"B&W in COLOURS"
Olmak ya da olmamak, hala!
Simber ATAY
2001 yılındayız. Rakamların telaffuzu dahi kendimizi olağanüstü
kişiliklere sahip birer bilim-kurgu kahramanı gibi hissettirecek
çağrışımlara neden oluyor. Ama yeni yüzyılın, yeni zamanın simgesi
bir hediyemiz bile yok; henüz Tarih’in mülkiyetine sahip değiliz.
Hala, Tarih’in sona ermiş olduğu yolundaki travmatik saptamadan
mazoşist tatminlere varılmakta. Çünkü, Küreselleşme, Eşitlik,
Özgürlük, Kardeşlik ideallerinin evrensel tesisi konusunda etkinlik
gösteremedi; yine de anti-emperyalist söylev, absürd hale gelmiş;
IMF ya da Sanayileşmiş Sekiz Ülke’nin toplantıları sayesinde seyahat
planlarını gerçekleştiren, ideolojik yapısı ambigü, lojistiği
vandalist de olsa bir muhalefet simülasyonu montajlanmıştır. İletişim
ve bilişim teknolojilerini temsil eden şirketler, yeryüzünde mevcut
çeşitli totalitarizm yorumlarına rağmen, Liberalizm’in garantörü
olmayı başarmışlardır ve bu süreçte Romantizm Tarihi’nin en sofistike
kahraman tasarımı ortaya çıkar: “Mr. Hacker”!
Yoksa şu romantik ve primitif teknoloji hayranlığımızı bir tarafa
mı bıraksak? Çünkü her hackerı, William Gibson’ın siberuzay samurailerinden
zannetmeyiniz. Hackerlık, aynı zamanda illegal bir serseriliktir.
Devam edelim: Uluslar arası terör fenomeni Nihilist
Felsefe’nin pratikteki esprisini anlamsızlaştırdı ve paranoya
entelektüel nitelikli metafor oluşturma misyonunu terkedip gündelik
psikopatoloji konumuna geri döndü.
Savaş ve soykırım hareketleri devam etse de demokratik devlet
modeli anlam ve önemini korudu; Askerler, savaş ve barış temalı
görkemli bir bilgisayar oyunu tasarımının sanal kahramanları oldu,
profesyonel, modern, diplomasi geleneğinin temsilcileri ise politikanın
gerçek kahramanları olmayı sürdürdüler.
Optimizm denilen sinik felsefe bir hayatta kalma
sendromu semptomu gibi anlaşılmaya; Pesimizm denilen romantik
felsefe, melodramatik bir melankoli gibi pazarlanmaya başlandı.
Sanat doğasında mevcut sosyal ve kitsch hümanist nitelikli realiteye
politik alternatif olma durumunu konvansiyonel kriterlere endeksli
bir entegrasyon platformuna dönüştürdü.
Bilim ise doğasında mevcut naturalist iddia ve
rasyonalist saydamlık dolayısıyla genel anlamda realiteye ilişkin
teşhiste bulunmayı ve alternatif inşaatını sürdürdü. Hatta, yaşam
pratiği konusundaki somut işlevselliği modern zamanların leit-motiv
bir fenomeni olduğu üzere estetik yaratıcılık stratejileri geliştirmekte
etkin rol oynadı.
Fotoğrafa gelince, bu bağlamda yeni bir fotoğraf sanatçısı tipini
tanımlayabiliyoruz: söz konusu tip:
- Ölüm temalı seriler gerçekleştirmekte, bunu için varoluş problematiğinin
pratikte (!) ve geçici olarak anlamını kaybettiği ölümün adli
ya da tıbbi patolojik bir tanımlama nesnesi haline geldiği morglarda
çalışmaktadır.
- Dolayısıyla konu ile ilgili metaforik anlamlar ya da dramatik duyarlıklar
oluşturacak ifade olanakları kullanılmaz.
- Buna karşın postmodern anakronizmin sanatçılara kazandırdığı
hareket kabiliyetinin de etkisiyle Vanitas geleneği canlandırılmaktadır,
tabi metafizik içeriğinden arındırılarak.[1]
- Söz konusu temanın, fotojurnalistik, tıbbi ya da adli vb. gibi belgesel
saptama mantığının ötesinde sanatçı tarafından tıbbi bilimsel
vizyonla özdeşleşerek morg bölmelerinde, teşrih masalarında, formaldehit
kavanozlarında gerçekleştirilen, görselleştirilmesi, etik açıdan
amatör seyirci nezdinde tedirgin edici olsa da provokatif bir
tavır sergilenmemektedir.
