Kurguların
İnsana Ettikleri
Mustafa Kurt
"Size bir daha hikâye anlatmayacağım, asla yapmayacağım
bunu." diyerek hızlı adımlarla sınıftan çıktı. Büyük keşifler
yapmak umuduyla çıktığı bir seferden daha, ağır hezimetlerle dönüyordu.
Az önce öğrencilerine 'büyük şehirlere uzak bir dağ başı kasabasında,
bir demiryolu istasyonunda çalışan üç hikâyeci'nin hazin sonunu
anlatmıştı. Kendisine bakan gözlerin boşluğunu görünce, onlarla
ne kadar ayrı iklimleri soluduğunu fark etmiş, anlattığının sonunu
bile bağlayamamıştı. Dersten çıktıklarında bütün öğrenciler, gülüşmeler
arasında, hiçbir şey olmamış gibi fakültenin bahçesine dağıldı.
El ele tutuşup yürüyen iki gencin arkasından uzun süre baktı.
"Sizler… Aşkın da ne olduğunu asla öğrenemeyeceksiniz. Sevgilileriniz
olacak belki, ama âşık olamayacaksınız… Hayâl bile kuramıyorsunuz,
ayrıca hayâllere de saygınız yok sizin…" Kendisiyle, aralarında
sadece bir elin parmakları kadar yaş farkı olan bu insanlar nereden
gelmişlerdi? Aradaki bu uçurumlar ne zaman oluşmuştu? Köprülerin
altından bu kadar suyu kim akıtmıştı? En acısı da yıllar sonra
onlardan birisini gördüğünde "Sende benden aldığın bir şeyler
var. Bir kelime, bir cümle, belki de bir duygu…" diyemeyecekti.
Bu büyük tezat, yüreğini bir kez daha burktu. Zaten hikâye de
anlattığı gibi değildi. Hiç olmazsa anlattığının özüne zarar vermemişti.
Ekledikleri ve değiştirdikleri, o hikâyenin hanesine kara birer
leke olarak yazılmış; ancak elindeki en kıymetli şeyi onlara vermemişti.
Bununla huzur bulup, odasına doğru yürüdü. Giydiği takım elbise,
ütünün, üzerinde defalarca gezinmesiyle parlak bir renk almıştı.
Koridorlardaki ışıklar söylüyordu bunu.
Sınıftan en son çıkan öğrencilerden biri emin adımlarla onu izliyordu.
Hocasını kapıda yakaladı. O ise anahtarlarını aramakla meşguldü.
Yanına yaklaştı. İsyankâr bir edâyla: "Sizin bunu yapmaya
hakkınız yok, hikâyenin sonunu anlatmadınız… Biliyorum, sizi anlamıyorlar
diye üzülüyorsunuz, hattâ kızıyorsunuz onlara. Keşke sadece benim
için anlatsaydınız." "Buna hakkım yok, biliyorum. Ama
sen! Sen beni anlıyorsun değil mi?" "Evet, hocam ben
sizi hep anladım. Açtığınız kapıların nerelere gittiğini hep gördüm
ben. Ben görebildiysem kapılar ardındakileri başkaları da görebilir.
Bir yolculuğa çıkmalı ve onlara ulaşmalısınız." Sustu. Genç
hoca: "Haklısın. Yapmalıyım bunu. Kendilerine sunduğum yeni
dünyaları fark edecek insanları aramaya koyulmalıyım…" Soluk
renkli binanın koridorlarından, karanlık sokaklara yürüyordu.
Saatler de geceye..
Evine vardığında kalabalık ama düzenli bir masa onu bekliyordu.
Oturdu. "Neden hep böyle oluyor ki? Oysa güzel şeyler anlatıyorum.
Dersleri onlara zehir etmemek için elimden geleni yapıyorum."
Belki de bedelini ödemedikleri için ilgi göstermiyorlardı, anlattıklarına
ve kurguladıklarına. "O zaman bana bedelini ödemeliler"
dedi, yüksek sesle. Peki ne yapmalıydı? Nasıl bir yol bulmalıydı?
