"
BENİ DUYUYORSAN ÜÇ DEFA VUR "
Doğanay Sevindik
Tatile çıkalı henüz
iki gün olmuştu. Sabah sekiz'de dayımın oğlu Nevzat aradı. Abi,
Havva abla'dan haber alamadım. Sen görüştün mü ? Evet iki gün
önce görüştüm, hafta sonu Ankara'ya gelecekler dedim. Abi, İzmit'te
deprem olmuş, ulaşamıyorum. Sen haber alabildin mi ? Ne ? Deprem
mi ? Hayır haberim yok dedim. Hemen televizyonu açtım. Eyvah!
Eyvah! Mahvolduk.
Hemen yola çıktık, gece Ankara'ya
indik. Dayım, ben ve Osman gece yarısı deprem bölgesine doğru
hareket ettik. Sabahın ilk ışıklarında İzmit'e ulaştık. Yıkılmayan
ev sayısı parmakla sayılacak kadar azdı dersem depremin boyutu
anlaşılır sanırım. Şehirde ambulans ve korna sesi hakimdi. Kimi
yaralı, kimi cenaze taşıyordu. Ali'nin işi nedeniyle İzmit'e dört
sene önce taşınmışlardı. Altı bloktan oluşan sitede Havva'lar
beş katlı binanın birinci katında oturuyordu. İzmit'in doğasını
sevmişlerdi. Yeğenim Eylül Deniz'in; Eylül adını ben, Deniz adını
babası koymuştu. Eve ulaştığımızda halen gözümün önünden gitmeyen
manzara ile karşılaştım. Binanın üç katı tamamen çökmüş, diğer
katlar yandaki blokun üzerine kaymıştı. Havva ! Eylül ! diye bağırdım.
Ses yok... Bir daha, bir daha bağırdım ! ... Ne çok arzu ediyordum;
abi, dayı demelerini. Ama olmadı. Onları kaybetmiştik. Ali yaralı
olarak kurtulmuştu. Diğer yeğenim Onur Ankara'daydı. Onur, annesiz
ve kardeşsiz kalmıştı. Yatağında yatan Eylül sanki dedesini çağırmıştı.
Babam iki kat betonu arasından Eylül'ün eline ulaştı. Havva depreme,
Eylül'ün odasına giderken yakalanmış. Üç saatlik uğraşının sonunda
önce Eylül'ü sonra Havva'yı çıkarttık. Havva deprem'e sonuna kadar
direnmiş. Üst kattaki betonunun düşmesini engellemek istercesine
bir eli yukardaki betondaydı.
İkisini de önce buz pateni salonuna
götürdük. Cenazeler depremi protesto edercesine yanyana yatmışlar.
Sessiz sedasız... Yakınlarını arayanlar isimlerden bulmaya çalışıyor.
Kamyonlar ve arabalar sürekli cenaze getiriyor. İşimiz "
O " ırkçı kuru kafaya kalsa idi herhalde bizimkilerde elbiseleri
ile kazılan çukurlara dozerlerle gömülüp gidecekti. Deprem de
Devletin, basiretsizlik, beceriksizlik, acizliğini gördük, kısaca
devlet sınıfta kaldı. Cenazesini alabilenler " Şanslı "
sayıldı, ya alamayanlar... Havva ve Eylül'ü köyümüze defnettik.
Serpil Yıldız, durumumdan habersiz
beni aradı. Felaketi belgeliyelim dedi. Ben de onun gibi düşünüyordum.
Sen ekibi oluştur, kendimi hazır hissedersem sonradan katılırım,
başaramazsam ayrılırım dedim.
Ekim ayında, Mustafa Alibaşoğlu
ve Gökhan Bulut deprem felaketinin belgelenmesi gerektiği düşüncesiyle
deprem bölgesinde fotoğraf çalışmaya karar vermişler ve Özlem
(Genç) Alibaşoğlu, Şeyda Aytem, Mehmet Cansoy, Necmiye (Demir)
Cansoy, Levent Özmen, Zerrin Yazar ve beni arayarak birlikte çalışmayı
önerdiler. Kabul ettim. Selim Aytaç ve Serpil Yıldız'ın da katılımıyla
onbir kişi kalıcı konutlar teslim edilene kadar fotoğraf çalışmaya
karar verdik. Çalışmanın ilk sergisini 26 Şubat-6 Mart 2000 tarihlerinde
Ankara'da Çağdaş Sanatlar Merkezi'nde, Haziran 2000 tarihinde
İstanbul'da Fotoğrafevi'nde, 17 Ağustos 2000 tarihinde ODTÜ Vişnelik
tesislerinde açtık.
