Jorge Louis Borges, sınır/sınırsızlık paradoksunu bir tema olarak eserinde işlemiş; sınırlı koşullar içinde sınırsız olanaklar simülasyonuna sahip olan, sınırsızlık illüzyonu içinde sınırın bilincine varan kahramanlar yaratmıştır. Onun hikayelerinde sınırsızlık metafizik titreşimlerle yoğunlaştırılmış, sınır ise gerçekliğin ayrıcalığı, "sürpriz" niteliğiyle donatılmıştır. Örneğin, "Alef" bunlardan biridir:... Kahramanımız -Borges- ölümünden sonra da sevgilisinin -Beatriz Viterbo- evini ziyaret etmeyi sürdürür ve zamanla onun kuzeni Carlos Argentino ile dost olur. O da, evlerinin mahzeninde Alef adlı, "evrendeki bütün öteki noktaları içeren" esrarengiz bir oluşumdan bahseder ve sonunda kahramanımız, Alef'i görür ve algıladıklarını ifade etmeye çalışır: "...Ben bir tek dev saniye içinde hem fevkalade hem korkunç olan milyonlarca eylem gördüm; hiçbiri de beni, hepsi mekanda aynı noktayı kapladıkları halde, birbirlerini gölgelememeleri, örtmemeleri kadar etkilemedi. Gözlerimin yakaladığı şey eşzamanlıydı, ama şimdi yazacaklarım zaman içinde sıralanacak, çünkü dil sıralayıcıdır.
Ne olursa olsun, hatırlayabildiğim kadarını aktarmayı deneyeceğim.
Basamağın arka kısmında, sağa doğru, neredeyse dayanılmaz bir parlaklıkta, gökkuşağının tüm renklerini içeren bir çember gördüm. Önce döndüğünü sandım, ama sonra bu titreşimin kapsadığı dünyanın sersemleticiliğinden gelen bir yanılgı olduğunu anladım. Alef'in çapı herhalde birkaç santimden fazla değildi, ama tüm alem gerçekten ve eksiksiz içindeydi. Her şey (sözgelimi bir aynanın yüzü) sonsuzdu; çünkü her şeyi evrendeki açıdan açıkça görebiliyordum. Denizin dalganışını gördüm, günün doğuşunu, günün batışını gördüm; Amerika'daki insan yığınlarını gördüm; siyah bir piramidin ortasındaki gümüşrengi örümcek ağını gördüm; parçalanmış bir labirent gördüm, (bu Londra'ydı); bitmez tükenmez sayıda gözün bir aynaya bakar gibi bende kendilerine baktıklarını gördüm; yeryüzündeki bütün aynaları gördüm ve hiçbir beni yansıtmıyordu; Soler sokağındaki bir arka avluda otuz yıl önce Frey Bentos'taki bir evin girişinde gördüğüm yer çinilerinin aynılarını gördüm; üzüm salkımları; kar yığınları; tütün; maden damarları; buhar gördüm; tümseklerle dolu ekvator çöllerini ve hepsindeki kum tanelerini teker teker gördüm; Inverness'te hiçbir zaman unutamayacağım bir kadın gördüm; dağınık saçlarını, uzun endamını gördüm; göğsündeki kanseri gördüm; bir yan sokakta kurumuş topraktan bir tümsek gördüm, eskiden orada bir ağaç vardı; Adrogue'de bir yazlık ev gördüm; Pliny'nin ilk ingilizce çevirisinin bir kopyasını gördüm -Philemon Holland'ın yaptığı- ve aynı zamanda her sayfadaki her harfi gördüm (çocukken kapalı bir kitabın içindeki harflerin nasıl birbirine karışmadığına, bir gecede kaybolup gitmediğine şaşırdım); Queretaro'daki bir gün batımını gördüm, Bengal'deki bir gülün rengini yansıtır gibiydi; boş yatak odamı gördüm; Alkmaar'da küçük bir odada iki ayna arasında duran bir küre gördüm, aynalar küreyi sonsuz sayıda çoğaltıyorlardı; Hazar denizinin bir kıyısında akşam üstü yeleleri uçuşan atlar gördüm; bir elin enfes kemik yapısını gördüm; bir savaştan çıkan gazilerin resimli kartlar postaladıklarını gördüm; Mirzapur'da bir vitrinde bir deste İspanyol oyun kağıdı gördüm; bir limonluğun zeminine eğrelti otlarının gölgesinin vurduğunu gördüm; kaplanlar, pitonlar, bizonlar, gel-gitler, ordular gördüm; yeryüzündeki bütün karıncaları gördüm; acem işi bir usturlap gördüm; bir yazı masasının çekmecesinde (ve el yazısı içimi titretti) Beatriz'in Carlos Argentino'ya yazdığı inanılmaz, müstehcen, ayrıntılı mektupları gördüm; Chacarita mezarlığında bulunan çok beğendiğim bir anıtı gördüm; bir zamanlar o eşsiz Beatriz Viterbo olan çürümüş kemikleri ve tozu gördüm; kendi koyu kanımın dolaşımını gördüm; aşkın birleştiriciliğini ve ölümün değiştiriciliğini gördüm; Alef'i her noktadan ve her açıdan gördüm; Alef'te dünyayı, dünyada Alef'i gördüm; kendi yüzümü ve kendi bağırsaklarımı gördüm; senin yüzünü gördüm; sersemledim ve ağladım; çünkü gözlerim herkesin adını bildiği ve kimsenin bakamadığı o gizli ve ancak tahmin edilebilecek şeyi - tasavvur edilemez alemi görmüşlerdi.
