Back to Main Page Back to Main PageSon SayıÖnceki SayılarEditörlerİletişim

Editörden

Beni Duyuyorsan Üç Defa Vur

Gezgin Fotoğrafçılar

Uzaklardan

Black&White in Colors

Cadı Kazanı

Temel Tasarım

Kaktüs

Okudunuz mu, Gördünüz mü?

Reklam Fotoğrafçılığı

Orojeni

İşaretçiler

Ciddiyet

Yol Notları

Dosya: Haber Fotoğrafçılığı
. Fotoğraftan Al Haberi, Serpil Yıldız
. Haber Fotoğrafçılığı, Ali Öz
. Portfolyo: Ali Öz

BÜLMETEN

Çağrı: "Türkiye Fotoğraf Sanatında Yitirdiklerimiz "

Eğitim
Film ve Filtreler-1
Özel Efektler-2

Fotoğraf Dünyasından Haberler

Pano

Platformlar
· Foto Muhabirleri Derneği

Yeni Umutlar
· Kaan Osmancık

· Mete Bumin
· Songul Serim

Sergi Salonu
· Deniz Akça

· Özer Esmer

Suyunu Çıkaranlar

Bir Ülke Bir Fotoğrafçı
Joel-Peter Witkin

Portfolyolar
· Sıtkı Fırat
· Adnan Veli Kuvanlık
· Nevzat Yıldıran

 

 

Sayı 10

İşaretçiler
Mustafa KURT


Güzün başladığı yerden mi başlıyor hüzünlerimiz? Ağaçlar, yapraklarını bir rüzgâra emanet ederken, yaprakların hiç canı yanmıyor; oysa bizim ellerimizde ne kadar da ıslak duruyor, onlar. Her sabah, bu iki katlı otelin kapısına dikilip dışarıya baktığımda, dünyanın, sadece görebildiğim bu ağaçlardan ve yapraklardan ibaret olduğuna bir kez daha inanıyorum. Eğer bir bakış mesafesi kadar uzaktan geçen trenler de olmasa, dünyanın giderek daraldığını ve küçüldüğünü düşüneceğim.

Biri sabah, birisi de gece vaktinde olmak üzere, her gün iki tren geçiyor buradan. İlkinin sesini, kuşluk vakti saat tam altıyı onbeş geçe; diğeriniyse gece on bir ellide duyuyorum. Trenlerin bu geçiş saatleri hemen hemen hiç şaşmıyor. Ben her tren geçişinde, o ân ne yaparsam yapayım işimi bırakıp, onları seyretmek ve seslerini dinlemek için dışarıya çıkıyorum. Hele gece geçenin sesi o kadar uzaklardan geliyor ki… Sanki yaşanabilecekken kaybedilmiş; kaybedildiği için de unutulmuş ama unutulduğu hep hatırda olan hayatları taşıyor o trenler. Zaman zaman kızıyorum kendime. Neden burada kilitlenip kaldığımı düşünüyorum. Bazen de beni buraya hapseden babama sitem ediyorum. Aylarca hiç kimsenin uğramadığı bu oteli böyle bir yere yapmanın, hangi aklın kârı olduğunu anlamaya çalışıyorum bazı zamanlar… Gerçi yirmi yıl önce şehir o kadar uzaklaşmamıştı bizden. Sonra eklenen her yılla birlikte şehir biraz daha batıya kaydı. Yeni apartmanlar ve evler, şehrin hep diğer yakasına yapılmaya başlandı. Şimdilerde şehrin ışıkları ne kadar da uzaklardan ışıyor.

