DAYANIŞMA GÖNÜLLÜLERİ ve ENFANTS DU MONDE - DROIT DE L'HOMME 'un deprem çocukları ile ortak çalışması www. photographerchildren.org
SUNUŞ Fotoğrafçı çocuklar atölyesi, Dayanışma Gönüllüleri'nin depremden sonra başladığı travma giderme, psikolojik yardım ve animasyon programları içinde yer aldı. Deprem bölgesindeki kurtarma ve acil yardım çalışmaları bittikten sonra çadırkentlerin kuruluşuna katılan Dayanışma Gönüllüleri, barınma ve beslenme sorunları olabildiğince çözülmüş depremzede çocuklar için resim, heykel, müzik, tiyatro, spor ve fotoğraf atölyeleri kurdu.
İzmit Eski Cephanelik Çadırkenti'ndeki Fotoğrafçı Çocuklar Atölyesi 8-17 yaş grubundaki 118 çocukla ilişkilendi. Ancak çalışmalara katılan çocukların tümü, üç aylık programı tamamlayamadı. Çadır kentten taşınmalar, okulların açılması veya ilgi alanlarının içinde olmaması nedeniyle atölyeden ayrılanlar oldu.
Elli çocuk çalışmaları sonuna kadar sürdürdü. Bu çocuklar, siyah beyaz karanlıkoda tekniğinin, film yıkamanın, kontak baskı ve özgün baskı yapmanın temel kurallarını öğrendiler. Ancak atölye çalışması sadece fotoğraf tekniğiyle sınırlı kalmadı. Çalışmalar sırasında, "belgesel fotoğraf" ve "bir fikrin, fotoğraf diliyle ifadesi tartışıldı. Çocuklar bu konularda metinler yazdılar. Temel Fotoğrafçılık bilgilerini alan çocuklar, kendilerine bir foto röportaj konusu seçerek, depremden sonra çadırkenteki hayatı belgelediler. Yaşamlarının Ekim 1999/Ocak 2000 tarihleri arasındaki günlerini fotoğraflarıyla anlattılar. Düzenledikleri sergi, yurt içinde ve yurt dışında on üç kez açıldı.
Bu atölye, hem içinde bulunduğu özgül koşullar, hem katılımcı sayısı, hemde felsefesi ve çalışma yöntemi dikkate alındığında, tüm aşamaları çocuklarla birlikte gerçekleştirilen, dünyadaki ilk belgesel fotoğraf çalışmasıydı.
DEPREM ÇOCUKLARI
Uzat desem elini, uzatabilecek misin, suların içinde balçıklara bulaşmışsın, bir bacağın kayanın altında. Yanında onlarca canla soluksuz duruyorsun. Kurumuş yaşlı bir ağacın gövdesiydin Değirmendere'ye getirdiklerinde seni. Uzak diyarlardan gelen yontu ustaları şekillendirmiş, can vermişti sana. Ne güzel seyrederdin Marmara'yı sırtın körfeze dönük, gözün uzaklarda. Oltasını denize uzatmış İhtiyar Balıkçı, sen de yoksun artık, suların altındasın onlarca canla birlikte cansız. Birbirine sarılmış , gözgöze ağaç heykeller siz de yoksunuz. Üç kız siz de yoksunuz, sahil de yok ,yollar da yok. Seyran vakti kalabalığı da yok. Ya parktakiler, gölgesine sığındığı ağaçlarla birlikte yok oldular. Çay içip gözleme yediğim bahçe, deniz olmuş şimdileri.
Günlerden 1 Ağustos'tu. Coşkuyla geziyorduk sokaklarında Değirmendere'nin, yontu festivalinin ürünlerini görmek, fotograflarını çekip belgelemek için. Değirmendere'li baloncu, sokak satıcıları , sokak sergileri, sanatçılar, zanaatçılar sıcacık ilgileriyle karşılıyordu gelenleri.
Fotografçı, anı dondurmak için gezer. Gelecek nesillere aktarmak için çeker. El emeğini, göz nurunu belgeler.
Dostum Kemal CENGİZKAN'la birlikte coşkuyla basıyorduk deklanşöre.
