Editörden
Bu satırları yazmaya başladığım anda televizyondan gelen silah
sesleriyle dikkatim dağıldı ve televizyona döndüm. Bir kadın muhabir
elinde mikrofonu, yerdeki onlarca yanmış cesedin üzerinden atlayarak
hızlı adımlarla yürüyor, bir yandan da gördüklerini heyecanla
anlatıyordu. Sonra kamera aniden başka bir görüntüye odaklandı.
Bir Afganlı elinde tüfek, kendisine siper ettiği yıkık bir duvarın
arkasında beklerken bir silah sesi daha duyuldu ve kameramanın
görüntülerinin eşliğinde aşağıya yuvarlandı, yüzüstü kapaklandı....
cansız bir vücut... merak edip yanına gelen, yardım için koşan
olmadı... (belki bizim meşhur televizyon "anchor man"
lerimiz ya da program yapımcılarımız olsaydı “öldünüz mü, neden
öldünüz ?” gibi sorular yöneltebilirlerdi. Afganistan'daki Taliban
kamplarının birinden alınan bir görüntüydü ve aniden ekrandaki
görüntü yenilendi. Biraz önceki görüntülerin kahramanı kadın muhabir,
otelinin balkonuna çıktı, son aylarda görmeye alıştığımız biçimde,
siyah Afgan gecelerini kendisine fon almış bir vaziyette günü
değerlendirmeye başladı. Yoğun, heyecanlı bir gün geçirdiklerini,
ama hepsinin geride kaldığını ve şimdi keyifli olduğunu söyledi.
İrkildim, tekrar televizyona döndüm kadının yüzüne baktım. Yorgun
bir yüz, yorgun gözler ama dudaklarında bir gülümseme ve günün
sonunda keyifli olduğunu, haberleri keyifle vereceğini ifade eden
kelimeler... Nasıl bir keyiftir ? Nasıl bir ruh halidir ? anlamak
mümkün değil. Bu kadar yozlaşmış olamayız. Çok yorgun olmalı,
ne söylediğini bilmiyor, herhalde bundandır diye düşündüm. Yoksa
toplumsal bir cinnet geçiriyoruz da, bu da küçük bir yansıması
mı ?
Zor günler geçiriyoruz. Yaşadığımız ekonomik ve toplumsal sıkıntıların
üzerine 11 Eylül terörist saldırıları ve bu saldırılara karşı
çok geçmeden büyük(!) devletlerin yarattığı karşı terör tuz biber
ekti. Hep birlikte, kendimize ait olmayan bir savaşın içine çekilmeye
çalışılıyor ve sonuçlarına katlanmak zorunda bıraktırılıyoruz.
Yaşlı dünyamız gamsız döngüsünü sürdürürken, insanoğlu da evrimleşmeye
devam ediyor ve bundan bir kaç milyon yıl öncesi ile şimdiki insan
arasında kullandığı araçların teknolojik olarak gelişmiş olmasının
ötesinde çok fazla bir fark olmadığını ve daha önünde katetmesi
gereken milyonlarca yıl olması gerektiğini kanıtlıyor.
Bunca moral bozukluğuna, olumsuzluğa, her türlü kötülüğe rağmen
sanat ve tabi ki fotoğraf.
Yeni dönem her şeye rağmen büyük bir heyecanla başladı. Bienal,
İstanbul Fotoğraf Günleri, sergiler, gösteriler, yarışmalar...
Bizler de derginin yeni sayısını çıkartmak için Ağustos ayından
beri yoğun bir üç ay geçirdik. Bu süre içinde sizlerin dergiye
olan ilgisi soluksuz devam etti. Gördüğümüz bu ilgi, sizlerden
gelen e-mail'ler, heyecanınız bizim yorgunluk ve sıkıntılarımızı
unutmamıza neden oluyor.
Bu sayımızda, diğer sayılarımızda da olduğu sürekli köşelerimiz
devam ederken her zaman olduğu gibi yeniliklerimiz de var.
Tarihçi ve yazar Lisa Brock’un ABD Başkanı George Bush’a
yazdığı mektubun bir bölümünü de içeren Chicago Sanat Enstitüsü’ndeki
“Sanat ve Acı” konulu konuşması bize söyleyecek fazla bir söz
bırakmıyor.
