Sırrımızı
Kimseye Söyleme!
Mustafa
Kurt
Karanlığın,
sis ve karla el ele verip, şehirde hüküm sürmeye başladığı bir
vakitti. Sisli havalarda kar yağar mıydı? Yağıyordu işte. Hem
de dur durak bilmeden düşüyordu, kar tanecikleri yerlere ve yüzlere.
Beyaz beneklerin her yere işaretler koyduğu böyle bir havada,
rüzgâr da esse, herkes gözlerini bir daha hiç açmamak üzere kapatacaktı.
Karanlıktan ziyade pus ve sis karartmıştı şehri. Şehirlerarası
yollardan, gözleri parlayan, ancak göremeyen âmâlar gibi otobüsler
giriyordu şehre. Herkes bir karanlığa taşınıyordu sanki. Hattâ
evlerinin pencerelerindeki görmüş geçirmişler, şehrin endâm aynalarının
şerri gösterdiğine inandılar bir ân.
Bu pusun içinde bir şeyleri tam
olarak görebilmek neredeyse imkânsızdı. Ancak terminalin uzak
bir köşesinde, beyaz bir pantolonun üzerinde siyah bir kazak olduğu
hâlde, hareketsizce bekleyen adam bu pusun içinde en çok beliren
şeydi. Bulunduğu yerin hemen üstünde çok kuvvetli ışıklar saçan
birkaç lamba birden yanıyordu. Bu donuk, siyah beyaz tabloya bir
çocuk eklendi sonra. Ancak kar taneleri kadar sert değildi, gelişi.
Yüzüne düşen kar tanelerini bir eliyle silip, diğer elini kazağının
altına soktu çocuk. Başını yukarı kaldırıp, adamın gözlerinin
içine baktı. Sertçe "Sen ölmek mi istiyorsun?" dedi. Adam, çocuğun
hem saklamaya çalıştığı, hem de kendisine doğrulttuğu oyuncak
tabancanın ucuna baktı. Hafif bir gülümseme eşliğinde "Bunu nerden
biliyorsun? "dedi. Çocuk sanki hiçbir şey konuşulmamış gibi sözü
değiştirdi. "Burada neden bekliyorsun, seni kim almaya gelecek?"
Adam: "Ben kimseyi beklemiyorum. Zaten benim burada hiç tanıdığım
yok; burada dinleniyorum sadece…" Onun kimsesi olmadığını öğrenince,
çocuğun gözlerindeki öldürme isteği daha bir arttı. "Bak tabancamın
içinde bir tek mermi var." deyip tetiği çekmeye başladı. Adamın
gözlerinde en ufak bir kıpırdama olmadı. Çocuk birkaç kez daha
çekti tetiği. Tabanca patlamadı. Az önce de kendine seslenmiş
olacak ki, bu kez annesinin sesi oldukça gür çıkıyordu. Kızını
çağırıyordu anne. Elinde kızıla çalan bir simit tablası vardı.
Zaten çocuğuna seslendiği ânda da tablada kalan susamları bir
köşeye silkeliyordu. Bu çağrıdan sonra çocuk, yabancıya veda sözlerini
söylemeye başladı: "Biz şimdi evimize gidiyoruz. Sen de artık
evine gitsene… Ha, bak bu tabanca arkadaşımın. Eğer birilerine
söylersen alırlar ve arkadaşım çok üzülür. Bu bizim sırrımız olsun,
kimseye söyleme olur mu?" "Tamam" dedi adam "Bu sırrımızı kimseye
söylemeyeceğim"
Çocuk annesine doğru yürümeye başladı.
Adam, tam o sırada çocuğa " Bana adını söylemeden mi gideceksin?"
diye seslendi. Çocuğun "Benim adım Süveydâ." cevabından sonra
adam, " Ne güzel bir adın var senin, kim vermiş bu adı sana?",
"Üst dairemizde oturan komşumuzun kızı "deyip adımlarını hızlandırdı
çocuk. Adam da çocuğun peşi sıra yürümeye başladı. "Süveydâ seninle
başka bir sırrımız daha olsun istiyor musun?" dedi yumuşak ve
titrek bir ses tonuyla. Süveydâ "Sen benim sırrımı kimseye söylemezsen,
ben de seninkini söylemem, hem seni de öldürmem" dedi. İki insanla
birlikte cümleler de yürüyordu. "Ben her yıl buraya bir kez gelirim.