* * *
Neydi bu ses…Bu büyük uğultu… Bu gürültü… Hiç tanımadığımız bir sesti bu… Bir inleyiş… Bir acı… Bir haykırıştı… Fırlattı bizi sabahın üçünde yataklarımızdan. Derinlerden, çok derinlerden, bir ananın yüreğinden, parçalarcasına bedeni çıkan bu ses her yanı sarıyordu. Acı dolu toprak ananın bağrından kopan çığlıktı bu. Sonuna kadar tuttuğu, direndiği, istemeden attığı çığlıktı. Büyük bir sarsıntıyla boşalttı içini toprak ana , tir tir titriyordu.
" Kayalar verdim size, barının diye ! Ovalar verdim, dere yatakları verdim, beslenin diye ! " ağlıyordu, bir yandan söyleyip, bir yandan gözyaşlarını akıtıyordu toprak ana. Taş demire, demir toprağa karıştı bir anda. Binlerce onbinlerce can, kızı, kızanı, kadını, adamıyla karıştı demire, taşa, toprağa.
Taş üstünde taş kalmamış, canlar altında kalmıştı.
* * *
Bedenim, beynim, yüreğim duramadı İstanbul'da . Bir avuç dostla düştük yollara. Vardığımızda Gölcük'e gece yarısı olmuştu. Biz varmıştık da , biz varana dek yurdumun güzel insanları dört bir yandan akmıştı Gölcük'e , Kocaeli'ne, Sakarya'ya Avcılar'a , Yalova'ya.
Aziz dostum Özcan YURDALAN Değirmendere'deydi. Biri Yalova'da, bir diğeri Kocaeli'ndeydi. Bir tanesi Sakarya'da.
Bir koku sarmıştı her yanı, televizyon kanallarında, ajans haberlerinde, gidenin gelenin , herkesin dilindeydi bu koku. Bu koku , öyle kötü bir koku değildi. Bu koku insanın tüm hücrelerine işliyordu bir daha çıkmamacasına. Bu koku yeni idi bizler için, hiç tanımadığımız, hiç duymadığımızdı. İnsan kokusuydu. Cansız bedenlerin kokusu, rahatsız etmeyen, tam aksine " Ben buradayım, gelin, alıp beni buradan, bir mezara götürün ! " diye yön veren cansız bedenlerin kokusuydu.
İhtiyar amca, enkaz altından torununu kucaklamış çıkaran küpeli uzun saçlı genci kucaklıyordu. " Oğlumu gördün mü oğul ? " diyordu, " oğlumu gördün mü ? "
Liseli kız taşları kaldırıyordu. Gençlik, akmıştı İstanbul'dan gemilerle, arabalarla. Zonguldaklı maden işçileri en zor görevlerini yapmaya koşmuştu. Ermenistanlısı, Polonyalısı, Fransızı, Almanı, Rusu ve dahi Yunanlısı koşuyordu bir enkazdan ötekine.
Bir an demek bir can demekti.
Dünyanın dört bir yanından sanatın evrenselliği uğruna ağaçları yontmaya gelenler, şimdi de dayanışmanın, bir can kurtarmanın evrenselliğini sergiliyorlardı.
Yüzleri kızaranlarla , göğüslerini gerenler yer değiştirmişti.
* * *
İstanbul'a dönüşümde beraberimde getirdim ölümün kokusunu. Yüzüme taktığım maskeyi kokladı evdekiler birer birer.
Banyoya girdim ve aynada yüzüme baktım uzun uzun. İstanbul sallanıyordu. Yurdumun her yanı sallanıyordu, korku salınmıştı insanımın yüreğine.Borges'in olağanüstü Masallarındaki anlatı geldi bir anda aklıma :
"Mehdi ve aşireti, General Gordon tarafından savunulan Hartum'u kuşatıyordu. Düşmanlardan birkaçı savunma hatlarını geçti ve kuşatma altındaki kente girdi. Gordon onları tek tek ele geçirdi ve her birine kendilerini görebilecekleri bir ayna gösterdi. Herkesin ölmeden önce kendi yüzünün nasıl olduğunu bilmesi gerektiğini düşünüyordu. "
Aynadakiyle gözgöze geldik. Kendi yüzümü hiç böyle görmemiştim. Çocuğumu, yakınlarımı, tüm dostlarımı aynı biçimde aynı ifadeyle görüyordum. Ölümün soğuk yüzüydü bu. Tüm kent toplu halde aynaya bakıyor gibiydik. Tüketiyor… Tükeniyorduk….
