Ünlü ekonomist
J.K. Galbraight, İkinci Dünya Savaşı ertesinde ortaya çıkan,
Faşizm’in ve Nazizm’in yenilgiye uğraması, sömürge imparatorluklarının
yıkılması, nükleer çağın başlaması, Amerikan ve Sovyet nüfuzunun
dünyayı parsellemesi, Çin Devrimi gibi köklü değişikliklere
tanık olmaktan gurur duyduğunu itiraf eder ama hemen yanısıra
söz konusu durumun kesinlik ve belirlilik durumunu yokettiğini
söyleyerek yeni bir çağın başladığını haber verir, bu “Kuşku
Çağı”dır.
“Kuşku Çağı” hala devam etmektedir...
Totalitarizm,
primitif ya da sofistike uygulamalarıyla yaşanmaktadır. Nükleer
Santraller modernist hayal kırıklığının sembolü haline gelmiştir.
Amerikan nüfusu, politik ya da militer temalı Hollywood filmlerinde
sık sık ifade edilen “dünyanın en güçlü ülkesi” sıfatını doğrulayarak
gelişmekte, Sovyet nüfusu ise şimdilik Rusya federasyonu ve
Rus Mafyası şeklinde transformasyonlarıyla ortodoks varoluş
mücadelesini sürdürmektedir. Çin “öteki” rolünü bütün dünya
için başarıyla temsil etmekte, hatta yabancı film oscarları
kazanmaktadır. (Kaplan ve Ejderha, Crouching Tiger Hidden
Dragon, Ang Lee, 2000 yılı, En İyi Yabancı Film, Sanat Yönetimi,
Orijinal Müzik Oscar Ödülleri) Ama Küba, Buena Vista Social
Club ve türevlerinin melodileri eşliğinde yine enternasyonal
ilginin ve sevginin odağı haline gelerek, Amerikan Ambargosu’nu
simülatif de olsa delmiş görünmektedir. Canavar olarak adlandırılarak
ve sevimli bir çizgi kahramanı gibi resmedilerek, sistemi
belirleyici etkileri psikolojik açıdan hafifletilen Enflasyon,
enerjik bir şekilde hoplayıp zıplamakta, Terör, teröristlerden
korkulduğu için layıkıyla tanımlanamamaktadır bile!
Auto-destruction
temalı romantik-anarşist bir fantazya olmak durumu çoktan
tarihe karışmış, yarattığı dekadans, artık herhangi bir esprinin,
klasik eroik polisiye olanı dahil kaldırılamayacağı denli
insan düşmanlığı anlamına gelen narkotik sorunu, uyuşturucu
karşıtı hukuki, kanuni, sosyal mücadeleyi kronikleşmiş bir
rekabet, bürokratik bir gösteriş haline getiren ve ilgili
hümanist spekülasyonları birer saflık söylevine çeviren, çok
uluslu bir şirket yapılanması, ticari bir arz-talep fenomenidir.
Yüksek teknolojiye
endeksli evrenselleşme süreci, hala soyut bir bilim-kurgu
tasarımı gibi algılanmakta, buna karşılık küreselleşme, İnternet
sörflerinde gerçekleşen popülist bir illüzyon şeklinde yaşanmaktadır.
Quiz Show programlarında,
her gece dünyanın önemli televizyon kanallarında bilginin
ticareti yapılmaktadır.
Postmodernist
espri, yerini yavaş yavaş neo-modernist yaratıcılık fenomenlerine
bırakmakta ve yeni bir kuramsal yapılanma gereksinimi hissedilmektedir.
Her seferinde
bir başka hastalığa adanan Dünya Sağlık Günü, Sigarayı Bırakma
Günü, Kadın Günü, Çevre Günü v.b. gibi yalnızca ilkokul çocuklarıyla,
TV muhabirlerinin haberdar olduğu kutlamalarda, flash çakması
gibi de olsa, insanlığın sorunlarına çözümler önerilmektedir.
Japon, Kanji
alfabesini bütünüyle bilmek, biz Batılılar için hala imkansızdır(!)
Kuşku Çağı’nın,
Kuşku Çağları’nın dinamiği, bireylerin yeni yaşam stratejileri
geliştirmesine neden olmuştur. Bunlardan biri: “Komplo Teorisi”dir.Belirtmek
gerekir ki Komplo Teorisi, hukuk, siyaset, diplomasi ve istihbarat
bağlamında ülke içi ya da uluslar arası caydırıcı politikaların
geliştirilmesini ve böylece sistemin ve iktidarların muhafazasını
sağlayan, öngörüye ve olasılık hesaplarına dayalı ciddi bir
projedir.
Komplo
Teorisi kavramı, bir yandan sistem karşıtı ütopik romantizmi,
sistemin yeniden yapılanmasını amaçlayan anarşist-terörist
girişimleri, diğer yandan derin devlet yapılanması içinde
kontrol mekanizmasının mülkiyetine sahip olmak için benimsenen
illegal pragmatizmi ve bütün bunların ötesinde dünyayı kurtaran
antagonistin neredeyse mitolojik insiyatifini çağrıştırır.