Sen de eğer buralarda olursan tam şurada beni bekler misin? Bunu
yaparsan ben de sana ne istersen alırım" dedi. Süveydâ: "Ne istersem
alacak mısın? Sokağımızdaki dükkândaki o çiçekli elbiseyi de alır
mısın bana?" dedi. Adam "Evet, alırım. Ne istersen alırım sana;
ancak gelecek yıl aynı gün burada olacaksın. Ha, bir de beni görünce
gülümseyeceksin. Yapabilir misin bunu? Bak, hem ben bir kâğıda
tarihi yazarım, sen de o zaman gelirsin buraya." Kız sevinçle,"Annem
zaten burada simit satıyor. Gelirim tabi. İstediklerimi almazsan
bir daha gelmem" dedi. "Anlaştık" dedi adam. Cebinden çıkardığı
kâğıda tarihi yazıp çocuğa verdi. Çocuk annesinin elinden tutup
uzaklaşıncaya kadar onları izledi. Kar, bütün şehri ve insanları,
karanlığa inat, beyazlara bürümek için olanca hızıyla düşerken,
adam da kar tanelerine karışıp görünürden kayboldu…
Günler geçiyor; bir çocuk babasına
yaklaşıyordu. Günler birbirine ekleniyor; küçük bir kız babasına
ısrarla sorular soruyordu. Kimileri için bir ân donuyor; kimileri
için haftalar, aylar güz yağmurlarıyla beslenmiş nehirler gibi
akıyordu. Bir çocuk babasına Kasım'ın ne zaman geleceğini soruyordu.
Babaların cevaplayamayacağı sorular çoğalıyorken, bir yerlerde
yanlış cevaplara uygun sorular aranıyordu…
Babası zaman zaman kızsa da her
gün yılmadan söyledi; Kasım ayına daha çok olduğunu. Ne kadar
"Bunu neden soruyorsun?" dediyse de kız asla söylemedi nedenini.
"Bu bir sır. Söylersem arkadaşım üzülecek" dedi masum bir inançla.
Nihayet takvimler de, Kasım ayına gelip durdu. Küçük çocuk bir
sabah annesine "Ben de seninle gelmek istiyorum anne" dedi. Annesi
o günün cumartesiye denk düşmesine sığınarak, çocuğunu da yanına
alıp elindeki simit tablasıyla terminale gitti… Süveydâ, adamın
dediği köşede durup, yüzüne bir gülümseme takarak beklemeye başladı.
Nihayet otobüsten inen takım elbiseli bir adam, çocuğun bulunduğu
köşeye doğru ilerledi. Çocuğun gülümsemesine bir gülümseme ile
karşılık verip yanına yaklaştı. Gözleri dolu bir şekilde, alnına
bir öpücük kondurdu. Bu öpüş o kadar ince ve nahifti ki, sanki
inciteceğinden korkuyordu adam. Sevgiden çok şefkat vardı, bu
dudaklarda…
Uzaktan annesi tedirgin gözlerle
çocuğunu ve bu yabancıyı izliyordu. Hattâ bir ân bu tedirginlik
yerini bir korkuya bile bırakmıştı. Adam durumun farkına vardığından,
çantasından çıkardığı çiçekli bir elbiseyi hemen çocuğa verdi.
Çocuk hediyesini almanın sevinciyle: "Bak sözümü tuttum görüyor
musun? Hem sırrımızı kimseye söylemedim. Sen söyledin mi peki?"
Adam "Hayır asla. Ben de sırlarımızı kimseye söylemedim Süveydâ"
dedi. Bir müddet devam eden suskunluğun ardından "Seneye gene
burada olacaksın değil mi?" dedi. Çocuk "Söz" deyip işaret parmağını
ona doğru uzattı. Bu, özel bir sözleşme işareti olmalıydı. Parmağını
onun parmağına dokundurup "Söz" dedi adam. Tekrar çantasına elini
atıp bir şey çıkardı; bu bir müzik kutusuydu. Açtığında müzik
çalmaya başlamıştı. Süveydâ mutlulukla onu da alıp annesine doğru
koştu. Annesi çocuğun elindekilere bakarken bu garip yabancıyla
konuşmaya niyetlendi. O yöne tekrar baktığında, ufukta kimseler
görünmüyordu…
Bir küçük kızın alnına bırakılan
şefkatli bir öpüş… Bir önceki yılı diğerine bağlayan bir sevinç;
küçük bir hediye… Babalardan bile saklanan masum, bir o kadar
da çocukça sırlar… Nedeni bilinemeyen suskunluklar… Susmanın her
şeyi anlattığını öğrenen kırılgan, küçücük kalpler… Anların birbirine
eklenmesinden çoğalan zamanlar… .