Daha küçük bir çocukken, annemle babamın ayakta tutmaya çalıştığı bu otele gelir, odaların temizliğine yardım eder, ufak tefek bazı eşyayı oraya buraya taşırdım. Annemi kaybettiğimiz o haziran sabahından sonra, babam hatıralarla yüklü bu oteli bir türlü bırakıp da gidemedi. Hattâ ilkokuldan sonra benim başka bir okula gitmeme bile izin vermedi. Çünkü kendini çok yalnız hissediyordu. Bu ihmalini yıllar sonra yüzüne vurmamam için de şehre gidenlere ısmarladığı kitapları bizzat kendisi bana okur, güya bu eksikliğimi tamamladığını düşünürdü. Onun okuduğu onca şeyden aklımda kalan ve yıllarca içimde bir ses gibi çoğalan "Bir yerde yalnızsanız/ilk eksprese binin/çevrenizle beraber/yalnızlığınızı da silin" diyen satırları hiç unutmuyorum. Aradan geçen on yıl boyunca babamla birlikte, tahta sandalyeleri otelin önüne çıkarıp, trenlerin geçmesini izledik durduk. "Şimendifer" derdi babam onlara. Her tren sesi ondan bir şeyleri alır götürürdü. Bu zamanlarda, tabakasından kalınca bir tütün sarar, trenin sesine eşlik etsin diye dumanını rüzgâra savururdu. Çok değil, annemin ölümünden on yıl sonra, bir sabaha karşı o da beni bırakıp gitti. Bir gece aniden ağırlaşıverince, onun kısa zamanda öleceğini hissetmiştim. Ama o, durumunun ağırlığına rağmen, sabah treninin sesini duyuncaya kadar direndi ölüme. Ne zaman trenin o boğuk, yaslı sesi kulaklarına erişti, o ân büyük bir huzurla gözlerini kapadı. Onun ölümünden sonra iki katlı ve müşterisi çok az olan bu otelin tüm işleri üzerime kaldı. Elimden başka bir şey gelmediğinden mi, yoksa elde avuçta ne varsa satıp savdıktan sonra başka bir işe girişecek cesareti kendimde bulmayışımdan mı bilemeyeceğim, kolay olanı seçip babadan kalma bu otelin başına geçiverdim.

Ayrıca bir evimiz olmadığı için, bu otelin birinci katındaki iki odayı kendimize tahsis etmiş, yıllarca orada yaşamıştık. Babamın da göçmesinden sonra, onlardan kalan tüm eşyayı bir odaya yığdım, kapısını da sıkıca kilitledim. Artık günlerimin çoğu, bu otelin önüne sonradan yaptığım çardağa benzer yerde geçiyor. Hiç müşterim olmadığı zamanlarda, ki bu çok oluyor, on beş dakikalık mesafedeki Demirlibahçe istasyonundaki bekleme memurlarının yanına gidiyorum. Zaten bu istasyondan üç durak sonra da trenler şehrin içine girmiş oluyorlar. Bekleme memurları böyle sapa bir yerde otel işletmeye çalışmanın hiç akıl kârı olmadığını söyleyip duruyorlar. Hattâ bana burayı satıp şehirde bir iş tutmamı da öğütlüyorlar. Ama ben burayı bırakıp bir türlü gidemiyorum; tren seslerini kaybedeceğimden korkuyorum belki de. Zaten tek tük gelen müşterilerimin çoğunluğunu, ya yolunu şaşırmış kişiler ya da gece treninden yanlışlıkla inen yolcular teşkil ediyor. Bazen de, şehrin kalabalık ama insansız sokaklarından bunalan kişiler uğruyor. Yakın köylerden kız kaçıran gençlerin de zaman zaman burada konakladığı oldu. Az olmaları sebebiyle, ben onlara çok iyi davranıyor, onları memnun etmek için elimden geleni yapıyorum. Çoğu zaman, fakir müşterilerimden az bir ücret talep ediyor, bazen de hiç almıyorum. Bu alâkadan olsa gerektir, buraya bir gelen müşteri, yıllar sonra da olsa bir kez daha mutlaka uğruyor. Onlarla ilgilenmek dışında, zamanımın çoğunu odaların temizliğiyle uğraşarak ya da istasyon memurlarından aldığım kitapları okuyarak geçiriyorum…

