Kwai Köprüsü... Küçüklüğümde seyrettiğim o unutulmaz siyah beyaz filme konu olmuş bu Köprü, uzun yıllar sonra belleğimin derinliklerinden yüreğime gönderdiği sımsıcak bir ışıkla, binlerce kilometre ötede, uzun bir Uzakdoğu yolculuğu öncesi gözlerimin önünde dikiliveriyordu. Susanna Tamaro, kitabında "Yüreğinin Götürdüğü Yere Git" diyordu. Benim de yüreğim, geçen yılki Hindistan gezisinin ardından bu yaz tatilinde yine "Uzakdoğu" diyordu. Sadece sırt çantam ve fotoğraf makinamla paylaştığım, Singapur'da başlayan, Malezya'nın batı sahili boyunca ve Güney Tayland'da devam eden dört haftalık uzun yolculuğum boyunca ısrarla ulaşılması istenen en önemli durak oluyordu Köprü ve Kanchanaburi şehri.
Muson yağmurlarının egemen olduğu sıcak ve bulutlu bir Ağustos öğleden sonrasında Kanchanaburi otobüs terminalinde otobüsten indiğimde, Köprüyü görebilme isteğimin gerçekleşiyor olmasından dolayı tarifsiz bir mutluluk ile her yeni bir şehre gelişimde yalnızlığın ve bilinmeyenlerin getirdiği o tarifsiz gerginliği bu şehirde hissetmiyor olmanın huzurunu bir arada yaşıyordum. Kalacağım pansiyona doğru yürürken önünden geçtiğim, hayatını burada kaybetmiş Hıristiyan askerlerin mezarlığı, beni tekrar belleğimdeki o siyah beyaz görüntülere geri götürüyordu.
Sevimli bir bahçenin etrafındaki bungalowlardan oluşan guest house'ın Resepsiyonundaki bayan işletmeci, ilk kez bir Türk'ü misafir etmenin şaşkınlığını yaşıyor, ellerinden geldiğince dostça bir misafirperverlik örneği sergilemeleri sanki kendi evimde olmanın keyfini yaşatıyordu.
İçimdeki Ben, vakit kaybetmeden Köprüye gitmemi istiyordu. Kuvvetli bir mıknatısın çekim alanına girmişçesine şehir merkezinden Köprüye giden asfalt yolda yürüyordum. Yolun sonundaki yüksek Müze binasını da geçtiğimde birden Köprü ile karşı karşıya kalıverdim. Orada, nazlı bir gelin gibi ağır ağır akıp giden Kwai Nehrinin üzerinde siyah bir gerdanlık gibi uzanıyordu. Akşamın bu son saatlerinde, yaşadığım coğrafyadan binlerce kilometre uzakta, Köprünün üzerinde yürürken, ruhumun en derinliklerindeki şiddetli sarsıntı bana, hayatlarını bu köprünün inşaatı sırasında kaybetmiş binlerce esir askeri düşündürüyordu uzun uzun. Etrafı saran müthiş sessizlik ve gün batımının eşsiz güzelliğini tek başına o kutsal mekanda yaşıyor olmak ta insana büyük bir huzur veriyordu.
Ertesi gün, Köprüyü geçtikten bir buçuk saat sonra son nokta olan Nam Tok'a giden trende, elindeki tişortları satmaya çalışan uzun siyah saçlı bir Thai güzeliyle uzun uzun sohbet ederken buluyordum kendimi. Tren, bazen uçsuz bucaksız pirinç tarlaları arasından, bazen de Kwai'nin oluşturduğu yemyeşil vadilerden akıp geciyordu. Akşamüstü dönüş yolculuğunda ise, her küçük köy istasyonunda duruyor, bembeyaz gömlekleri içerisindeki okul çocukları ile el sallayarak vedalaşıyorduk.
