İşaretçiler
Mustafa KURT
Güzün başladığı yerden mi başlıyor
hüzünlerimiz? Ağaçlar, yapraklarını bir rüzgâra emanet ederken,
yaprakların hiç canı yanmıyor; oysa bizim ellerimizde ne kadar
da ıslak duruyor, onlar. Her sabah, bu iki katlı otelin kapısına
dikilip dışarıya baktığımda, dünyanın, sadece görebildiğim bu
ağaçlardan ve yapraklardan ibaret olduğuna bir kez daha inanıyorum.
Eğer bir bakış mesafesi kadar uzaktan geçen trenler de olmasa,
dünyanın giderek daraldığını ve küçüldüğünü düşüneceğim.
Biri sabah, birisi de gece vaktinde
olmak üzere, her gün iki tren geçiyor buradan. İlkinin sesini,
kuşluk vakti saat tam altıyı onbeş geçe; diğeriniyse gece on bir
ellide duyuyorum. Trenlerin bu geçiş saatleri hemen hemen hiç
şaşmıyor. Ben her tren geçişinde, o ân ne yaparsam yapayım işimi
bırakıp, onları seyretmek ve seslerini dinlemek için dışarıya
çıkıyorum. Hele gece geçenin sesi o kadar uzaklardan geliyor ki…
Sanki yaşanabilecekken kaybedilmiş; kaybedildiği için de unutulmuş
ama unutulduğu hep hatırda olan hayatları taşıyor o trenler. Zaman
zaman kızıyorum kendime. Neden burada kilitlenip kaldığımı düşünüyorum.
Bazen de beni buraya hapseden babama sitem ediyorum. Aylarca hiç
kimsenin uğramadığı bu oteli böyle bir yere yapmanın, hangi aklın
kârı olduğunu anlamaya çalışıyorum bazı zamanlar… Gerçi yirmi
yıl önce şehir o kadar uzaklaşmamıştı bizden. Sonra eklenen her
yılla birlikte şehir biraz daha batıya kaydı. Yeni apartmanlar
ve evler, şehrin hep diğer yakasına yapılmaya başlandı. Şimdilerde
şehrin ışıkları ne kadar da uzaklardan ışıyor.
Daha küçük bir çocukken, annemle
babamın ayakta tutmaya çalıştığı bu otele gelir, odaların temizliğine
yardım eder, ufak tefek bazı eşyayı oraya buraya taşırdım. Annemi
kaybettiğimiz o haziran sabahından sonra, babam hatıralarla yüklü
bu oteli bir türlü bırakıp da gidemedi. Hattâ ilkokuldan sonra
benim başka bir okula gitmeme bile izin vermedi. Çünkü kendini
çok yalnız hissediyordu. Bu ihmalini yıllar sonra yüzüne vurmamam
için de şehre gidenlere ısmarladığı kitapları bizzat kendisi bana
okur, güya bu eksikliğimi tamamladığını düşünürdü. Onun okuduğu
onca şeyden aklımda kalan ve yıllarca içimde bir ses gibi çoğalan
"Bir yerde yalnızsanız/ilk eksprese binin/çevrenizle beraber/yalnızlığınızı
da silin" diyen satırları hiç unutmuyorum. Aradan geçen on
yıl boyunca babamla birlikte, tahta sandalyeleri otelin önüne
çıkarıp, trenlerin geçmesini izledik durduk. "Şimendifer"
derdi babam onlara. Her tren sesi ondan bir şeyleri alır götürürdü.
Bu zamanlarda, tabakasından kalınca bir tütün sarar, trenin sesine
eşlik etsin diye dumanını rüzgâra savururdu. Çok değil, annemin
ölümünden on yıl sonra, bir sabaha karşı o da beni bırakıp gitti.
Bir gece aniden ağırlaşıverince, onun kısa zamanda öleceğini hissetmiştim.