Bir gece saat on ikiye doğru bir müşteri geldi. Elinde, bir paltodan başka hiçbir şey yoktu. Oteli, istasyondaki bekleme memurlarından öğrendiğini söyleyip, boş odamın olup olmadığını sordu. Ben çok ciddi bir tavırla, odanın olduğunu söyledim. Oysa bu iki katlı eski yapı binada benden başka hiç kimse yoktu. Ağır hareketlerle anahtarı alarak "Buyurun size odanızı göstereyim" deyip, onu doğruca 105 numaralı odaya götürdüm. İlk katta bizim eşyalarımız olduğundan, yukarıdaki odalara birer numara vermiştim. Hepsi hepsi beş odaydı zaten. Ona "İyi geceler" diledikten sonra aşağı kata geri döndüm. İlk bakışta adam pek dikkatimi çekmemişti. Buraya ara sıra gelen alelâde insanlardan biri gibi görünmüştü bana. Sabah da erkenden aşağıya inip, beni uyuklamakta olduğum tahta divanın üstünden kaldırdı. Ücretini ödeyip, 6.15 trenine gitti. Onun gidişinden sonra kaldığı odaya çıktım. Çıkarken, odasını ilk bulduğu kadar düzenli bırakmıştı. Fakat ben gene de çarşafı temiziyle değiştirdim. Çarşafı değiştirirken, beyaz badanalı toprak sıva duvarda bir şey gözüme çarptı. Daha yakından baktığımda oraya kurşunkalemle bir şeylerin karalandığını fark ettim. Daha önceden var mıydı; yoksa bu adam mı yazmıştı? Yok, yok! Kocaman bir adamın işi olmazdı; daha önce burada kalanlardan birisi yazmış olmalıydı. Yatağın hemen bitişiğindeki bu cümle "Onlar her yerde değiller, sadece kendilerine inanlara görünüyorlar."diyordu. Pek de bir anlam veremeyip odadan çıktım, ancak bir yanım orada kalmıştı.

Adamın bıraktığı cümle uzun bir müddet kafamı karıştırsa da sonradan onu unuttum. Çünkü o sıralarda şehirde bir matbaada çalışan amcam yanıma gelmiş, birkaç hafta benimle birlikte kalmıştı. Bu süre içinde de, artık benim evlenmem gerektiğini, bu işin de baba yarısı olması sebebiyle kendinin görevi olduğunu anlatmaya çalıştı. Bu evlilik düşüncesi ilk başlarda kafama yatsa da, gerek yaşımın otuzun üstünde olması, gerekse yeni bir insanı, bu yalnız hayata dahil etmemek düşüncesiyle bu işten vazgeçtim. Amcam "Oğlum, bir hayat yalnız başına bu hapishanede nasıl geçer" dediyse de, ona bu hâlimden memnun olduğumu söyledim. Tabi işin aslı başkaydı. Fakat amcama bunu anlatmak istemedim, nedense. Her insan gibi ben de sevdalanmıştım bir vakitler. İstasyon memurlarından birisinin kızıydı sevdiğim. Yazları babasının yanına gelir, bir iki ay buralarda kalırdı. Ona ilk gördüğümde tutulmuştum. Onun bakışları da beni reddetmemişti. Gel zaman git zaman, yılların içinde tek mevsimin yaz olduğunu, diğerlerinin ise sadece yazın gelmesi için birer basamak olduğunu düşünmeye bile başlamıştım. Onun geleceğini öğrendiğimde istasyona gider, elindeki valizlerle onun inişini uzaktan uzağa seyrederdim. Kalbim ne kadar da hızlı çarpardı o anlar. Ne var ki, ürkekliğimden, ona hiçbir gün sevdiğimi söyleyemedim. Sonra tam üç yıl gelmedi buralara.

Artık yaz mevsimleri de anlamını yitirmişti. Her biri zifiri karanlıklar içinde geçirilen bu üç yıldan sonra olan oldu. Bir akşam üstü, onun geleceğini öğrenmiş, tan vaktinde de istasyona inmiştim. Uzaktan uzağa gördüklerimden sonra, o babasının yanından ayrılana kadar, istasyona hiç gitmedim. İşte o günlerden sonra bazen bekleme memurlarının yanına gidiyor, sevdiğim kızın çocuklarının ne kadar büyüdüğünü babasının laf aralarına iliştirmelerinden öğreniyorum. Hâlimi sezen, biletçi Sâdık Amca, sık sık o meşhur "Babası kızı vermezse aşk olur" hikâyesini anlatıp, istihzalı bir şekilde gülümsüyor. Bilmem neden, o olaydan sonra hayatımda başka birisini hiç istemediğim gibi, yalnızlığımı çoğaltacak birisine de ihtiyaç duymuyorum. Fakat o hayal kırıklığıyla dolu, kızıl tan vaktinden sonra ara sıra da olsa içimde bir gitme isteği nükseder oldu. Her şeyimi burada bırakarak, trenlerden birisine atlayıp, bir daha hiç dönmemek üzere, uzaklara çok uzaklara gitmek istiyorum. Gittiğim yerlerde ne bulacağımı bilemesem de, bu istek öyle bir sarıyor ki beni. Öyle anlarda, o vagonların birisinde saklı hayatlardan birisine ulaşmak isteğiyle yanıp tutuşuyorum. Ancak nedense hiçbir zaman gözümü karartacak kadar cesur olamıyorum…