Ülkemizde büyük bir felaket yaşanmıştı.
Anlatılacak gibi değildi… Onu ancak yaşayan ya da yerinde gören
bilir. Dile kolay 50.000 ölü, 50.000 yaralı (resmi makamların
tespiti böyle değil tabiki..). Bölgede bir milyon kişi etkilendi.
Kiminle konuşsam br tanıdığını kaybetmiş. Ülke olarak AKUT dışında
çok hazırlıksız yakalandık. Konutların % 80’ I yıkılmış yada kullanılamaz
durumda idi. Maddi ve manevi büyük bir dayanışma örneğine tanık
olduk. Başta AKUT olmak üzere komşumuz Yunanistan ve dünyanın
dört bir tarafından gelen kurtarma ekipleriyle sivil dayanaışma
gönüllülerinin fedakarca çalışmaları için hepsini gönülden kutluyorum.
Yıllarca düşman gibi gösterilmeye çalışılan Türk ve Yunan halklarının
dostluk temeli de her iki ülkede meydana gelen depremle atıldı.
Deprem sonrası sağlık, kültürel, psikolojik destek konusunda sivil
toplum örgütleri üzerine düşen görevi büyük bir özveri ile yerine
getirdiler. En çok etkilenende çocuklar oldu. Olanlara anlam veremiyorlardı.
Deprem bölgesine iki ay sonra ilk
kez gidiyorum. Adapazarı’nda enkaz kaldırma çalışmaları devam
ediyordu. Kolay olmadı ilk filmi takmak, deklanşöre basmak. Hayatımın
en zor fotoğraflarını çektim. Zaman zaman ağlayarak. Her enkaz
Havva'ların evi, enkazdan çıkan her eşya onların eşyası, her Anne
Havva, her beş yaşındaki kız Eylül Deniz, her yaralı Ali, her
Anne'sini ve kardeşini kaybeden çocuk Onur'du.
Gelelim bizim Kızılay'a. Okulda
öğretmenimiz Kızılay'a yardım için zarf dağıtırdı. Toplanan paralar
kara gün içindi. Kızılay "deprem, yangın ve sel'de kara gün
dostu" idi. Bize öğretilen buydu. Ama öyle değilmiş. Mahçup
olduk, utandık. Çadırlar rezaletti, hepsi su geçiriyordu. Çadırların
üstü naylon kaplıydı. Kızılay görevlilerini bir hafta çadırların
içine koyacaksın. Buyrun siz yaşayın ... Kızılay için verdiğim
paraların hepsini faiziyle istiyorum. Hemen, Şimdi!
17 Ağustos 1999 tarihindeki 7.4
şiddetindeki Marmara depreminin acıları bitmeden, yaralar sarılmadan
12 Kasım 1999’da bu defa 7.2 şiddetindeki depremle sarsıldık.
Depremin adresi Bolu, Düzce ve Kaynaşlı idi. Unutmaya çalışırken
nereden çıktı bu deprem şimdi. Olanları tahmin etmek hiç de zor
değildi. Çöken evler, binlerce ölü, yaralı, acı, hüzün, gözyaşı
... Çocukluğumda deprem haberlerini radyodan dinler, okunan haberi
hayal gücümle anlamaya çalışırdım. Televizyon evlerimize girdikten
sonra depremi beyaz camdan gördüm. Yarattığı acının ne olduğunu
yaşadığım zaman anladım ki ben şimdiye kadar sadece deprem filmi
izlemişim.
İlk görüntüler yine yüreğimden
vurdu beni. Sobaların sebep olduğu yangın daha vahim sonuçlar
yarattı. İki çocuğu yanan evde kalan anne taşıma suyla yangını
söndürmeye çalışıyor. Belediye otobüsünün üzerine bina yıkılmış;
yirmi ölü, on yaralı. Düzce hastanesinde doktor, hemşire ve hasta
toplam otuz ölü. Deprem yine yaptı yapacağını. Dört yaşındaki
kızım artık televizyona bakmak istemiyor. Üzülüyorum baba ! evler
yıkılmış, insanlar ölmüş diyor. Devam ettiği kursta seramikten
yıkılmış ev yapmış.