Tabi bu
aşamada sinematografik seyir tecrübemizin, meseleyi tanımlamada
ne kadar yardımcı olduğunu itiraf etmeliyiz(!). Kuşku Çağı’nın
onyıllarını şöyle bir hatırlarsak: 1950’li yılların “Komplo
Teorisi” temalı filmlerinde, komünist istilaya (örneğin: Invasion
of the Body snatchers, Yaşayan Ölülerin İstilası, Yön. Don
Siegel, 1956) dair paranoya, metaforik ya da açıkça ifade
ediliyordu.
1960’larda,
“evrenin mutlak hakimi olma”ya dair traji-komik ütopya, ironiyle
yorumlanmıştı. (Örneğin: Dr. Strangelove, Yön. Stanley Kubrick,
1964); yanısıra James Bond bir çizgi film kahramanı gibi soyut
ve serial, dünyayı kurtarıyordu. (Goldfinger, Yön. Guy Hamilton,
1964)
1970’ler
kurşun yıllardı. Ölenin öldüğüyle kaldığı, ayrıca herkesin
öldüğü pessimist filmler yapıldı. Yine de ölenlerden biri
Alain delon (Scorpio, Yön. Michael Winner, 1972) ya da ölecek
olanlardan biri Robert Redford (Three days of Condor, Yön.
Sydney Pollack. 1975) ise, gözyaşlarımız akıyor ve seyirci
olarak psikolojimiz biraz olsun düzeliyordu.
1980’lerde,
“Komplo Teorisi” ile pek ilgilenilemedi.
1990’larda,
Harrison Ford sayesinde, uluslar arası haber alma örgütlerinin
işleyişi ve sofistike teknolojik yöntemler hakkında olağanüstü
bir enformasyona sahip olduk. (Patriot Games, Yön. Phillip
Noyce, 1992; Clear and Present Danger, Yön. Phillip Noyce.
1994) Ama JFK
dosyası için hala arşivlerin açılmasını bekliyoruz. (JFK,
Yön. Oliver Stone, 1991). Nihayet 1997’de beklenen gerçekleşti:
Richard Donner, Mel Gibson ve Julia Roberts ile “Komplo Teorisi”
adlı filmi çevirdi.
Bundan sonra
kahramanlar yine mücadelelerini sürdürdüler ama bir başka
gelişme daha ortaya çıktı. Çağımızda, bireyler dünyayı değil,
dünyalarını kurtarmaya başladılar, diğer bir ifadeyle gerektiği
zaman, gerekeni yapmak anlamına gelen bir sağduyunun temsilcisi
oldular. (Fargo, Yön. Coen Kardeşler, 1996; Vizontele, Yön.
Ömer Faruk Sorak ve Yılmaz Erdoğan, 2000; Trafik, Yön. Steven
sodenberg, 2000) parantezinizi kapatarak devam ediyoruz: “Komplo
Teorisi” politikanın metafiziğidir. İdeal anlamda bir “Komplo
Teorisi”nin tanımlanabilmesi için, entellektüalist bir tavra,
kreatif bir mekanizma ve analitik parametre olarak mütalaa
edilen paranoyaya, orijinallik iddiasına ve her zaman olduğu
gibi zekaya, bilgi birikimine, hayal gücüne ve sezgiye ihtiyaç
vardır. Dolayısıyla komplo teorileri için de kalite tartışması
mevcuttur.
Yanısıra. “Komplo
Teorisi” zaman içinde tasarım alanlarını, estetikten gündelik
yaşama genişletmiş, bir eleştiri fantazisine dönüşmüş, hatta
söylenti, dedikodu, gündelik entrikalar için bile, komplo
teorisi şakası yapılır olmuştur.
Yine de “Komplo
Teorisi” üreten “Kuşku Çağı” insanı bu şekilde, kendisini
daha zeki, daha ayrıcalıklı, daha fazla enformasyon sahibi
gibi hissetmenin boş gururunu yaşar.
Sözkonusu kavramın
üretimi, fotoğraf kuramcıları için de önemlidir. Çünkü postmodern
dönemde, her bir stil ve bu her bir stili meydana getiren
fotoğraflar hakkında her seferinde yeniden inşa edilen, her
bir fotografik seyir tecrübesini, “fotoğraf nedir?” sorusu
için yeni bir cevap olanağı kabul eden, fenomenolojik nitelikli
kuramsal yaşantılar gerçekleşmiştir. Bunu izleyerek, XXI.
Yüzyılın “Fotoğraf Kuramı” enerjik bir antagonizm sergilemek
durumundadır.
