GEZGİN FOTOĞRAFÇILAR
"GUILLAUME
BERGGREN"
Engin Özendes (ESFIAP)
www.enginozendes.com
Zaman, dünyanın henüz
fotoğrafı bilmediği, ondokuzuncu yüzyılın ortalarına
doğru bir akış içindeydi. Ve o dönemde, görüntü kaydetmek
ressamların işiydi. Bu ressamların bir kısmı vardı
ki, kendilerine ısmarlanana göre gidip, şehirleri,
evleri, doğayı resmettiklerinden "gezgin ressam" adını
almışlardı...
1835 yılının, 20 Mart'ında,
bu gezgin ressamlardan Peter Gustaf Berggren, Stockholm'deki
bir doğumevinde hemşireden, "bir oğlunuz oldu" müjdesini
aldı. Peter büyük bir sevinçle; "Wilhelm, adı Wilhelm
olacak" dedi.
Guilaume
Berggren,
Öz Portre
FOTOGRAFISKA MUSEET, STOCKHOLM
|
 |
Küçük bebek, ileride kaderinin Osmanlı başkentine
kadar uzanacağını bilmeden, yaşama uyum sağlamaya
çalışıyordu. Uslu bir çocuk olan Wilhelm'in tek kusuru,
ağabeyi Carl ve ablası Hilde Charlotta'ya, sürekli
kendi yaşadıkları dünyanın dışında başka nereler olduğunu
sorarak, oralara gitmekten söz etmesiydi.
1850'de evini terkedip,
usta bir marangozun yanında çırak olarak çalışmaya
başladı. Biriktirdiği paraları yeterli görünce de,
4 Ağustos 1855'de Avrupa'yı dolaşmaya karar vererek,
bir gemi ile Stockholm'den ayrıldı. Berlin'de marangozluk
konusundaki bilgisi, dönemin ahşap kutulu fotoğraf
makinalarının yapıldığı bir atölyede çalışmasına neden
oldu. Daha sonra da bir kadın fotoğrafçının yanında
ahşap gövdeli fotoğraf makinalarını tamir işini yürütürken,
bir yandan da fotoğrafçılık bilgisini geliştirdi.
Günün fotoğraf teknikleri olan, Daguerreotype ve Ambrotype
öğrendi. Wet Collodion tekniği ile ilgili kimya bilgilerini
de geliştirerek, cam negatiflerin üzerine sürülen
ilaçları hazırlamaya başladı...
İyice bilgi sahibi olduğu
fotoğraf konusunda, orada burada çalışarak, biriktirdiği
her kuruşu küçük tahta kutuya istiflerken, kendini
sonsuz okyanusların ortasında bir gemide hayal eder
dururdu. Avrupa'nın tüm kentlerinin caddeleri, insanları
birbirine benziyordu. Hani çocukluğunda sormaktan
etrafı bıktırdığı başka dünyalar, başka yaşamlar neredeydi!..
Nihayet Rusya'nın Karadeniz
kıyısındaki Odesa kentine ulaştı. 1866'da, parasının
büyük bir kısmını yatırarak dünya seyahati biletini
aldı ve kendisini, Karadeniz'i ve Marmara'yı geçtikten
sonra, Akdeniz'e açılarak, oradan Cebelitarık kanalı
ile Okyanus'a ve ulaşılmazmış gibi görünen Amerika
kıtasına götürecek gemiye bindi. Wilhelm'in mırıldandığı,
İsveç dağlarından kopup gelen şarkısına, martıların
çığlıkları katıldı. Gemi, nehir gibi akan bir denize
doğru süzülmeye başladı...
Ve ansızın uzakta, şimdiye
kadar gördüğü yerlere benzemeyen, ince minarelerin
süslediği, zarif siluetli bir kent belirdi. Akşam
güneşinin kızıla boyadığı gökyüzünün önünde, Ayasofya,
Sultanahmet, Topkapı sarayı tüm haşmeti ile uzanmaktaydı.