Ama o, durumunun ağırlığına rağmen, sabah treninin sesini duyuncaya
kadar direndi ölüme. Ne zaman trenin o boğuk, yaslı sesi kulaklarına
erişti, o ân büyük bir huzurla gözlerini kapadı. Onun ölümünden
sonra iki katlı ve müşterisi çok az olan bu otelin tüm işleri
üzerime kaldı. Elimden başka bir şey gelmediğinden mi, yoksa elde
avuçta ne varsa satıp savdıktan sonra başka bir işe girişecek
cesareti kendimde bulmayışımdan mı bilemeyeceğim, kolay olanı
seçip babadan kalma bu otelin başına geçiverdim.
Ayrıca bir evimiz olmadığı için,
bu otelin birinci katındaki iki odayı kendimize tahsis etmiş,
yıllarca orada yaşamıştık. Babamın da göçmesinden sonra, onlardan
kalan tüm eşyayı bir odaya yığdım, kapısını da sıkıca kilitledim.
Artık günlerimin çoğu, bu otelin önüne sonradan yaptığım çardağa
benzer yerde geçiyor. Hiç müşterim olmadığı zamanlarda, ki bu
çok oluyor, on beş dakikalık mesafedeki Demirlibahçe istasyonundaki
bekleme memurlarının yanına gidiyorum. Zaten bu istasyondan üç
durak sonra da trenler şehrin içine girmiş oluyorlar. Bekleme
memurları böyle sapa bir yerde otel işletmeye çalışmanın hiç akıl
kârı olmadığını söyleyip duruyorlar. Hattâ bana burayı satıp şehirde
bir iş tutmamı da öğütlüyorlar. Ama ben burayı bırakıp bir türlü
gidemiyorum; tren seslerini kaybedeceğimden korkuyorum belki de.
Zaten tek tük gelen müşterilerimin çoğunluğunu, ya yolunu şaşırmış
kişiler ya da gece treninden yanlışlıkla inen yolcular teşkil
ediyor. Bazen de, şehrin kalabalık ama insansız sokaklarından
bunalan kişiler uğruyor. Yakın köylerden kız kaçıran gençlerin
de zaman zaman burada konakladığı oldu. Az olmaları sebebiyle,
ben onlara çok iyi davranıyor, onları memnun etmek için elimden
geleni yapıyorum. Çoğu zaman, fakir müşterilerimden az bir ücret
talep ediyor, bazen de hiç almıyorum. Bu alâkadan olsa gerektir,
buraya bir gelen müşteri, yıllar sonra da olsa bir kez daha mutlaka
uğruyor. Onlarla ilgilenmek dışında, zamanımın çoğunu odaların
temizliğiyle uğraşarak ya da istasyon memurlarından aldığım kitapları
okuyarak geçiriyorum…
Bir gece saat on ikiye doğru bir
müşteri geldi. Elinde, bir paltodan başka hiçbir şey yoktu. Oteli,
istasyondaki bekleme memurlarından öğrendiğini söyleyip, boş odamın
olup olmadığını sordu. Ben çok ciddi bir tavırla, odanın olduğunu
söyledim. Oysa bu iki katlı eski yapı binada benden başka hiç
kimse yoktu. Ağır hareketlerle anahtarı alarak "Buyurun size
odanızı göstereyim" deyip, onu doğruca 105 numaralı odaya
götürdüm. İlk katta bizim eşyalarımız olduğundan, yukarıdaki odalara
birer numara vermiştim. Hepsi hepsi beş odaydı zaten. Ona "İyi
geceler" diledikten sonra aşağı kata geri döndüm. İlk bakışta
adam pek dikkatimi çekmemişti. Buraya ara sıra gelen alelâde insanlardan
biri gibi görünmüştü bana. Sabah da erkenden aşağıya inip, beni
uyuklamakta olduğum tahta divanın üstünden kaldırdı. Ücretini
ödeyip, 6.15 trenine gitti. Onun gidişinden sonra kaldığı odaya
çıktım. Çıkarken, odasını ilk bulduğu kadar düzenli bırakmıştı.
Fakat ben gene de çarşafı temiziyle değiştirdim. Çarşafı değiştirirken,
beyaz badanalı toprak sıva duvarda bir şey gözüme çarptı. Daha
yakından baktığımda oraya kurşunkalemle bir şeylerin karalandığını
fark ettim. Daha önceden var mıydı; yoksa bu adam mı yazmıştı?