Bugün yaşananları düşündü. Sorularının cevapları yarım bıraktığı
hikâyede gizliydi. O da üç hikâye satıcısının yaptığını yapacaktı.
Ancak onlar başarısız oluyorlardı.
Peki, onların yanlışı neydi? Bunun cevabını da kısa zamanda verdi.
O, hikâye kahramanları gibi, haftalarca kimsenin uğramadığı istasyonlarda
satmayacaktı, yazdıklarını. O zaman doğru mekân neresi?... Yüzündeki
mutluluğun sebebi 'metro istasyonu' kelimelerinde gizliydi. Çünkü
burası insanların akın akın geçtiği bir yerdi. Son buluşları gözlerine
sevinç parıltıları bıraktı. Bir seri hâlinde yazmalıydı, kurgularını.
Hiç bitmeyecek bir serüven canlandı kafasında. Hemen ertesi gün
için, hikâyesini yazmaya başladı: "Yol Hikâyeleri" sonra
da hikâyenin başlığı: "Gelmeyen Yolcular Nereye Giderler?"
Sabah erken uyandı, hem de kurduğu saat çalmadan. Oysaki diğer
günler, saatin gürültüsünden bütün komşular uyanırdı da, o bir
türlü yataktan kopamazdı. İlk defa bir yerlere gitmek için sabırsızlanıyordu.
Elbiselerini özenle giydi. Akşamdan hazırladığı ilk hikâyesinin
bulunduğu kâğıdı, güzelce katlayıp, ceketinin iç cebine yerleştirdi…
Metro istasyonundaydı. Ne kadar çok insan vardı. Merdivenlerden
nehirler gibi akıyordu kalabalık. Ne zaman gelmişlerdi ki, bu
karanlık dehlizlere? Yürürken kendine bir isim de koydu. Bundan
sonra kalabalıklar, kendisini "Hikâyeci" olarak tanıyacaklardı.
Merdivenlerden inenlere karıştı. İnsanların dağıldığı yerde durdu.
Ancak kendini bir ân zor durumda hissetti. Şimdi kime satacaktı
hikâyesini? Veya insanlara ne diye yaklaşacaktı? Bağırsa nasıl
seslenecekti? Kim böyle bir alışverişe ilgi gösterirdi ki? Bunlar,
akşamdan beri hiç aklına gelmemişti. Köşeye sinip orada öylece
durdu. İnsanlar geliyor, insanlar geçiyordu. Cebinde hikâyesi
vardı ancak onu satacak cesareti yoktu. Belki de birisi gelip
ona "Niye burada duruyorsun?" diye sorabilirdi. Peki
ona ne diyecekti? "Ne kadar da çok soru var aklımda"
diye düşündü.
Etrafını gözlemeye başladı. Yürüyen merdivenlerden yolcular taşınıyordu,
yukarıdaki caddelere. İnsanlar kendi yerlerine yürüyen bu basamakları
ne çok seviyordu. Ama merdivenlere binmeyen bazı kibirliler daha
mı dik yürüyorlardı ne? Trenden inenler ne kadar da çabuk geçiyordu
yanından. Kimsenin yüzüne bile bakamıyordu. Dakikalar geçti, belki
de saatler. Bu, böyle olmayacaktı, birisine meramını anlatmalıydı.
Paradan da vazgeçmişti. Yeter ki birisi onun cebindeki kâğıda
sahip çıksın. O, hikâyenin sahibinin az sonra geleceğine inanarak
bekledi…
Nihayet geliyordu. Karşıdan gelen, eli çantalı bir kızdı. Aradığı,
o olmalıydı. Onun yürüyüşünden cesaret almıştı. Yere çok emin
adımlarla basmıyordu çünkü. Elindeki çantası dağılıverecek gibi
sarkmıştı. Tam yanından geçerken "Afedersiniz!" dedi.