Sonsuz hayranlık ve sonsuz acıma duydum."
Ama anlatılanlara bir de postmodern edebi esrikliklerimizin ötesinde fotoğrafçı olarak bakmayı deneyelim: Bütün bunlar bir fantazmagorya, bir slide gösterisi, bir fotoğraf makinesi işlevselliğidir. Bir objektif tasarımı, öykünün entrikasını oluşturmaktadır.
Fotoğraflar en az yansıttıkları gerçeklik kadar önemlidirler. Oysa fotoğraf kuramcıları, bazen fotoğrafların temsil ettiği vizyonun ötesine uzanarak, yansıtılan dünyanın kendisine ulaşmayı denerler. Bu bir tür keşif yolculuğudur. Ama fotoğrafik vizyon limitleri, yol koordinatlarını baştan belirlemiştir. Ancak kuramcılar, sözkonusu koordinatlardan saparak tarih, ekonomi-politik, felsefe, linguistik, sibernetik v.b. gibi disiplinlerin çekim alanlarına girebilirler.
Vizyonların sunduğu espri, hakikat ve anlamla yetinmeyip, fotoğrafları, gerçekliği tanımlama iddiasının göstergesi, kanıtı, bahanesi olarak kullanırlar ve böylece bu konudaki ütopik takıntılarının rasyonalizasyonu, metafizik fantazyalarının doğrulanması sağlanır. Sözkonusu aşamada fotoğraf kuramcıları bizzat varoluşlarının nedeni olan fotoğrafı bir araç haline indirgemişlerdir. Tabii bir de onları çeken fotoğrafçılar vardır, nerededir onlar? Saptamaları ile gerçekliğin fantastik kolajını yapan bu otantik öncüler kimlerdir? Hayatı bütün boyutları ve cepheleri ile değerlendirip ısrarla kişisel mizansen tasarımlarını yaratıp evrensel boyutta gerçekleştiren fotojurnalist protogonistler, olayları oluşumları ve kahramanları doğal seyri içinde takip ederek kendi varoluşlarının metaforu haline getiren antagonist fotoğraf sanatçıları, fotoğrafik fenomen üretme mantığını felsefi bir sistematik kurma çabası gibi algılayan ve tatbik eden kavramsalcılar, nihilist fantezi boyutunun militan şakacıları moda fotoğrafçıları, adeta mitolojik nitelikli misyonları doğayı ve coğrafi oluşumları albenili göstermek olan gezi fotoğrafçıları, konvansiyonel fotoğrafın klasik platformunda naiviteyi erdem haline getirmiş belgeselciler, photoshop programlarının manipülatif seçenek sonsuzluğundan muzdarip manierist dijitalciler, bu durumda hepsi önemini yitirmiş görünmektedir. Sonuçta fotoğrafların anlamının ötesinde Fotoğrafın anlamında kaybolmak kuramcılar için olası bir tehlikedir. Dolayısıyla şöyle bir önerimiz olabilir: Bilginin ve deneyimin sınırsızlığına rağmen arada sırada da olsa bir fotoğraf karşısında Just A Picture ! deme cesaretini denemek...
To Be Continued...
1 Jorge Luis Borges, Toplu Eserleri 2, Alef (1949), İletişim, İstanbul (1989), çev: Fatma Akerson, sayfa 133-150
2 Jorge Luis Borges, Toplu Eserleri 2, Alef (1949), İletişim, İstanbul (1989), çev: Fatma Akerson, sayfa 142
3 Jorge Luis Borges, Toplu Eserleri 2, Alef (1949), İletişim, İstanbul (1989), çev: Fatma Akerson, sayfa 146-147
|