Yok, yok! Kocaman bir adamın işi olmazdı; daha önce burada kalanlardan
birisi yazmış olmalıydı. Yatağın hemen bitişiğindeki bu cümle
"Onlar her yerde değiller, sadece kendilerine inanlara görünüyorlar."diyordu.
Pek de bir anlam veremeyip odadan çıktım, ancak bir yanım orada
kalmıştı.
Adamın bıraktığı cümle uzun bir
müddet kafamı karıştırsa da sonradan onu unuttum. Çünkü o sıralarda
şehirde bir matbaada çalışan amcam yanıma gelmiş, birkaç hafta
benimle birlikte kalmıştı. Bu süre içinde de, artık benim evlenmem
gerektiğini, bu işin de baba yarısı olması sebebiyle kendinin
görevi olduğunu anlatmaya çalıştı. Bu evlilik düşüncesi ilk başlarda
kafama yatsa da, gerek yaşımın otuzun üstünde olması, gerekse
yeni bir insanı, bu yalnız hayata dahil etmemek düşüncesiyle bu
işten vazgeçtim. Amcam "Oğlum, bir hayat yalnız başına bu
hapishanede nasıl geçer" dediyse de, ona bu hâlimden memnun
olduğumu söyledim. Tabi işin aslı başkaydı. Fakat amcama bunu
anlatmak istemedim, nedense. Her insan gibi ben de sevdalanmıştım
bir vakitler. İstasyon memurlarından birisinin kızıydı sevdiğim.
Yazları babasının yanına gelir, bir iki ay buralarda kalırdı.
Ona ilk gördüğümde tutulmuştum. Onun bakışları da beni reddetmemişti.
Gel zaman git zaman, yılların içinde tek mevsimin yaz olduğunu,
diğerlerinin ise sadece yazın gelmesi için birer basamak olduğunu
düşünmeye bile başlamıştım. Onun geleceğini öğrendiğimde istasyona
gider, elindeki valizlerle onun inişini uzaktan uzağa seyrederdim.
Kalbim ne kadar da hızlı çarpardı o anlar. Ne var ki, ürkekliğimden,
ona hiçbir gün sevdiğimi söyleyemedim. Sonra tam üç yıl gelmedi
buralara.
Artık yaz mevsimleri de anlamını
yitirmişti. Her biri zifiri karanlıklar içinde geçirilen bu üç
yıldan sonra olan oldu. Bir akşam üstü, onun geleceğini öğrenmiş,
tan vaktinde de istasyona inmiştim. Uzaktan uzağa gördüklerimden
sonra, o babasının yanından ayrılana kadar, istasyona hiç gitmedim.
İşte o günlerden sonra bazen bekleme memurlarının yanına gidiyor,
sevdiğim kızın çocuklarının ne kadar büyüdüğünü babasının laf
aralarına iliştirmelerinden öğreniyorum. Hâlimi sezen, biletçi
Sâdık Amca, sık sık o meşhur "Babası kızı vermezse aşk olur"
hikâyesini anlatıp, istihzalı bir şekilde gülümsüyor. Bilmem neden,
o olaydan sonra hayatımda başka birisini hiç istemediğim gibi,
yalnızlığımı çoğaltacak birisine de ihtiyaç duymuyorum. Fakat
o hayal kırıklığıyla dolu, kızıl tan vaktinden sonra ara sıra
da olsa içimde bir gitme isteği nükseder oldu. Her şeyimi burada
bırakarak, trenlerden birisine atlayıp, bir daha hiç dönmemek
üzere, uzaklara çok uzaklara gitmek istiyorum. Gittiğim yerlerde
ne bulacağımı bilemesem de, bu istek öyle bir sarıyor ki beni.