Kızın adımları yavaşladı. Sonra da durdu kız. "Bir şey mi
istiyorsunuz?" "Şey! Ben trende okumanız için yol hikâyeleri
satıyorum. Almak ister misiniz?" Ama bunu nasıl diyebildiğine
kendisi de inanamadı. Kız şaşkın gözlerle baktı. "Ya öyle
mi? Peki niçin böyle bir şey yapıyorsunuz?" bu cevaptaki
ses tonu insanı her şeyden vazgeçirebilirdi. Öyle de oldu. "
Neyse boş verin. Çok saçma bir fikirdi zaten. Size iyi günler
dilerim." Aniden arkasına döndü, merdivenlere yürüdü. Bir
ara kendisine seslenildiğini zannetti. Hayır, bu bir zan değildi.
Kendisine sesleniliyordu işte: "Tamam. Hikâyelerinizden birisini
almak istiyorum." Eliyle bedenini aynı anda harekete geçirdi.
Cebindeki kâğıdı çıkardı, dönerken uzattı. "Zaten bir tane
var. Alın işte, o artık sizin."
Kız, trenin en arka vagonundaki bir yere oturdu. Önce garip bir
şekilde gülümsedi. Başını salladı. Kâğıdı açtı. Peronda çöp kutusu
bulabilseydi atacaktı onu. Kısa bir yazıydı. Sırf bu nedene sığınarak
okumaya başladı. Ana başlık. Hikâyenin başlığı ve: "O gün
terminalde ayrı şehirlere giden üç farklı otobüsün 13, 26, 39
numaralı yolcuları, hareket saati geldiği hâlde yerlerinde değillerdi.
Terminalde muavinlerin ağzından bu üç sayı yükseliyordu... Diğerleri
neden gelmemişti bilinmez ama, 13'ün mutlaka o otobüste olması
gerekiyordu. Çünkü 13'ü bekleyen vardı, bilinmeyen karşı bir terminalde.
Her şey 13'ün gelmesine bağlanmıştı. 13, mutlaka inmeliydi o otobüsün
merdivenlerinden. Ama 13'ü başka şehre taşıyacak otobüs, onsuz
yürümüştü yollara…"
Trenin yolcuları yabancı gözlerle birbirini izliyordu. Gazete
sayfalarına aynı anda birçok göz bakıyordu. Çalışılmamış sınavların
notları okunuyordu, köşelerde. Tren aynı anda soluk alıyor, aynı
anda soluk veriyordu. Bir bayan sesi bilinen ve bilinmeyen yer
adları kodluyordu duraklarda. Akşam için plânlar yapılıyordu trende.
Dönüş hazırlıkları bile başlamıştı, kimilerinde. Uykudan henüz
çıkamamış olanlarsa, kuşkulu gözlerle bakıyordu etrafa. Bazı gözler
kaçırılıyordu, karşı gözlerden. Birçok durak geçilmişti. Duraklarla
birlikte kızın gözleri de, cümleleri ve paragrafları geçti. "Merter!"
kelimesi kıza ulaştığında, o son cümleleri tüketiyordu: "Radyolar
ve televizyonlar duyurdu kazayı. Tabi ki üstüne gazete çekilenlerin
listesini de. 13 numaralı yolcunun adı da vardı listelerde. Çünkü
o, mutlaka otobüste olmalıydı…"
Ertesi sabah, aynı köşede aynı kıyafetle bekliyordu. Kız da elindeki
çantayla aynı sahneyi tekrarlamaya hazırdı. Ancak bu kez başlangıcı
kız yaptı: "Bugün yine bana yol hikâyesi satar mısın?"
"Elbette. Beğendiniz mi dünkünü?" "Beğendim beğenmesine
de sizden bir şey isteyeceğim. Günde kaç tane hikâye satıyorsunuz?"
"Hiç! Sadece size bir tane verdim, o kadar. Zaten her akşam
ancak bir tane yazabiliyorum. Fakat müşterilerim çoğalırsa daha
çok yazacağım." "Ben senin birçok hikâyeden kazanacağın
kadar ödeyebilirim sana. Ancak iki şartım var. Birincisi sadece
benim için yazacaksın. İkincisi, artık güzel şeyler yazacaksın.
