Fotograflar: Evrim Beşe
Bakmak ve görmek arasındaki fark üzerine en çok fotoğraflar konuşur. Fotoğraflar, zamanı anlatırlar, insanları sözlerin dolayımından çıkartarak doğrudan ele verirler, nesneleri dile getirirler. Gören bir göz, vizörün ardından söze dökülmeyeni, dökülemeyeni, dökülse bile anlatılamayanı yakalar. Fotoğrafta sözlerin vekaletine ihtiyaç kalmaz. Ancak Evrim'in naif fotoğraflarıyla kurduğum ilişkiyi siz de bilin istedim; çünkü nesnelerin üzerindeki pasın, Japonların "saba" diye ifade ettikleri ve büyük saygı gösterdikleri yaşanmışlığın peşine düşenler, hayatın damarlarından dolaşmış ve nihayet bir avuç toza dönüşmüş sessizliğin büyüsüyle davranırlar. Saba, dünü bir düş, yarını ise bir hayal olmaktan çıkartır. Anın girdabı içinde boğulmaktan kurtulmak için, siyah beyaz fotoğrafların bize anlattıklarına daha fazla kulak vermemiz gerekmez mi?
Yorgun bir kapı.
Siyah beyaz fotoğrafın kendiliğinden yarattığı tarihsellik duygusu kapının eskiliğinde tamamlanıyor. Her an eklem yerlerinden kopacakmış gibi duran ihtiyar ahşapın rengi zamanın işçiliğinde siyahlamış. Rüzgarın, karın, yağmurun izi kadar daha dikkatlice bakıldığında ona dokunan, ileriye iten, geri çeken nice el hareketinin bıraktıklarını da görmek mümkün. Kapı, bize kendini değil, kendi etrafında yaşanmış hayatları anlatıyor. Küçücük çocuk elleriyle bu kapıyı açıp içeriye geçenler belli ki yaşlı bir adam olarak dışarıya çıktılar. Düğünler kadar ölümler, sevinçler ve hüzünler yine bu kapıdan geçip insanlığın ortak hikayesinde saf tuttular. Kış güneşinin ılıklığında kemiklerini ısıtmaya çalışan bir ihtiyar gibi duran kapının bilge yüzünde, açıldığı nice gülümseyen göz ve ardına kapandığı nice hüzünlü uğurlama artık aynı suskunluğun içinde kardeşler. Evet, hala bir sınır bekçisi gibi içeriyi ve dışarıyı birbirinden
ayırıyor, hala hayata bir çizgi düşürüyor ve ben varım diyor; paslı çiviler, menteşeler izin verdiği, uzantısı olan içerisi, aynı şekilde direndiği ölçüde o da ayakta kalacak. Bir gün buradan sökülüp bir kenara atıldığında, açıkta bıraktığı boşluktan artık bir daha girmemek üzere çıkacak olan bütün o mekan! Boşluktan mekanla birlikte dışarıya fırlayıp hayatın kum
fırtınasında savrulacak olan şahidi olduğu hayatlar, hatıralar, dokunuşlar, kapı önündeki seslenmeler, yürek çarpıntıları, dost kucaklaşmaları...Bizim de kapılarımız olduğu için, kapılarımızla birlikte yaşlandığımız için bunların hiçbirine yabancı değilizdir. O yüzden; kapının düşüşü biraz da içimizde sökülmüş ve yerlerini boşluğa bırakmış olan nice kapılara bir gönderme belki de?
Kanatlarını açmış, havalanmaya çalışan bir yırtıcı kuş.
Ancak enginlere uzanamayacak, kendini delikanlı maceralara bırakamayacak kadar yaşlı. Pencerelerden dolan rüzgar, odaları dip bucak dolaşıp bir evin olmazsa olmaz mahremiyetini yeniden dışarıya taşıyor.