Öyle anlarda, o vagonların birisinde saklı hayatlardan birisine
ulaşmak isteğiyle yanıp tutuşuyorum. Ancak nedense hiçbir zaman
gözümü karartacak kadar cesur olamıyorum…
Günler, tren seslerine ve tahta
sandalyeye sıkışıp giderken, bir gece yine o adam çıkageldi. Bu
kez elinde bir palto yoktu, çünkü aradan altı ay geçmiş ve yaz
gelmişti. Vakit yine gece yarısıydı. Bakışlarımla iyice bir süzdüm
onu. Giyiminden ve konuşmasından, aslında bu üçüncü sınıf, kasaba
otelinde kalmaya mecbur olmadığı anlaşılıyordu. İlk bakışta insanı
korkutan, sessiz ama tedirgin bir duruşu vardı. Acaba o da lüks
yataklarda uyuyamayan, bu tür yerlerin sıcaklığını seven biri
miydi? Bütün bunlar bir yana, yine 105 numaralı odada kalmak istediğini
söyledi. Onu odasına bıraktıktan sonra sabaha kadar meraktan uyuyamadım.
O yazıyı oraya o mu yazmıştı? Bu sorunun cevabını yarın sabah
öğrenecektim. Sabahleyin erkenden indi aşağıya, yine aynı saatteki
trene gitti. Nereye gideceğini sormak istesem de, soramadım. Hemen
odasına çıkıp duvara baktım. Evet, o'ydu. Önceki cümleyi de yazan
o'ydu. Yeni bir cümle eklemişti, beyaz badanaya: "Yoldaki
işaret ve işaretçilere uyun!"
O günden itibaren sadece bu esrarengiz
adamı beklemeye başladım. Nedense o günden sonra birçok kişi gelmeye
başladı otele. Ama ben hiçbirisini umursamıyordum. Çünkü benim
beklediğim başkasıydı. Hattâ sırf bu nedenle 105 numaralı odayı
da hiç kimseye vermemiştim. Nihayet altı ay sonra yine geldi.
Bu kez çok yorgun ve bitkin gördüm onu. Nerelerden geliyor, nereye
gidiyordu? Ne kaybetmiş; neyi bulmuştu? Bu adamın hâlinden ve
bakışlarından çıkardığım tek şey, onun gidip gidip kalabalıklardan
yalnız döndüğüydü. Bir de otele girdiği andaki huzurundan, sanki
benim otelimden başka hiçbir yerin onu kabul etmediğine hükmettim.
Merakım daha da artmıştı; ne var ki adam konuşmaya hiç yanaşmıyordu.
Odasına çıktı. Gece yarısı bazı tıkırtılar duysam da ben bu gece
uyumak istiyordum. Onu sabah erkenden beklememe rağmen, öğleye
doğru ancak indi odasından. Kapıdan çıkmasıyla, odasına koşmam
bir oldu. Gözlerim hemen duvarı yokladı: "Herkesin hayatta
bir kez olsun kaybolmaya hakkı vardır. Ancak geri dönememek tehlikesi
de hep o hak kadar mutlaktır…"
Aşağıya indiğimde onun gitmediğini,
çardağın altındaki sedirde oturduğunu gördüm. Önce şaşırdım; sonra
yanına gittim. Gözlerimin içine bakarak: "Ben nereye gideceğim
şimdi… Sahi ben şimdi nereye gideceğim" dedi. "Nereye
gideceğini bilmiyor musun?" dedim. "Bilemiyorum"
dedi. Sustum. O sırada rüzgâr olanca hızıyla, üzerimizdeki hasırı
dövmeye başlamış; onun saçlarını sağa sola savurmuştu… Gözlerini
uzaklara yollayarak "Gidiyorum" dedi. "Peki"
dedim. Cebindeki bütün parayı çıkarıp verdi; bir daha paraya ihtiyacı
olmayacaktı sanki. Gitti ardına bile bakmadan. Akıp gitti bakışlarımın
arasından. Geriye kaskatı bir hüznün kaldığını iliklerime kadar
duydum…
İçeriye girdim. Her şey susmuştu.
Biraz gürültüye ihtiyacım vardı. Babamın o çok sevdiği eski radyoyu
açtım. Tam o sırada uzaklardan, hiç saati olmadığı hâlde, bir
tren sesi duyuldu. O sesi de istemiyordum artık. Kulağımı radyoya
verdim: "Şimdi de Anadolu Ajansı'nın sunduğu, Kayıplar Saati…"
|