Yine bir sabahtı. Güneşin kimin
için umut getirdiği bilinemeyecek kadar aydınlık bir sabahtı bu.
O küçük kız, sözünü tutmanın huzuru içinde kendine söylenen yerde
ve zamanda neler hissedeceğini bilmeden orada bekliyordu. Yapacağı
tek şey orada durmak ve söz verdiği kişiye bir gülümseme sunmaktı.
Az sonra alnında duyacağı sıcacık bir öpüşün yerini hazırlamıştı
bile. Zaman ilerliyordu, ancak henüz adam ufukta belirmemişti.
Küçük kız, bu kez onun gelmeyeceğini düşündü. Bekleyen gelenin
nelerden kopup geldiğini bilemez ya çok zaman. Küçük kız da bilmiyordu.
Onun için önemli olan beklediğinin gelmiş olmasıydı. Eğer tarif
edebilseydi, her bekleyişin kendi içine ilerleyen bir sürgün olduğunu
söyleyecekti.
Daha önceleri onun neden yılın
aynı gününde buraya geldiğini düşünmemişti; ancak bu kez bir şeyleri
anlamak istiyordu. Bu törenler kimin içindi? O bunları düşünürken,
yanına kendisinden yaşça çok büyük bir kız gelip durmuştu. Süveydâ
onun gelmesine önce aldırmadı, ama tam onun durmak istediği yere
durunca, sebebini bilmediği bir rahatsızlık duydu. Başını kaldırıp
onun gözlerine baktı. Sanki ona "Neden burada duruyorsun; burada
sadece ben durabilirim" demek istiyordu.
Nihayet beklenen adam göründü. Süveydâ,
dudaklarının kıvrımlarında gizli olan o gülümsemeyi taktı yüzüne.
O anda yanındaki kızın yüzüne baktı; aynı gülümsemeyi onun yüzünde
gördüğünde bütün tedirginliği daha da arttı. Adam her zamanki
köşesine geldi. Süveydâ kollarını açabildiği kadar açtı ve alnını
hazırladı. Adam yavaşça kollarının arasına alıp sımsıkı sardı
onu. Görenler, çok rahat o kolların bir daha onu bırakmayacağına
inanabilirdi… .
"Uzun zaman oldu değil mi?" dedi.
Adam "Uzun zaman oldu" dedi. Kız "Hiç değişmemişsin" dedi. "Büyüdüm"
dedi adam. Kız "Değişmeyen bir şeyler vardır mutlaka; yoksa neden
burada olasın ki?" dedi. Adam "Her katilin cinayet işlediği yere
dönmesi gibi bir şey bu. Senin için gelmedim; değilim burada senin
için. Sadece bir ân için. Aynı günde kaybettiğim masum yüzümü
bulmak için belki de." dedi… İçten içe süren, sadece bakışlarla
ifade edilen bu konuşma, başların öne eğilmesiyle dondu. Süveydâ,
dillendirilemeyen, imâ ile geçilen bu konuşmayı hissedemese de
yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu anlamıştı. Gözlerden bilmişti,
bir şeyler söylendiğini. Süveyda, kollarının arasında durduğu
adamın gözlerinin içine baktı önce; sonra da yanında duran kıza.
Şimdi hesap sorma vakti gelmişti: "Hani senin bu şehirde tanıdığın
yoktu? Hani sırrımızı kimseye söylemeyecektin?" "Yoksa sen bu
ablayı görmek için mi?" demeye kalmadı, adam üzerindeki mahcubiyetten
silkinip: "Hayır, ben sırrımızı kimseye söylemedim; hem o ablayı
da tanımıyorum… Hadi hediyeni al bakalım" dedi. Elindeki gazete
kâğıtlarına sarılmış paketi uzattı. Adamın küçük kıza verdiği
şey bir bez bebekti. Yüz hatları daha belirginleşmemiş, sadece
küçücük bir ağzı olan bir bebekti bu. Daha ziyade, satenden yapılmış
bir cenine benziyordu. Bu bez bebeğin tam kalbinin üstünde simsiyah
bir leke vardı. Yanlarındaki yabancı, bez bebeği görünce zamansız
bir düşüncenin kendini çağıran davetiyle, geriye hızla dönüp küçük
kızla adamı o köşede öylece bıraktı. O sırada küçük kız adama
tabancası için aldığı yeni mermileri gösteriyordu. Bu gösteriden
sonra da elindeki bez bebeğin tam kalbine dayadı tabancasını.
Ve tetiğe basmaya başladı. Bu kez tabanca muhakkak patlayacaktı.
|