14 Kasım 1999 Kaynaşlı, Düzce
Sabah 05.00 de yola çıktık. E-5
karayolunun Kaynaşlı'ya bakan iniş kısmında sağ taraftaki iki
şerit kopmuş. O anda araç geçmemesi büyük şans. Kaynaşlı'da çöken
"Durmuşoğlu" dinlenme tesisinde son bir ümitle kurtarma
çalışması devam ediyordu. 40 kişiden kurtulan yok. Tesisin önündeki
23 kamyon kibrit kutusu gibi devrilmiş. " Bayrak " tesisinde
yangın çıkmış, elli kişiden kurtulan yok. Yanık ceset kokusu çevreyi
sarmış. Yanan cesetler ip uçları ile tanınmaya çalışılıyor. "
Bir erkek, sağ tarafında cep telefonu var ", " Kahverengi
kazaklı bir erkek ", " Siyah pantolonlu bir erkek ",
" Kolyeli bir kadın "… Tanı tanıyabilirsen ! Kordon
ile çevrili binada canlı olma ihtimali var. " Beş dakika
konuşmayın, yürümeyin, mümkün ise nefes bile almayın " diye
uyarılıyoruz. Ekipten biri " Ben üç defa vuracağım, beni
duyuyorsan üç defa vur " diyor. Bekliyoruz, zaman geçmek
bilmiyor. Ses yok... Hepimizin morali bozuluyor.
İçinden fay hattı geçen Kaynaşlı
Lisesi bisküvi gibi kırılmış. Kaynaşlı'da bir cami'de kırk, diğerinde
altmış ölü. Ceset kokusu dayanılacak gibi değil. Çıkarılan cesetler
tanınmayacak durumda. Cebinden çıkan küçük bir çakı ile, kolunda
saat olan kişiyi oğulları teşhis etti.
|
|
Kaynaşlı
Lisesi, 14.11.1999
|
Kaynaşlı,
14.11.1999
|
Enkazlardan evlerin kaç katlı olduğunu
anlayabiliyorduk. Sanki binalarda kolon kullanılmamış. Arabalar
enkaz altında. Ben bu filmi daha önce izlemiştim. Manzara hep
aynı. Yıkılan evler, başında umutla bekleyenler... O özenerek
alınan eşyalar, oyuncaklar, doğum günü, evlilik yıldönümü, yeni
yıl, bayram hediyeleri artık yok ya da kırık. Onlar da anılara
karıştı. Sahiplerinin bir kısmı da yaşamıyor artık. Sağ kurtulanlar
kırık dökük anılarını toplamaya çalışıyor.
Enkazlarda; A.Y işareti: Arama
yapıldı, X işareti: Evin yıkılacağını, işaretlerin yanında rakam
varsa: o binadan çıkan ceset sayısını gösteriyor. Rakam yazan
evleri gördüğüm zaman hüznüm bir kat daha artıyor.
Behiç Pek'in bir karikatürü vardı:
Biri enkazın başında " Deprem geçti, hadi çıkın " diye
sesleniyor. Keşke çıkıp gelseler, size şaka yaptık, işte buradayız
deseler. Binalarda gördüğümüz " Biz sağız, merak etmeyin
" yazısı keşke her evde olsaydı.
17 Ağustos depreminde çatlayan
ve oturma izni verilen evlerin bir çoğu bu Deprem’de yıkılmış.
Canlı ihtimali olan bina önünde yine nefeslerimizi tutuyoruz.
" Beni duyuyorsan üç defa vur " diyor kurtarma elemanı.
Vur haydi ! Vur ! Heyecanla bekliyoruz. Kurtarma elemanı sevinçle
iki elini kaldırıyor. Yaşıyor... Günün en güzel haberiydi bu.
21 Kasım 1999 Düzce, Kaynaşlı
Gölyaka, Cevizli, Selçuklu köy
yolundaki deprem hasarları tamir ediliyor, yolumuza güçlükle devam
ediyoruz. Fay hattı bir evin tam ortasından geçmiş. Toprak seviyesi
yer yer üç metre kaymış, dağda bir adam boyu yarıklar oluşmuş,
ağaçlar devrilmiş. Cevizli ve Selçuklu'da camiler yıkılmış. Selçuklu'da
yıkılan caminin önünde namaz kılan adam ibadetini yerine getiriyor.
|
Selçuklu
Camii, 21.11.1999
|
6 Şubat 2000, Kaynaşlı
Otobüs ile Kaynaşlı yolculuğumuz
yoğun kar ve sis altında geçti. Prefabrik konutlarda ve çadırlarda
yaşam devam ediyor. Buna yaşamak denirse… Karda çamaşır kurutmaya
çalışıyorlar.