Oysa günümüzde,
genellikle dijital teknolojilerin, photoshop programlarının,
high-kitsch manipülasyon işlevselliği yüzünden, high-tech
paranoyasına sığınmış kişiler, “Fotoğraf Öldü!” şeklindeki
komplo teorilerine pek rağbet etmektedir. Sözkonusu tavrın
iki kaynağı vardır:
1-
Romantik modernizm eleştirisi ki bu, entelektüel bireyin,
kültürel mülkiyeti konusundaki iktidar ve insiyatifinin kontrolünü,
fütürist-modernist proje içinde kaybedeceği endişesiyle yapılmış
trajik, bir o kadar da ironik bir başkaldırıydı.
2-
Postmodernist modernizm eleştirisi ki bu da fütürist-modernist
projenin gerçekleşmesi sürecinde yaşanan totalitarizm eseri
siyasal travmaları retro espride sorgulayabilmenin esrikliği,
yanısıra fütursuz estetik anakronizmin eseri demode bir teknoloji
karşıtı, pseudo-hümanist tavırdır.
Konuyla
ilgili olarak, örneğin Kevin Robins: Dijital teknolojilerin,
“gerçekçi imajlar üretme kapasitesinin”, konvansiyonel fotoğraf
anlayışını ve kültürünü radikal biçimde değiştirdiğini, fotoğrafın
öldüğünü ama dijital kültürün de “hayal gücünden yoksun ve sıkıntı
verecek kadar tekrarcı”
olduğunu söyleyerek “yeni teknolojilerin muhteşem olanaklarını
inkar ediyor değilim, ancak... fotoğrafın ölümü, bizi imajlarla
(yenilerle olduğu kadar eski imajlarla da) ilişkimizi yeniden
müzakere etmeye davet eden ender anlardan biridir”
diye ekler.
Nazif
Topçuoğlu konuya daha esprili yaklaşır. Meselenin tarihi başlangıcına
iner ve ressam Paul Delaroche’un 1839’da ilk fotografik görüntüler
karşısında heyecan ve tutkuyla sarfettiği sözleri: “Bugünden
itibaren resim ölmüştür!”
hatırlatır ve “tuval resminin katili olan fotoğrafçılığın, şimdi
de benzer biçimde, sayısal teknolojiler ve bilgisayar programları
tarafından işlenecek bir cinayete kurban gideceğine kesin gözüyle
bakanlar olduğundan söz etmiştim”
der.
Malum,
sanat, sanat kuramının varoluş nedenidir. Yanısıra, sanat, kuramın
ancak alıntılar ve tekrarlarla, irdelemeden ibaret metinler
oluşturabildiği sorunları, tema haline getirerek işlemekte ve
doğrudan kültürel çözümleri temsil etmektedir. Dolayısıyla,
yaratıcılık mekanizması, kuram tarafından model olarak değerlendirilmelidir.
Alvin
Toffler, biraz grotesk daha çok bilim-kurgusal gelecek tasarımı
çerçevesinde: “olasılıkları yalnızca hayal gücü, teknolojik
yeterlilik, ahlak kavramı sınırlayabilir” der. 90’lı yıllarda fotoğraf
sanatını temsil eden fotoğrafçılar, sözkonusu hipotezi adeta
tutkulu bir şekilde tartışıyor gibidirler. Günümüzdeki sürekliliği
ile birlikte, Fotoğraf estetiği, Avangard-Experimental radikallik,
postmodern varyasyon serbestisi, Kavramsal sanat felsefesi ve
dijital İmaj Devrimi eşliğinde zengin bir panorama sergilemektedir.
Ölüm
teması, sıradanlığı, mahremiyeti, ironisi, korku ve merak odağı
tarafları ile, fotoğrafçıların hayal gücünü beslemektedir. Belirtmek
gerekir ki, sözkonusu sanatçılar yorumları ile, adeta türler
ve işlevleri arasındaki farklılıkları eritme misyonunu yüklenmişlerdir.
Dolayısıyla, savaş alanlarında, patoloji laboratuvarlarında,
morglarda v.b. gibi fotojurnalistlerin, patalogların, polisin,
polis muhabirlerinin konusu olan ölümü, açık ve gizli fenomenleriyle,
onların gramerini kullanarak, bir tema gibi işlemekte, böylece
fotoğrafın ontolojik karakteri dolayısıyla yarattığı hayatiyet
illüzyonunu ironik bir satoriye dönüştürmektedir.
Pornografinin
grameri kullanılarak, narsizm, teşhircilik, pedofili, nekrofili,
sado-mazoşizm v.b. gibi cinsel sapkınlıklar soft yada hard yorumlarla
tema seçilmekte dolayısıyla ilgili endüstrinin kendine özgü
iktidar alanları ayrıcalığını yitirmektedir.
Transgression/Aykırılık,
artık yalnızca ne Dadaist/Sürrealist espri dolayısıyla, sanatçıların
hayatla sanatı bir yapma adına tutkuyla varoluşlarını gerçekleştirdikleri
bir başkaldırı platformu, ne cinsellik ya da cinsel kimlikle
ilgili özgürleşme olgusunun metaforu bir protesto girişimidir.
Hele sıradan bir ahlak/ahlaksızlık tartışmasının konusu hiç
değildir. