Bir Sergi Gördüm
Bir hafta sonu, Ankara
sokaklarında, ne yapacağımı bilmez ve canı sıkkın bir halde dolaşırken,
bir arkadaşıma rastladım. "......'da bir fotoğraf sergisi var
gördünüz mü?" dedi. Görmemiştim, birlikte sergiyi izlemeye gittik.
Siyah/beyaz doğa fotoğraflarından oluşan bir sergiydi. Ben fotoğraflara
bakarken, bir taraftan da homur homur, tek tek her fotoğrafı eleştiriyordum.
Yanımdaki arkadaş; "Hafize hocam farkında mısınız, sizin beğendiğiniz
fotoğraflar duruyor, fakat beğenmeyip eleştirdikleriniz ise satılmış"
dedi. Ona hazır cevap bir şekilde "Benim beğenmemem başkalarının
beğenmesine ya da fotoğrafların satılmış olması benim eleştirmeme
engel değil" dedim. Ama bu durum doğrusu beni yine de rahatsız
etti...
Daha sonra, sergiden çıkıp eve doğru yürümeye başladığımda, kendimde
bir değişiklik fark ettim. Birkaç saat önceki can sıkıntım, huzursuzluğum
gitmiş, yerine, sanki bir doğa gezintisinden yeni dönmüşüm gibi
sakin, dingin, keyifli bir ruh haline bürünmüştüm. O günün kalan
zamanını mutlu geçirmiştim. Bunu gezdiğim fotoğraf sergisine,
hani o bir sürü eleştiri yaptığım fotoğraf sergisine, orada hissettiklerime
borçluydum.
Doğadan çalınmış o siyah/beyaz görüntüleri izlerken, farkında
olmadan, sanki oraları gezmiş gibi etkilenmiştim. Fotoğrafları
teknik ve anlatım yönünden eleştirirken, bir taraftan bu görüntülerin
bana pozitif bir enerji yüklediğini sergiden ayrıldıktan sonra
anlamıştım. O zaman bu serginin aslında bir bakıma amacına ulaştığını
düşündüm. Fotoğraf sergisini açan kişinin amacı ne olursa olsun,
bu fotoğraflar bana güzel duygular yaşatmış, günümün geri kalanında
olumlu bir etki yaratmıştı.
Bütün sergiler bu kadar amacına ulaşıyor mu acaba? Bu sorunun
cevabını, izleyenlere sergiden çıktıktan sonra "neler hissettiklerini"
sorarak öğrenebiliriz. Ben izlediğim her sergi veya gösteri sonrasında
kendime sorarım, "bu görüntüler bana ne gibi duygular yaşattı"
diye.
Son günlerde gezdiğim bir sergiden sonra, yine bu soruyu sordum
kendi kendime. Bu sergi Orhan Cem ÇETİN'in, "15. İFSAK İstanbul
Fotoğraf Günleri" çerçevesinde açtığı "Düşdeğirmeni" isimli fotoğraf/metin
sergisiydi. Son zamanlarda izlediğim ilginç çalışmalardan biriydi.
Sergi hakkında bir çok yerde bilgi verildi. Öğrenmek isteyenler
onları okuyabilir. Ben bu sergide neler hissettim, neler düşündüm
onları paylaşmayı tercih ediyorum.
Sergiyi izledikten sonra bir süre oturup dinlenme ihtiyacı hissettim.
Çok yorulmuştum. Beynim bilgi ve görüntü bombardımanı altında
kalmış gibi yorgundu. Neler hissettiğimi ve neler düşüneceğimi
bilemiyordum. Sanki yüzlerce sayfalık roman ya da onlarca öykü
okumuşum veya üst üste birkaç filmi birden izlemişim gibi yoğun
hissediyordum kendimi.
Fotoğraf ve metin
ya da harfler, kelimeler ve fotoğrafların birlikte kullanılması
ile oluşturulmuş öykü/görüntüler mi? Ne diyeceğimi bilemiyorum.
İnanın hepsi de vardı. Metin ve fotoğrafın hem tek tek ve hem
de birlikte kullanılması ile yapılmış çalışmalar. Ama sonunda,
ne fotoğraf tek başına fotoğraf, ne de metin tek başına metin
değildi artık. Hepsi bir bütünü oluşturan parçalardı. Ve seyrederken
ben bu bütüne bakıyordum...
Yazı, görüntünün içinde zaman zaman fotoğrafın anlatımına (ya
da fotoğrafçının istediği yönde anlaşılmasına) rehber olurken,
yani sadece söz olarak kullanılırken, kimi zaman kendisi de biçime
dönüşmekte, görüntünün biçimsel öğelerinden biri olmaktadır. Metin,
kelime ya da harfler görüntünün asıl kendisi oluvermektedir. Fotoğraflar
da aynı şekilde, bazı çalışmalarda söylenmek istenenin ve görüntünün
ta kendisi iken, bazılarında sadece metni desteklemektedir. Fotoğrafçının
kendisinin de söylediği gibi, "metin ve fotoğraf birbirinin asalağı"
durumundadır.
Karşınıza ne çıkacağını bilemiyorsunuz sergiyi izlerken. Bir bakıyorsunuz
önünüze bir fotoroman çıkıyor. Bir de bakıyorsunuz öz portre bir
fotoğraf. Bazen bir öykü okuyorken buluyorsunuz kendinizi, bazen
de bir kısa film izlerken gibi sanki. Kimi çalışmalarda siz de
giriyorsunuz görüntülerin içine ve bir şeyler arıyorsunuz, metin
ve fotoğrafların gölgesinde.
Fotoğrafçının yaşamından
kesitler mi izliyordum, yoksa yaşamdan kesitleri fotoğrafçının
anlatımıyla mı izliyordum. Bunu tam olarak ayırmak pek mümkün
değildi. Sanki ikisini de beraber izliyor, hatta yaşıyordum. Fotoğrafçı,
bazen karikatürize ederek, bazen masumane bir hikaye anlatarak,
bazen kendi görüntüleri ile yaşamında yolculuğa çıkarıyor sizi
veya yaşama dair yorumlarını paylaşıyordu. Benim yaşamımdan kesitlere
de rastladım. Ne çok benzerliklerle karşılaşıyoruz hayatta diye
de şaştım.
Çok kereler biçim/içerik/teknik tartışmaları yaparız fotoğraf
izlerken. Ancak, bu sergiyi izlerken bu tartışmaları yapabileceğimizi
pek sanmıyorum. İçerik ve biçim artık ayrı ayrı ele alınamayacak
kadar bütünleşmişti. Fotoğraflarda teknik olarak mükemmel olma
iddiası da yok. Fotoğrafçının kendisi de bir yazıda, "Teknik kusursuzluk
şart değil. Fotoğraf, gerektiği kadar iyi olmalı. Bazen kusursuzluk,
kalite, fotoğrafın hikayesinin önüne geçmeye başlar." diyerek
bunu ifade ediyordu.
Orhan Cem Çetin'in bu sergisini izlerken diğer fotoğraf sergilerinden
daha çok zaman ayırmak gerekiyor. Çünkü bu metin/fotoğraflara
yalnızca bakmak için değil, bir de okumak için zaman ayırmak gerekiyor.
Fotoğraflara, önce bir bakıyorsunuz, sonra metni okuyorsunuz,
sonra tekrar bütününe bakıyorsunuz, bir an duygularınızı tahlil
ederek bir şeyler düşünüyorsunuz ve ancak ondan sonra oradan ayrılabiliyorsunuz.
Bu da izleyenin, fotoğrafların önünde uzun uzun kalmasını sağlıyor.
Fotoğraflara daha uzun süre bakmak, izleyenin fotoğrafla ve içindekiler
ile kurduğu iletişimi güçlendirmektedir. Böylece fotoğraflar kısa
sürede utulmamakta daha çok akılda kalmaktadır.
Sergiyi ikinci kez izlediğimde kendi kendime bir oyun oynadım.
Bir önceki izlememden aklımda kalanları düşünerek, önce metin
mi, yoksa fotoğraf mı diye sordum kendime. Ne fotoğraf nede metindi
aklımda kalan. İkisinin birlikte anlattığı, söylediği başka şeylerdi.
