsanın hayal gücü sanatsal......... yaratmakta sınır tanımaz. Dolayısıyla salt sanatsal kaygılarla fotoğraf üreten birisi için fotoğrafı bir kategoriye sokmak ve o kategori sınırları içerisinde kalmak gibi bir durum sözkonusu değildir. Salt sanatsal kaygı için konu sınırlamasının önemi olamaz. Ancak belli bir konunun sınırları içerisinde sanatsal ürünler ortaya koyanlar da yok değildir (bu konuda Frans Lanting'in Eye to eye albümü en yeni örnektir).
Doğa fotoğrafının sınırlarını çizmek ise doğayı fotoğraflarken doğanın bilgisini de vermek isteyen kişi için kaçınılmazdır. Burada bilgi kavramı işin içine giriyor. Fotoğraf yoluyla sanatsal bir ürün ortaya koymak ile fotoğraf yoluyla belgelemek bütünüyle birbirinden ayrı mıdır, yoksa bu ikisi bir arada yapılabilir mi? Bu, uzun ve bu yazının konusu dışında bir tartışmadır. Bu nedenle ben tekrar konumuza dönmek istiyorum.
Doğa fotoğrafı üzerine konuşurken en çok karşılaştığım soru "insan doğanın bir parçasıdır; o halde doğa fotoğrafında insan neden yok" şeklinde idi. İnsanın doğanın bir parçası olması çok romantik bir söylemdir ve bu bir eleştiri süzgecinden geçirildikten sonra kabul görmesi veya reddedilmesi gerekir.
Doğa sözcüğü doğmak fiilinin gövdesine -a eki getirilerek türetilmiş bir sözcüktür ve batı dillerindeki karşılığı da Latince natura sözcüğünden gelmektedir. Natura sözcüğünün fiili olan natus, doğmak, bir gayeye yönelmek anlamını taşır. Yani dilimizdeki doğan sözcüğü ile aynı şekilde "doğan, kendi kendine biçimlenen" anlamındadır.
Kültür sözcüğü ise dilimize batı dillerinden geçmiştir. Sözcüğün batı dillerindeki aslı Latince cultio sözcüğünden gelir ve ve "(tarlayı) ekmek, terbiye etmek anlamındadır. Türkçedeki karşılığı da ekmek fiilinden üretilen ekin sözcüğüdür.
İnsanın ortaya koyduğu kuruluşlar, biçimlerle, başka şekilde söylersek kültürel olan ile karşıtlık olgusu doğal olanın belirleyicisi olmaktadır.
Dikkat edilecek olursa yazının başındaki doğa tanımının içerisinden kültür'ün de tanımı çıkarılabilir. Demek ki, kültürel olan, doğal olan'ın karşıtı olarak insan eliyle yapılmış yapılmış, insan zekasının ürünü olma niteliğine sahiptir. Doğa fotoğrafında kültürel bir ögeye yer olmadığının, diğer bir deyişle kültürel olan'ın doğa fotoğrafının sınırları dışında yer almasının temelinde doğa ve kültür kavramları arasındaki anlam karşıtlığı yatmaktadır.
Kültürel olan, bu karşıtlık bağlamında doğa fotoğrafına konu olamaz. Ancak insan sözkonusu olduğunda aynı şeyi söyleyebilirmiyiz? Acaba insan, kültür yaratan bir canlı olarak doğaya aittir diyebilirmiyiz; yoksa insan doğay yabancılaşmış kültürel bir canlı mıdır?
"İnsan bir kültür varlığıdır; onu hayvandan ayıran bı kültürlülüktür. Doğanın kendisi için önceden belirlemiş olmadığı hiç bir şeyi gerçekleştiremez hayvan. İnsansa kültür yaratır kendine; bu kendi yarattığı kültür de insanı geliştirir." Diyor Nermi Uygur Kültür Kuramı adlı eserinde. İnsan kültür yaratarak kendini var ediyor da diyebiliriz.
İnsanı insan yapan yarattığı kültür ise, kültür yaratma eylemiyle birlikte doğadan bir kopuşbaşlamış ve insan giderek doğadan uzaklaşmış, ona yabancılaşmıştır. İnsan doğaya aittir; ancak şu an değil, kökeni ile, varoluş sürecinin başlangıçı itibariyle bir aidiyet söz konusudur. Hayvanlarla bazı benzer davranışlar göstermemiz, doğanın bir parçası olduğumuzu değil, bizde doğadan bir parça kaldığını yani hayvanlarla ortak kökenden geldiğimizi gösterir. İnsan doğadan gelmiştir; fakat kültür yaratarak bir daha geri dönülemez bir biçimde doğadan kopmuştur.
İnsan-doğa ilişkisi her zaman varolan bir ilişkidir. Bu ilişki, insanın doğaya egemen olma çabasıyla hiçbir zaman kopmamış olsa bile, insanın doğaya yabancılaşmasını ve doğanın insan lehine (aslında aleyhine) tahribini de beraberinde getirmiştir.
Hayvanları inceleyen bilim dalları, onları biyolojik yapılarının yanısıra ekolojik ilişkileri, içgüdüleri, davranışları ile ele alırlar. İnsanı sadece bu özellikleriyle açıklamak mümkün değildir. Çünkü insan yalnızca biyolojik veya biyo-psişik bir varlık değil, aynı zamanda kültürel bir varlıktır. İnsanı incelerken içinde yaşadığı kültürel dünyadan soyutlayamayız. Dolayısıyla doğa içerisinde görünen insan doğal haliyel değil kültürel imajı ile orada bulunmaktadır. Doğa fotoğrafı sözkonusu olduğunda insan, doğanın bir parçası olmaktan çok, doğayla karşıtlık içerisinde kendince doğayı yeniden biçimlendirmenin, ona kalıtımsal yolla getirmediği ilaveleri yapmanın upraşı içerisinde yapıştırma bıyık gibi durmaktadır.
Kısaca söylemek gerekirse, doğa ve kültür kavramlarının karşıtlığı çerçevesinde, konu olarak doğal olanları kapsayan doğa fotoğrfaı kültürel olan insanı dışarıda bırakmaktadır.
Tarık Yurtgezer
|