Günler, tren seslerine ve tahta sandalyeye sıkışıp giderken, bir gece yine o adam çıkageldi. Bu kez elinde bir palto yoktu, çünkü aradan altı ay geçmiş ve yaz gelmişti. Vakit yine gece yarısıydı. Bakışlarımla iyice bir süzdüm onu. Giyiminden ve konuşmasından, aslında bu üçüncü sınıf, kasaba otelinde kalmaya mecbur olmadığı anlaşılıyordu. İlk bakışta insanı korkutan, sessiz ama tedirgin bir duruşu vardı. Acaba o da lüks yataklarda uyuyamayan, bu tür yerlerin sıcaklığını seven biri miydi? Bütün bunlar bir yana, yine 105 numaralı odada kalmak istediğini söyledi. Onu odasına bıraktıktan sonra sabaha kadar meraktan uyuyamadım. O yazıyı oraya o mu yazmıştı? Bu sorunun cevabını yarın sabah öğrenecektim. Sabahleyin erkenden indi aşağıya, yine aynı saatteki trene gitti. Nereye gideceğini sormak istesem de, soramadım. Hemen odasına çıkıp duvara baktım. Evet, o'ydu. Önceki cümleyi de yazan o'ydu. Yeni bir cümle eklemişti, beyaz badanaya: "Yoldaki işaret ve işaretçilere uyun!"

O günden itibaren sadece bu esrarengiz adamı beklemeye başladım. Nedense o günden sonra birçok kişi gelmeye başladı otele. Ama ben hiçbirisini umursamıyordum. Çünkü benim beklediğim başkasıydı. Hattâ sırf bu nedenle 105 numaralı odayı da hiç kimseye vermemiştim. Nihayet altı ay sonra yine geldi. Bu kez çok yorgun ve bitkin gördüm onu. Nerelerden geliyor, nereye gidiyordu? Ne kaybetmiş; neyi bulmuştu? Bu adamın hâlinden ve bakışlarından çıkardığım tek şey, onun gidip gidip kalabalıklardan yalnız döndüğüydü. Bir de otele girdiği andaki huzurundan, sanki benim otelimden başka hiçbir yerin onu kabul etmediğine hükmettim. Merakım daha da artmıştı; ne var ki adam konuşmaya hiç yanaşmıyordu. Odasına çıktı. Gece yarısı bazı tıkırtılar duysam da ben bu gece uyumak istiyordum. Onu sabah erkenden beklememe rağmen, öğleye doğru ancak indi odasından. Kapıdan çıkmasıyla, odasına koşmam bir oldu. Gözlerim hemen duvarı yokladı: "Herkesin hayatta bir kez olsun kaybolmaya hakkı vardır. Ancak geri dönememek tehlikesi de hep o hak kadar mutlaktır…"

Aşağıya indiğimde onun gitmediğini, çardağın altındaki sedirde oturduğunu gördüm. Önce şaşırdım; sonra yanına gittim. Gözlerimin içine bakarak: "Ben nereye gideceğim şimdi… Sahi ben şimdi nereye gideceğim" dedi. "Nereye gideceğini bilmiyor musun?" dedim. "Bilemiyorum" dedi. Sustum. O sırada rüzgâr olanca hızıyla, üzerimizdeki hasırı dövmeye başlamış; onun saçlarını sağa sola savurmuştu… Gözlerini uzaklara yollayarak "Gidiyorum" dedi. "Peki" dedim. Cebindeki bütün parayı çıkarıp verdi; bir daha paraya ihtiyacı olmayacaktı sanki. Gitti ardına bile bakmadan. Akıp gitti bakışlarımın arasından. Geriye kaskatı bir hüznün kaldığını iliklerime kadar duydum…

İçeriye girdim. Her şey susmuştu. Biraz gürültüye ihtiyacım vardı. Babamın o çok sevdiği eski radyoyu açtım. Tam o sırada uzaklardan, hiç saati olmadığı hâlde, bir tren sesi duyuldu. O sesi de istemiyordum artık. Kulağımı radyoya verdim: "Şimdi de Anadolu Ajansı'nın sunduğu, Kayıplar Saati…"