Şimdi düşündüğümde, ne fotoğrafların ayrıntısını hatırlıyorum
ne metinde geçen cümleleri. Görüntünün bütünü ve içinde geçen
konu, öyküler, gözümün önünde ve aklımda hala.
Sergiye gelmeden önce afişte ve bir dergide sergiden bir fotoğraf
görmüştüm. Burada fotoğraflar yalnızdı, metin yoktu. O zaman afişteki
çalar saat fotoğrafı bana; zamana, zamanın elimizde olmadan akıp
gitmesine, zamana kızgınlığa (yeni yüzyıla girme modasına) dair
duygular ve düşünceler yaşatmıştı. Daha genel bir açıdan bakıyordum
fotoğrafa. Ancak sergiyi izleyip de, metinler ile birlikte baktığımda,
daha bireysel, öznel ve sergi sahibi fotoğrafçı / yazar ile ve
de kendimle ilgili, daha kişisel duygular çağrıştırdı. Bu durum
sanki fotoğrafçı ile aramda bir bağ, iletişim ve yakınlık kurmama
yol açtı. Ve samimiyet hissetmeme neden oldu. Bir taraftan, metin,
fotoğrafları hissetme özgürlüğümü kısıtlıyor diye düşünürken,
diğer taraftan, belki de bambaşka duygular hissetmeme neden oluyor,
yeni bir özgürlük sunuyor diye düşündüm.
Doğrusu
gördüklerimin, aslında aynı zamanda okuduklarımın da, beni çok
etkilediğini, bana yoğun duygular yaşattığını, şaşkına döndüğümü
ifade etmek isterim. Hayatın içinde yaşadığım duyguların çoğunu
hissettim. Fotoğraflar ile yakınlık kurdum. Kendimi yalnız değil
kalabalıkta hissettim.
Bu tarz çalışmalar aslında bana çok yakın, anlayışıma çok uygun,
ya da tercih ettiğim türden değil. Çok sevdiğim, beğendiğim bir
yöntem de diyemem. Sergiyi gezerken bazen "öf boğuluyorum" diye
bağırmak istedim. Fotoğrafın kendi izlediği yoldan başka bir yol
bu dedim kendi kendime. Ben daha çok fotoğraf istiyorum dedim.
Acaba yazı kullanmadan salt fotoğraf ile anlatamaz mıydı derdini
diye sordum. Yoksa işini kolaylaştırmak içim mi fotoğrafla yazıyı
birlikte kullanmayı tercih etti diye şüphelendim. İtiraf etmeliyim
ki en çok beğendiğim ve etkilendiğim çalışmalar da yazının daha
az yer tuttuğu ve fotoğrafın daha önde ve metne göre daha güçlü
olduğu çalışmalardı. En çok aklımda kalanlar da yine bunlar.
Birbirinden zengin ve iki anlatım dilinin olanaklarının bir arada
kullanılması yeni bir şey değil belki. Ama metin ve fotoğrafın
iç içe girdiği, bu kadar yoğun bir anlatım dili yakalayan bir
sergi izlemek, benim için farklı ve yeni. Belki de bu yüzden bu
kadar çok etkilendim. Ve bütün bunlara, tüm ön yargılı bakışıma
rağmen bu fotoğraf/metin sergisi bana çok şeyler söyledi.
Neler mi söyledi? Benden bu kadar. Bu serginin size neler söylediğini
merak ediyorsanız eğer, gidin siz de izleyin ve okuyun. Ben bir
sergi gördüm ve bu sergide hissettiklerimi, düşündüklerimi sizlerle
paylaştım. Umarım bu ve bunun gibi farklı sergileri, sadece İstanbul'daki
fotoğraf severler değil Ankara ve diğer şehirlerdeki fotoğraf
severler de izleme olanağı bulur.
Evet ben bir sergi gördüm... Bu sergiyi görmekten de mutlu oldum.
Sıra sizde...
Hafize KAYNARCA
Amatör Fotoğrafçı - Öğretmen
Ana Sayfa
|