OROJENİ
Nihal Sipahi
Fotograflar: Evrim Beşe
Bakmak ve görmek arasındaki fark
üzerine en çok fotoğraflar konuşur. Fotoğraflar, zamanı anlatırlar,
insanları sözlerin dolayımından çıkartarak doğrudan ele verirler,
nesneleri dile getirirler. Gören bir göz, vizörün ardından söze
dökülmeyeni, dökülemeyeni, dökülse bile anlatılamayanı yakalar.
Fotoğrafta sözlerin vekaletine ihtiyaç kalmaz. Ancak Evrim'in
naif fotoğraflarıyla kurduğum ilişkiyi siz de bilin istedim; çünkü
nesnelerin üzerindeki pasın, Japonların "saba" diye
ifade ettikleri ve büyük saygı gösterdikleri yaşanmışlığın peşine
düşenler, hayatın damarlarından dolaşmış ve nihayet bir avuç toza
dönüşmüş sessizliğin büyüsüyle davranırlar. Saba, dünü bir düş,
yarını ise bir hayal olmaktan çıkartır. Anın girdabı içinde boğulmaktan
kurtulmak için, siyah beyaz fotoğrafların bize anlattıklarına
daha fazla kulak vermemiz gerekmez mi?
Yorgun
bir kapı.
Siyah beyaz fotoğrafın kendiliğinden yarattığı tarihsellik duygusu
kapının eskiliğinde tamamlanıyor. Her an eklem yerlerinden kopacakmış
gibi duran ihtiyar ahşapın rengi zamanın işçiliğinde siyahlamış.
Rüzgarın, karın, yağmurun izi kadar daha dikkatlice bakıldığında
ona dokunan, ileriye iten, geri çeken nice el hareketinin bıraktıklarını
da görmek mümkün. Kapı, bize kendini değil, kendi etrafında yaşanmış
hayatları anlatıyor. Küçücük çocuk elleriyle bu kapıyı açıp içeriye
geçenler belli ki yaşlı bir adam olarak dışarıya çıktılar. Düğünler
kadar ölümler, sevinçler ve hüzünler yine bu kapıdan geçip insanlığın
ortak hikayesinde saf tuttular. Kış güneşinin ılıklığında kemiklerini
ısıtmaya çalışan bir ihtiyar gibi duran kapının bilge yüzünde,
açıldığı nice gülümseyen göz ve ardına kapandığı nice hüzünlü
uğurlama artık aynı suskunluğun içinde kardeşler. Evet, hala bir
sınır bekçisi gibi içeriyi ve dışarıyı birbirinden
ayırıyor, hala hayata bir çizgi düşürüyor ve ben varım diyor;
paslı çiviler, menteşeler izin verdiği, uzantısı olan içerisi,
aynı şekilde direndiği ölçüde o da ayakta kalacak. Bir gün buradan
sökülüp bir kenara atıldığında, açıkta bıraktığı boşluktan artık
bir daha girmemek üzere çıkacak olan bütün o mekan! Boşluktan
mekanla birlikte dışarıya fırlayıp hayatın kum
fırtınasında savrulacak olan şahidi olduğu hayatlar, hatıralar,
dokunuşlar, kapı önündeki seslenmeler, yürek çarpıntıları, dost
kucaklaşmaları...Bizim de kapılarımız olduğu için, kapılarımızla
birlikte yaşlandığımız için bunların hiçbirine yabancı değilizdir.
O yüzden; kapının düşüşü biraz da içimizde sökülmüş ve yerlerini
boşluğa bırakmış olan nice kapılara bir gönderme belki de?
Kanatlarını
açmış, havalanmaya çalışan bir yırtıcı kuş.
Ancak enginlere uzanamayacak, kendini delikanlı maceralara bırakamayacak
kadar yaşlı. Pencerelerden dolan rüzgar, odaları dip bucak dolaşıp
bir evin olmazsa olmaz mahremiyetini yeniden dışarıya taşıyor.