Ben okuduğumda mutlu olmalıyım." Genç, bu emir veren cümlelerden
pek de hoşlanmışa benzemiyordu. Hem o para kazanmak için çıkmamıştı
yola. Asıl kabullenemediği, yine bir kişi için yazmak zorunda
kalmasıydı. Bu bir tesadüf müydü, yoksa kader mi? Sonra kabullenir
bir tavırla: "Tamam. Sadece sizin için yazacağım. Sizden
başka kimse okumayacak yazdıklarımı." Cebindeki kâğıdı, yüzündeki
gülümsemeler eşliğinde sundu kıza. "Bakın, ben de sizden
yazdıklarım arasındaki ilişkiye dikkat etmenizi istiyorum. Bütün
sorularınız bir sonraki hikâyede cevabını bulacak. Bir de bu gözle
okuyun onları." Şimdi genç hikâye satıcısı, yürüyen merdivenlerin
gittiği yer neresiyse oraya gidiyordu. Kız arkasından uzun süre
izledi onu. Ne zaman ki gözden kayboldu, o da kendini işine taşıyacak
trenin bir yolcusu oluverdi... Hikâyesi bitti. Yol da bitti. Nefes
nefese kalmıştı. Tren de kız da. Bugünkü bambaşka bir şeydi. Sanki
ondan ne isteneceğini biliyormuşçasına yazılmıştı. Okuduklarındaki
mutluluğa ortak olup, çalıştığı binanın kapısında kayboldu…
Her takvim yaprağı, arkasına yeni bir yol hikâyesi ekleyip öyle
düşüyordu. Artık derslerine de gitmiyordu. Telefonu defalarca
çalıyor, sonra susuyordu. O bir 'yol hikâyecisi'ydi bundan böyle.
Başka yerlerde değil, istasyonlarda ve terminallerde arayacaktı,
kendi dünyasının karşılığını…
Aynı sahnenin kaçıncı tekrarıydı? Katlanmış kâğıtlar alınıyor,
okunuyor ve saklanıyordu. Kız kendisine uzatılan son hikâyeyi
de yavaşça aldı. Acaba yeni bir dünyaya uyanmak adına bu kez kendine
neler sunulacaktı? Yine kalabalıktan sıyrılıp gözlerini odakladı,
beyaz kâğıda: "Bembeyaz elbiseleriyle bir kadın, her akşam
üstü kayalıkların ta ucuna kadar geliyor, tam karşısında duran
öte yakadaki erkeğe bakıyordu. Değil yüz hatları, cinsiyetleri
bile zor seçilebilen bu iki insan, aylardır günbatımına kadar
orada hareketsizce bekliyorlardı. Birgün uzak limanlardan bir
gemi gelecek ve onları karşı kıyıya taşıyacaktı. Hep umutla özlendi
durdu, bu gemiler. Ama gelmedi, hiç gelmedi beklenenler."
Yanındaki dalgalı saçlı kadın sırf merakından, kızın önündeki
kâğıdı okumaya çalışıyordu. Kız aniden elindekini önüne çekti
ve çantasını siper etti hikâyesine. O, sadece onundu. Başka kimse
okuyamazdı. Devam etti: "Yaşlı bilge, 'Eğer bir şeyi ruhunla
istersen. Ama bak tüm ruhunla istemelisin. Sen bir zaman sonra,
o istediğin şeye dönüşürsün. Bunu asla unutmamalısın delikanlı.
Biliyorum birgün sen de istediğin şey olacaksın. Yapabileceğini
biliyorum." Kız büyülenmiş gözlerle devam etti: Genç, karşı
kayalıklardaki beyazlığa son bir kez daha baktı. Gözlerini kapattı.
Parmaklarını avuçlarının içine alıp sıktı. Ve denize doğru adımını
attı. Yürüyebiliyordu…"
İmza: Hikâyeci.
Kız biliyordu: Ne yarın ne de sonraki günler, hikâye satıcısı
gelmeyecekti artık... Kız bu kez "Merter!" nidâsını
duyduğu hâlde inmedi. Dört durak sonraki terminalde inecekti belki
de…
|