Güvertede; "Işte Constantinople" diye fısıltılar işitti.
"Evet" diye geçirdi içinden "burası benim kentim olacak"...
|
|
Kağıthane,
G. BERGGREN
26 * 21 cm. 1890
|
Ulu
Cami, Bursa,
G. BERGGREN |
Gemi, iri gövdesini
arkasından zorla çeken burnunu limana döndürdü. Boğaz
geçişi için gerekli, gümrük evraklarının eksikliği
nedeniyle, limanda bir gün kalacaklardı. Tüm bu aksilikler,
sanki onun için yazılmış bir yaşam öyküsüydü.
Bir fırsatını bularak
kenti dolaşmaya çıktı. Güneş iyice yatmış, gökyüzü
ile birlikte, Üsküdar evlerinin camlarını da kızıla
boyamıştı. Yavaşça yürüdü Galata köprüsüne doğru.
Oradan Péra'ya (Beyoğlu) uzandı. Yağ kandillerinin
aydınlattığı Büyük Péra caddesinde (İstiklal Caddesi),
çeşitli ülkelerin bayraklarını taşıyan dükkanların
kepenkleri, gök gürlemesine benzeyen seslerle kapatılıyordu.
Dükkan sahipleri, başlarındaki aziziye feslerini şöyle
bir düzelttikten sonra, sağ ellerini göğüslerinin
üzerine götürürken, ince bir baş eğişiyle selam verdiler
birbirlerine. Wilhelm, Mekteb-i Sultani'nin (Galatasaray
Lisesi) önünden izledi onları. Gülümsedi. Kararını
vermişti...
İki yağız delikanlının
taşıdığı sedan sandalyesine (tahtırevan) oturdu, limana
doğru ilerlemeye başladılar. Doğu'nun bu gizemli kentine
yerleşmeye karar verdiğini, bir solukta anlattı, kendisini
anlamak için gözlerini iri iri açmış bakan gemi kaptanına.
Ertesi günün ilk ışıklarıyla birlikte adımını attı
yaşamının sonuna kadar kalacağı kente. Birkaç gün
sonra, deniz yollarında bir iş buldu. Péra'nın ileri
gelen Hristiyanlarının yaptığı gibi, moda olan bir
Fransız ismi aldı. Artık o Guillaume Berggren olmuştu.
Deniz yollarındaki işinde 1870'lere kadar çalıştı...
Oteller ve elçilikler,
Péra'nın geçirdiği büyük yangından sonra, eskisinden
daha şık düzenlenen binalarına hemen yerleşmişlerdi.
Guillaume da, Derviş sokağının (bugunkü adı Piremeci)
başında, 414 nolu binanın ikinci katında bir fotoğraf
stüdyosu açtı...
|
|
1881
yılında L'Indicateur Ottoman Annuaire-Almanach
du Commerce'de yayınlanan G. Berggren ilanı |
Portre,
G. BERGGREN
20.4 x 26.2 cm. Yaklaşık 1880
|
Amelie Manapoulo adlı
bir Rum kızı ile evlendi. Bir oğlan, iki kız üç çocukları
oldu. Kentin bu yakasında, mavi gözlü, sarışın adamı
kimse yadırgamıyordu. Berggren de onlardan biriydi
artık...
1883 yılında hastalanan
Berggren, tedavi görmek için memleketi Isveç'e gitmeye
karar verdi. Orient Ekspres'in şık kompartmanlarından
birinde yolculuk yaparken, hemen iyileşip geri dönmeye
defalarca yemin etti. Stockholm'e ulaştığında gözlerine
inanamadı, kent ne kadar da değişmişti. Ablası Charlotta'nın
İsveç'in bahar sabahları kadar güzel kızı, yedi yaşında
annesini kaybettikten sonra, hizmetçilik yapmaya başlamıştı.
Guillaume, ancak bir
ay kadar, bu artık yabancısı olduğu kente katlanabildi.
Geri dönmeliydi, hemen. İstanbul onu çağırıyordu.