Engin Özendes, bu sayıda Gezgin Fotoğrafçılar’ı dinlendiriyor
ama fotoğrafın tarih ve sanat boyutuyla ne kadar güçlü olduğunu
bizlere kendine özgü diliyle anlatıyor.
Simber Atay “Olmak ya da Olmamak, Hala!” derken, biz de
“illegal serserilere” onunla birlikte saygı duruşunda bulunduk,
hep beraber.
Dijital fotoğrafın ülkemizdeki öncülerinden Adnan Veli Kuvanlık,
klasik fotoğraf / dijital fotoğraf ayrımına karşı çıkarken dijital
fotoğrafı kendi fotoğaf serüveni ile birlike yorumluyor.
Bu sayıdan itibaren fotoğrafın diğer disiplinler ile olan
ilişkilerini ele almaya başladık. Serinin ilk yazısı Özer Kanburoğlu’ndan.
Mimari Fotoğraf’ın okuyucularımız için çok iyi bir kaynak olacağına
inanıyoruz.
Aylin Yılmazbayhan arkadaşımız uzaklardan bize Robert Adams’ın
fotoğraf eleştirisi üzerine denemesini gönderdi. Çeşitli çevirilerini
okuduğunuz Robert Adams’ın “ Beauty in Photography” isimli kitabının
bir gün Türkçemize kazandırılacağını ümit ediyoruz.
Engin Özendes tarafından yürütülen güzel bir projenin
sonucu olarak yayınlanan “Merhaba Atina Here İstanbul” isimli
kitabın minik bir özetini dergimizde bulacaksınız. Umarız ki bu
proje ile sağlanan dostluk, her alanda sürdürülsün.
Tülay Çellek, temel tasarımın “Çizgi” ile ilgili bölümünü
anlatıyor. Severek izlenen bu serisi önümüzdeki sayıda da devam
edecek.
Galip Coşkun’un arşivinden alınan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun
yayımladığı, cepheye gidecek fotoğrafçılar hakkındaki yönerge,
fotoğrafımızın tarihi ile ilgilenen ve bütün fotoğrafseverler
için güzel bir kaynak niteliğinde.
Nihal Sipahi, “Savaşın Negaifi” ni bize sunarken, beynimizin
şartlandırılmış kodlamalardan kurtularak, kendi algı dilini nasıl
bulacağını ve imgeler üzerinden kurgulanan imajların bunun için
nasıl bize el verebileceğini bir kez daha gösteriyor.
Ali Rıza Akalın kaktüsün dikenlerini bu kez fotoğrafta
tek seçicilik konusuna batırıyor.
Mustafa Kurt o güzel öykülerinden biriyle yine aramızda.
Hafize Kaynarca sararan yapraklar üzerinde bir
sonbahar gezintisi yapıyor.
“Cadı”mız Özlem Bağcı, bu sayıda kazanına Tansu
Gürpınar’ı attı.
Nejat Kutup, bu kez bize Brezilya’dan Jorge Rueda’yı
getirdi.
Faruk Budak, bizi Hindistan’a götürüyor.
Fotoğraftan haberi Rıza Ezer veriyor.
Portfolyolarda Ali Rıza Akalın, Gökhan Demirer,
Fikret Otyam ve Ozan Sağdıç’ı bulacaksınız.
Ve diğer köşelerimiz......
Bu sayı ile birlikte yayın kurulumuzda görev değişikliği
oldu. Sevgili editörümüz Tacettin Teymur yoğun iş temposu nedeniyle
editörlük görevini devretti ama yayın kurulu üyesi olarak değerli
katkılarını sürdürmeye devam ediyor. Bugüne kadar editörlüğü sayesinde
dergimize yaptığı katkılar nedeniyle kendisine teşekkür ediyoruz.
Bizler yeni sayılar için çoktan yola koyulduğumuz şu sıralarda,
11. sayımızı sizlerin beğenisine sunuyoruz.
Yeni yılın sevgi ve barış dolu bir yıl olması
dileğimizle....
12. sayıda görüşmek üzere dost sevgi ve selamlar
Bülent IRKKAN
Editör
|