- Kimliği belirsiz bir insana ait cansız bir bedenin ya da
beden parçalarının görüntüleri diğer bir ifadeyle hayatın sonunun
fotografik karşılıkları boyunca söz konusu morg kahramanı paradoksal
olarak hayatın kendisine ait felsefi nitelikli enerjik bir tanımlama
yöntemi formüle etmektedir. Çünkü konvansiyonel kültürel anlamlarının
sterilize edildiği bir ortamda ölümün durağanlığı ve anlamsızlığı,
uzunca bir süredir hayatımızın birincil özelliği olarak gittikçe
artan popülist dozlarla ifade edilen, özellikle de sonun başlangıcı
süreci gibi cazip bir bağlamda sunulan kaos tanımlamasının yetersizliğini
ortaya koymaktadır. Bu münasebetle Joseph Konrad’ın “Karanlığın
Yüreği” adlı romanının ünlü kahramanı Marlowe’un sözlerini hatırlarsak:
“Ölümle dövüştüm ben. Düşünebileceğiniz en can sıkıcı karşılaşmadır
bu. Elle tutulmaz bir pusun içinde yer alır, ayağınızın altında
bir şey yoktur, çevrenizde bir şey yoktur, seyirci yoktur, gürültü
yoktur, ün yoktur, büyük bir kazanma isteği yoktur, büyük bir
yenilgi korkusu yoktur, ılık bir umursamazlıkla dolu sağlıksız
bir havada, kendi haklılığınıza inanmadan, rakibinizinkine hiç
mi hiç inanmadan sürer gider. Bilgiçliğin son aşaması buysa eğer
yaşam sandığımızdan da gizemli bir bilmece demek.”[2]
Diğer bir ifadeyle bu sanatçı tipi fenomenolojik reflekslere dayalı
bir radikallikle yeni zamanların yeni varlık tasarımını biçimlendirmeye
teşebbüs eder görünmektedir.
- Böylece ortaya çıkan yorumlar, her bir sanatçının üslubu
çerçevesinde ağırlıklı bir şekilde natüralist, neo-klasik ve barok/ironik
niteliklidir. Örneğin Semefo Grubundan[3] Teresa Morgolles eklektik bir estetik
tavır sergileyip kimi zaman klasik bir natürmort, kimi zaman da
sıradan bir hatıra fotoğrafı esprisinde çalışmalar gerçekleştirmektedir.
“Dil 2000” ya da raflarda kadavralarla birlikte çektirdiği “Oto-portre”
bunlara birer örnektir.
Teresa Morgolles,
Dil, 2000
|
Teresa Morgolles,
Oto-portre
|
- Damien Hirst, yine teşrih masasındaki ceset parçalarıyla
birlikte poz verdiği oto-portresi hatıralık grup fotoğrafı çağrışımıyla
ironik bir boyut sergilemektedir.
- Diana Michener klasik fotoğraf sanatının 20 yüzyıldaki minör
temsilcilerinden Jerome Liebling’in yöntemini benimsemiş, diğer
bir ifadeyle kronolojik bir disiplinle inşa edilen seri oluşturma
ilkesine sadık kalarak önce mezbahalara (1986) uğramış, ardından
formaldehit kavanozlarını seyretmiş (1988), nihayet morglara ulaşmış
(1993) ve temsilcisi olduğu tipin ortaya çıkmasında ana hatlarıyla
etkin olan Andres Serrano’nun neo-klasik[4]
vizyonunu benimsemiştir.
Diana Michener,
Corpus I, 1993-94
|
Zarina Bhimji; formaldehit kavanozlarından inşa ettiği (1995) galerisi
ise çoktan Fotoğraf Tarihi’ne malolmuştur.
- Nazif Topçuoğlu ise Koyun Portresi (2000) ile barok vizyonunu geliştirmekte,
yine Mustafa Dorsay Sakatat Natürmort’uyla (2001) sürrealist vizyona
katkıda bulunmakta ama her ikisi de henüz ölüm ülkesinde değil
ona ilişkin ölümcüllük fantazyasının coğrafyasında gezinmektedir.
Sonuçta postmodern heyecanların durulduğu günümüzde
ütopik başlangıç tasarımına iltifat edilir olmuştur. Hesiodos’un
bir zamanlar, Theogonia’sında ifade ettiği gibi:
“Khaos’tu hepsinden önce var olan!”[5]
Simber Atay
Kasım 2001 İzmir
|