Hilda'ya da kendisiyle birlikte gelmesini teklif etti.
Stockholm'den trene binişlerinden, Constantinople'a
varışlarına kadar " Berggren Dayı" ona, Boğazın kıyılarında
kurulu kenti anlattı...
Hilda, Guillaume ile
birlikte fotoğraf stüdyosunda çalışmaya başladı. Kentin
yakışıklı gençleri, "Sarışın Melek" adını taktıkları,
güzelliği dillere destan bu yabancıyı konuşuyordu.
Onu görmek için, çoğu zaman fotoğraf çektirmeyi bahane
ederek, stüdyoya uğruyorlardı. Hilda, Yüksek tabakadan
beyefendilerden pek çok evlenme teklifi aldı ama onun
hayatında yalnızca bir adam vardı; dayısı Guillaume...
Osmanlının, batıya dönük
bir anlayışla yenilikler yaptığı bu dönemde, Abdullah
Biraderler, Kargopoulo, Sébah&Joaillier, Andreomenos
gibi kentin ünlü fotoğrafçıları vardı. Guillaume da,
Boğaziçi'nin, kıyıların, sokakların, çeşitli sınıflardan
tiplerin, manzaraların fotoğrafçısı oldu. Bağdat demiryolunun
yapımı sırasında, Goltz Paşa ile birlikte Anadolu'ya
yaptığı gezilerde, demiryolu üzerindeki pekçok kentin
fotoğraflarını çekti. Harabeler, anıtsal Islam yapıları
ile bu kentlerden hazırladığı fotoğraf albümleri,
turistler tarafından büyük ilgi gördü.
1885'de İstanbul'u ziyarete
gelen İsveç-Norveç Kralı II. Oscar ve ailesinin elçilik
binası terasında fotoğraflarını çekti. Bu fotoğraflardan
oluşan bir albümü sunduğunda, kral tarafından kendisine
bir nişan verildi...
Altın yıllarını yaşayan
stüdyo, yirminci yüzyılın başlarında, İmparatorluğun
savaşlar nedeniyle girdiği ekonomik kriz sonucunda,
diğer stüdyolar gibi zor duruma düştü. İstanbul'da
turist azaldı. Dünya kendi derdine düştü. Giderek
türlü sorunlarla uğraşan halk, fotoğrafla ilgilenmedi.
Yoksul kalan ve iş yapamayan Berggren, tüm fotoğraflarının
cam negatiflerini satışa çıkardı. Alman Elçiliği'nin
satın aldığı bu negatiflere ödenen parayla da bir
dönem geçindiler. Daha sonra, Hilda, İsveç-Norveç
elçiliğinde sekreterlik yaparak, artık iyice yaşlanan
dayısı Berggren'e ve ailesine baktı...
1920 yılı Eylül başlangıcıydı.
Péra'nın sokaklarına, sararan ağaç yaprakları düşerken,
Guillaume Berggren 85 yaşında öldü. Bu, yaşamının
en güzel yıllarını geçirdiği ve aşık olduğu kentte
gömülmek istemişti. Hilda,
içinden gelen sese uyarak, Guillaume'un tabutuna,
onun tüm fotoğraf gereçlerini, elde kalan birkaç İstanbul
negatifini, aldığı madalyaları koydu. İstanbul Feriköy'deki
Protestan mezarlığında bulunan, İsveçlilere ait bölümdeki
mezarına onunla birlikte gömdü...
Hilda Ullin, İstanbul'a
geldiğinde Henüz 22 yaşında bir genç kızdı. 1923 yılında
aynı yoldan geri dönerken ise, destansı bir yaşam
sürmüş, 62 yaşında olgun bir kadın. 1953 yılında,
Stockholm yakınında yaşlılar evinde öldüğünde, odasına
giren dostları, son yıllarını geçirdiği odanın duvarlarını
kaplayan kahve tepsilerine, küçük kilim parçalarına,
hiç bilmedikleri bir doğu şehrinin fotoğraflarına
boş gözlerle baktılar...
Engin Özendes
|