* * *
hafta sonlarında sürekli gitmeye başladık. Önce giysilerimizi bölüştük. Bir bize bir onlara. Sonra kalan giysilerimizi tekrar bölüştük. Bir bize bir onlara. Ta ki en az kalana dek. Sonra mutfağımızdan taşıdık. Biz de onlar kadar az yiyinceye dek.
Cebimizdekileri yanyana koyduk, bütünledik, götürdük. Derken birgün devlet geldi. " Siz " dedi, " Bize vereceksiniz ! Biz onlara ! ". Peki dedik, toparladıklarımızı, artırdıklarımızı verdik, üstüne vergilerimizi de ödedik.
Artık verecek bir şeyimiz kalmamıştı. İşte tam o anda Özcan çıkageldi : " Umutlarımızı vereceğiz arkadaşlar ! " dedi. Umutlarımızı… Evet umutlarımız… Bitmek, tükenmek bilmeyen umutlarımız.
Ekim ayıydı. Özcan çoktan yerleşmişti İzmit'in Bekirpaşa Beldesi'nin Cephanelik Çadır Kenti'ndeki Dayanışma Gönüllüleri'nin Çadırına. O, tüm hafta içinde oradaydı, biz de hafta sonları O'nun yanında. Dayanışma Gönüllüleri'nin diğer etkinliklerinin yanında fotografa da yer açılmıştı. Özcan Yurdalan, Allaoua , Gökhan Gezik, Mehmet Kaçmaz, Alp Sezeralp, Baha Bal ve ben fotografı öğretecektik çocuklara. Bir yaşam biçimi olarak fotografı.
Çadırkent'te eski bir cephanelik onarılıp karanlık oda yapılmıştı bile. Cezayir asıllı Fransız Allaoua çocukların en yakını olmuştu. Malzemeler toplandı, gönüllüler bir araya geldi, sıra sıra dizildi çocuklar fotograf öğrenme kuyruğunda. Ve bizler, onlardan ödünç aldığımız dünyayı teslim etmek üzere kolları sıvadık.
Teslim etmek için Cüneyt'e Uğur'a, Serhat'a, Tuğrul'a, Sevilay'a , Ahmet'e ve onlarcasına…
* * *
Yontu ustaları gibiydik… Gözlerindeki parıltıları yeniden oluşturmalıydık, kaybettikleri yakınları olmalıydık, anılarını unutturacak güçte gelecek umutları filizlendirmeliydik belleklerinde. Üretmeyi öğretmeliydik onlara. Hiç bir şeyin ikisini istemiyorlardı oysa, bire razıydı onlar. Bir bisküviye, bir meyva suyuna, bir fanilaya, kendilerine uzanan sevgi dolu bir ele.
Çıplak ayaklarına bir çift çorap olamadık, fakir sofralarına bir kap yemek olamadık, palto olup saramadık, yorgan olup dolanamadık.
En küçüğünün yaşı yediydi, en büyüğünün yaşı ondokuzdu. Güzel güzel dinlediler, özenerek çalıştılar, bulutlarla bezediler, onlarca yıllık sanatçılara parmak ısırtacak ürünler koydular ortaya. Fotografları Çadır Kentin sınırlarını birden aştı, körfezdeki bulutları, kasadaki meyvaları, anaları, çocukları sundular bizlere . Onlar, yeni yontu ustaları oldu yurdumun. Önce yıkık kente can verdiler. Omuzladılar umudu, uzak diyarlara ulaşmak üzere koyuldular yola. Onlar, aynanın öbür yanındaydılar zaten. Bizler de umudumuzu aktarmanın huzuruyla aynanın içinde onların yanında yerimizi aldık. Ve şimdi oradan bakıyoruz kendimize.
Dora Günel
|