El işleriyle süslenmiş perdeler ne zaman sökülmüş? Elektrikler en son ne zaman söndürülmüş? En son ne zaman kapısı çekilip kilitlenmiş ve son klik sesinden bu
yana kaç gün, hayır kaç ay, hayır kaç yıl geçmiş? Bu evin odalarında, kaç zamandır gıcırdamak için bekleyen eski ahşap merdivenlerinde, kapılarında, mutfağındaki sarı muslukların üzerinde şimdi sadece geçmişin gölgeleri var. Ev dahi orada öylece geçmişin bir gölgesi gibi duruyor.
İnsanları giden evler yılkı atları gibi öylece bırakılmalı mı?
Dönmekten yorgun düşmüş bir aspiratör.
Tam yedi kanadı var; durduğu vakitlerde sayan çok olmuştur. Aspiratörlü mekanlar kanatlarının sayılmasına izin veren bir can sıkıcılıkta beklenilen yerler değil midir? Muhtemelen, yorgun yüzünde beş günlük sakalıyla bir adam, artık yılların verdiği bir alışkanlıkla düğmesine uzanıyor ve onu parmaklarını çıtırdatma alışkanlığı içinde yeniden çalıştırıyor. Günde kaç defa düğmeye bastığı sorulsa bunu bilemeyecek; ancak belki bir emekli, günlük gazetesini okuduktan sonra gözlerinin takıldığı bu aspiratörün ıskartaya çıkıncaya kadar kaç kere dönmüş olabileceğini düşünmüş, cebinden çıkarttığı bir kalemle oturup hesabını bile yapmıştır. İçerideki kirli havayı, hiç şüphesiz yoğun sigara dumanını dışarıya atan bu aspiratör, yapıp ettiklerimize ilişkin ironik sembollerden bir gibi..Aspiratörün takılı olduğu cam da kendisini görünür kılanı bize
ulaştırarak bir başka ironiye dokunuyor. Gören, gösteren, gösterilen ve gösterge siyahla beyazın tuhaf dalgalanışındaki bu fotoğrafta birbirine karışıyor. Artık her şahit bu zincirin kopmaz bir parçası değil midir?
Önce iri bir leke gibi duran kadın, sonra rastgele merdivenlere bırakılmış sepetler. Altın sarısı aydınlık demeti; öylesine sere serpe uzanan som altın gövdeler. Onlar aldırmasa da, gözler
üzerlerinde gezinecek, saplarından tutulacak, kaldırılıp indirilecek, elde nasıl durduğu görülecek, fiyatı düşünülecek nihayet satıcısına sorulacak. Sepetler artık yük taşıma işine yaramıyorlar; bir an önce modernliğe fırlamak isteyen kasaba kökenli metropol sakinlerinin evlerinde, geçmişle aralarına koydukları mesafenin bir nişanesi olarak, asıl işlevinden uzaklaştırılmış bir halde bulunuyorlar. Köşede gazetelik olabilirler ya da duvara asarsınız hanımefendi. Nasıl olsa renkli yün çoraplarının, kurutulmuş buğday başaklarının, işlemeli yazmaların yanında bir yer de küçük bir sepete bulunabilir. Hem satın alınmak istenen bir sepet değil o, 'Ah, ne güzel!' nidaları, 'Çok hoş' diyen bir gülümseyiş bekliyor yalnızca. Merdivenin beşinci basamadığındaki kadın da o sepetlerden almayacak. Her gün oradan gelip geçerken yorgunluk gidermenin bir vesilesi olarak dönüp sepetlere bakanlardan birisi. Soluklanırken seyirlik nesnelere yönelme halinin rastgele örneklerinden işte, bilirsiniz. Fotoğraf makinesi, zamanı kemendiyle tutmaya çalışan mitoloji kahramanının yerine ikame edilse de hayat sürüyor. Kadın az sonra gitti, sepetler akşam üzeri yeniden içeri alındılar.
Siz de şimdi bir başka resme geçmediniz mi?
|