Depremde ölenler, oluşturulan özel
mezarda hep birlikte yatıyorlar. Mezarların hepsinde yapma çiçekler
var. Çünkü onların hepsi bir çiçekti. Mezarlarda "Deprem
Şehidi ", " Depremden öldü " yazıyor. Birinde ölen
kişinin eşarpı asılı idi. Ölenlerin adını okumaya çalışıyorum;
sanki hepsinin adı Havva ve Eylül Deniz, doğum tarihleri 1964
ve 1994, ölüm tarihleri ise 17 Ağustos 1999. Ağlayarak ayrıldım.
Kar yağmura dönüştü, benimle birlikte gökyüzü de ağlıyor.
30 Ağustos 2000
Yağmur Yalova'ya kadar bize eşlik
etti. Aradan bir yıl geçmesine rağmen halen temizlenmeyen enkazlar
var. Orada yaşayanlar için zor olmalı. Binalarda kolonları ve
temelleri güçlendirme çalışması yapılıyor. Ben bu aşının tutacağını
sanmıyorum, güven vermiyor. Siz hiç enkaz dağı gördünüz mü ? Karamürsel
yakınlarında beş katlı bir binanın hemen yanında bina boyunca
bir enkaz dağı vardı. Enkaz içinde yok yok. Ev eşyası, elbiseler,
oyuncaklar ve ağır ceset kokusu. Tüylerim ürperdi.
|
Enkaz Dağı/Karamürsel,
30.8.2000
|
Gölcük Donanması'nda kaybedilenlerin
anısına yapılan iki " Deprem Şehitleri " anıtına tüm
isimler yazılmış. Değirmendere deniz feneri yıkılmış. Parkın ağaçları
deniz içinde. Bahçecik'te sevgili Havva ile Eylül'ü kaybettiğimiz
yere çiçek bıraktım.
|
|
Gölcük donanması,
30.8.2000
|
Değirmendere
Parkı, 30.8.2000
|
2 Haziran 2001
Demek ki oluyormuş. Gölyaka Hacı
Süleyman Köyü'nde Dayanışma Gönüllüleri Derneği ile Hollanda'nın
Gelderland Eyaleti'nin maddi desteğini üstlendiği ortak proje
ile depremde evini kaybedenlere tek katlı dört oda, salon'dan
oluşan yirmi altı adet " İmece Evleri " törenle teslim
edildi. O gün yirmi dört adet ev yapma sözü verildi. Emeği geçen
herkesi kutluyorum.
Darısı bizim kalıcı konutların
başına.
" Deprem değil bina öldürüyor
"
Binalarda deniz kumu kullanılmış,
kolon kiriş bağlantısı yapılmamış, çimento eksik kullanılmış,
dolgu yerlere binalar yapılmış, gereğinden fazla kat çıkılmış,
temel etütleri yapılmamış. İnsan hayatı bu kadar ucuz mu ? Yaptıkları
yıkılan mütahhitler, kalıcı konutları yapmak için kuyruğa girdiler.
Yürekleri sızlamadan ... Bu ne yüzsüzlük anlamıyorum. ellerini
kollarını sallayarak geziyorlar. "Ne yaparsan yanına kar
kalıyor" mantığını yok etmediğimiz ve hesap sormadığımız
sürece insan kirlenmesini hep göreceğiz. Bizler bunları hak ediyor
muyuz ? Depreme engel olmak mümkün değil ama insanların ölmesine
engel olunabilir. Kötü yapılaşma nedeniyle yaşanılan mekanlar
mezar olmasın. Artık ambulans sireni duymak istemiyorum. İbret
olsun diye çöken evlerden birkaç tanesi kalmalı idi.