Doğaya olan düşkünlüğüm, Kanchanaburi şehir merkezine oldukça yakın sayılabilecek Erawan Milli Parkı'na gitmeye zorluyordu beni. İlginç olan nokta ise, parkın içerisinde yer alan ve yedi büyük, sayısız küçük basamaklardan oluşan Erawan Şelaleleriydi. Bu şelalelerin oluşturduğu doğal havuzlarda yüzme zevkinden mahrum kalmamalıydım. Nehir boyunca oluşturulmuş patikadan yukarıya doğru yürüyüp ikinci basamağa ulaştığımda, park görevlilerinin çevre kirliliğini önlemek amacıyla tüm yiyeceğimi ve suyumu burada bırakmam gerektiğini söylemeleri, hiç te hoş olmayan bir sürprizdi. Ulaşılmasının kolay olmayışı nedeniyle çok az sayıda insanın gelebildiği yedinci basamağın havuzunda yüzmek, gerçekten tüm o yorgunluğa değen enfes bir mutluluk veriyordu insana. Nehir boyunca gördüğüm, dileklerin gerçekleşebilmesi için rengarenk bezlerin bağlandığı ağaçlar, binlerce kilometre uzakta Anadolu coğrafyasında gördüklerimi çağrıştırıyordu.
Tayland, aslında bir tapınaklar ülkesi. Kanchanaburi de bundan nasibini fazlasıyla almış. Hele sabahın çok erken saatlerinde kendimi dışarıya attığımda, Budist rahiplerin ev ev dolaşarak günlük yiyeceklerini toplamalarını seyretmek, hiç te alışık olmadığım ilginç bir görüntü oluşturmaktaydı. İnsanların gelen rahibi gördüklerindeki tatlı telaşı, o saygı dolu Thai Budist selamı ile rahibi selamlamaları, edilen uzun dualar, sakin ve telaşsız ritueller tütsü kokuları ile karışarak insana Uzakdoğu mistizminden farklı bir kesit sunmaktaydı.
Tüm Kanchanaburi ovasına hakim küçük bir tepede inşa edilmiş, Çinli Budistler için çok kutsal tapınaklar olan Küçük Tepe Mağarası Manastırı (Wat Tham Khao Noi) ve Kaplan Mağarası Manastırı (Wat Tham Seua), şehir içindeki onlarca tapınaktan çok farklı bir yer. Sayısız merdiven basamaklarını tırmanıp tepeye ulaştığımda, bir tarafta Kwai Nehrinin, diğer tarafta da pirinç tarlaları ile dolu yemyeşil ovanın enfes görüntüsü karşısında dimdik oturan dev bir Buda heykeli ile karşılaşmak, Kanchanaburi'yi benim için bir kez daha unutulmaz kılıyordu.
Kıyı boyunca yer alan bir çok pansiyon ve otel, sal bungalovlardan oluşan farklı bir tarzdaki apart otelleri çağrıştırmakta. Ayrıca, Nehir üzerinde akıp giden bir yüzen diskotekte dans etmenin coşkusu da herhalde sadece burada yaşanıyor. Bambu ağaçlarından geleneksel tarzda yapılmış sallarda, binlerce vatlık ses ve ışık gösterisi altındaki Kanchanaburi'ye özgü bu farklı eğlence anlayışı, benim gibi diğer tüm yabancılar için de önemli bir ilgi odağı olmaktaydı.
Gecenin ilerlemiş bir saatinde, kısa süren bir muson yağmurunun ıslattığı Nehir boyunca uzanan asfalt yolda, kaldığım pansiyona doğru yürürken, yarın sabah çok güzel anlar yaşadığım bu kentten ayrılacak olmanın hüznünü, ama Kanchanaburi ve Köprüye yaptığım bu yolculuğun aslında kendi iç derinliklerimdeki o çok uzun keşif yolculuğunun önemli bir halkası olduğunu farketmiş olmanın engin sevincini yaşıyordum.
Eylül 1998
Faruk Budak
|