El işleriyle süslenmiş perdeler ne zaman sökülmüş? Elektrikler
en son ne zaman söndürülmüş? En son ne zaman kapısı çekilip kilitlenmiş
ve son klik sesinden bu
yana kaç gün, hayır kaç ay, hayır kaç yıl geçmiş? Bu evin odalarında,
kaç zamandır gıcırdamak için bekleyen eski ahşap merdivenlerinde,
kapılarında, mutfağındaki sarı muslukların üzerinde şimdi sadece
geçmişin gölgeleri var. Ev dahi orada öylece geçmişin bir gölgesi
gibi duruyor.
İnsanları giden evler yılkı atları gibi öylece bırakılmalı mı?
Dönmekten
yorgun düşmüş bir aspiratör.
Tam yedi kanadı var; durduğu vakitlerde sayan çok olmuştur. Aspiratörlü
mekanlar kanatlarının sayılmasına izin veren bir can sıkıcılıkta
beklenilen yerler değil midir? Muhtemelen, yorgun yüzünde beş
günlük sakalıyla bir adam, artık yılların verdiği bir alışkanlıkla
düğmesine uzanıyor ve onu parmaklarını çıtırdatma alışkanlığı
içinde yeniden çalıştırıyor. Günde kaç defa düğmeye bastığı sorulsa
bunu bilemeyecek; ancak belki bir emekli, günlük gazetesini okuduktan
sonra gözlerinin takıldığı bu aspiratörün ıskartaya çıkıncaya
kadar kaç kere dönmüş olabileceğini düşünmüş, cebinden çıkarttığı
bir kalemle oturup hesabını bile yapmıştır. İçerideki kirli havayı,
hiç şüphesiz yoğun sigara dumanını dışarıya atan bu aspiratör,
yapıp ettiklerimize ilişkin ironik sembollerden bir gibi..Aspiratörün
takılı olduğu cam da kendisini görünür kılanı bize
ulaştırarak bir başka ironiye dokunuyor. Gören, gösteren, gösterilen
ve gösterge siyahla beyazın tuhaf dalgalanışındaki bu fotoğrafta
birbirine karışıyor. Artık her şahit bu zincirin kopmaz bir parçası
değil midir?
Önce iri bir leke gibi duran
kadın, sonra rastgele merdivenlere bırakılmış sepetler. Altın
sarısı aydınlık demeti; öylesine sere serpe uzanan som altın gövdeler.
Onlar aldırmasa da, gözler
üzerlerinde gezinecek, saplarından tutulacak, kaldırılıp indirilecek,
elde nasıl durduğu görülecek, fiyatı düşünülecek nihayet satıcısına
sorulacak. Sepetler artık yük taşıma işine yaramıyorlar; bir an
önce modernliğe fırlamak isteyen kasaba kökenli metropol sakinlerinin
evlerinde, geçmişle aralarına koydukları mesafenin bir nişanesi
olarak, asıl işlevinden uzaklaştırılmış bir halde bulunuyorlar.
Köşede gazetelik olabilirler ya da duvara asarsınız hanımefendi.
Nasıl olsa renkli yün çoraplarının, kurutulmuş buğday başaklarının,
işlemeli yazmaların yanında bir yer de küçük bir sepete bulunabilir.
Hem satın alınmak istenen bir sepet değil o, 'Ah, ne güzel!' nidaları,
'Çok hoş' diyen bir gülümseyiş bekliyor yalnızca. Merdivenin beşinci
basamadığındaki kadın da o sepetlerden almayacak. Her gün oradan
gelip geçerken yorgunluk gidermenin bir vesilesi olarak dönüp
sepetlere bakanlardan birisi. Soluklanırken seyirlik nesnelere
yönelme halinin rastgele örneklerinden işte, bilirsiniz. Fotoğraf
makinesi, zamanı kemendiyle tutmaya çalışan mitoloji kahramanının
yerine ikame edilse de hayat sürüyor. Kadın az sonra gitti, sepetler
akşam üzeri yeniden içeri alındılar.
Siz de şimdi bir başka resme geçmediniz mi?
|