Deprem ve sonrası yaşananlardan
ders almak ve aynı acıları yeniden yaşamamak için bir çalışma
yapabildikse kendimizi mutlu sayacağız. Her çekim dönüşünde bir
hafta kendime gelemiyorum. Çalışma sırasında bazan can sıkan bazan
dert dinleyen kişiler olduk. Bizler de her gidişimizde depremzedelere
bir şeyler götürdük. Çektiğimiz fotoğrafları broşüründe kullanan
firmanın hediye ettiği okul malzemelerini Kaynaşlı ve Bolu'daki
prefabrik konutlarda dağıttık. Merhaba dediğimiz her evde çay,
kahve, yemek ikramı yapıldı, yaptıkları el işlerini hediye ettiler.
İşte bizim insanımız bu. Depremde acı ve hüzün yaşarken, sivil
insiyatif'in önemini, dayanışmayı, yardımlaşmayı, Dünya insanlarının
kardeş olduğunu bir kez daha yaşadık.
" Fotoğrafçı
Çocuklar Atölyesi "
Deprem sonrasında aklımızda kalacak
önemli bir çalışma da " Fotoğrafçı Çocuklar Atölyesi "
idi. Ülkemizde ve Dünya'da bir "ilk" olan atölye, İzmit
Cephanelik Çadırkent'te kuruldu. Amaç; depremin acılarını biraz
olsun unutturmak. Dayanışma Gönüllüleri Derneği ve Fransız Enfants
du Monde – Droit de L’homme işbirliği ile yürütülen projeyi Dora
Günel, Gökhan Gedik, Mehmet Kaçmaz, Allaoua Sayad, Alp Sezeralp
ve Özcan Yurdalan üstlendi. Üç aylık fotoğraf eğitiminden sonra,
çocukların çektiği fotoğraflardan oluşan sergi yurtiçi ve yurtdışında
sergilendi. Ürünler katalog haline getirildi. JaponNHK TV'nun hazırladığı 25 dakikalık
belgesel Japonya'da gösterime girdi. TRT Televizyonu hazırladığı 22 dakikalık belgesel ile
Avrupa Yayın Birliği'nin düzenlediği "2000 yılı Çocuk Belgeseli"
yarışmasında ikincilik ödülü aldı. İfsak'ın her yıl fotoğraf
dalında verdiği Ödül, 2000 Yılında "Depremden Sonra "
çalışmasına verildi….
Gölyaka Hacı Süleyman Köyü'nde 5 tane " Fotoğrafçı Çocuklar
Atölyesi " ve 1 tane " Sinema Atölyesi " kuruldu.
Projenin koordinatörlüğünü Dayanışma Gönüllüleri Derneği adına
Özcan Yurdalan yürütüyor.
Her iki atölyede yer alan çocukları ve emeği geçen herkesi kutluyoruz.
Depremden önce kaç kişi yarın görüşürüz dedi ? Kaç kişi görüşebildi
? Kaç çocuk anne ve babasını öperek iyi geceler diledi ? Kaçı
sabaha sağ çıktı ? Kaç kişi 17 Ağustos ve 12 Kasım'da evlendi
? Kaçının evlilik günü ölüm günleri oldu ? 17 Ağustos ve 12 Kasım
kaç kişinin hem doğum hem de ölüm günü oldu ?
17 Ağustos, 12 Kasım ve yaşadığımız
diğer depremlerde kaybettiğimiz insanlarımızı, KASK üyesi fotoğrafçı
dostlarımız Murat Aydın, Serhat Deniz, Bülent Erdoğan, Sabri Yalım
ile sevgili kardeşim Havva ve yeğenim Eylül Deniz'i sevgi, saygı
ve hasret ile anıyorum.
Yüreğimdeki fay hattı gün geçtikçe
derinleşiyor, artçı şoklar devam ediyor.
Ağlayalım, depremde ölen elli bin
canımıza, anılarımıza, hayallerimize ...
Ben zaten ağlıyorum ...
… ve o günlerde düşündüğüm şeyleri
şimdi de düşünüyorum ki :
Amatör fotoğrafçı
kimdir ? Fotoğraf sanatçısı kimdir ? Fotoğraf sanatına gönül veren,
onu yaşam biçimine dönüştüren kimdir ? Fotoğrafçı ne/neyi çekmelidir
? Fotoğraf sadece stüdyoda mı çekilir ? Fotoğrafçının topluma
karşı sorumluluğu var mıdır ? Fotoğrafçının belge bırakmak gibi
bir görevi var mıdır ? Fotoğraf dünyası depremde üzerine düşen
görevi yerine getirdi mi ? Getirdiyse ne kadar ?
DOĞANAY SEVİNDİK
Ağustos, 2001
|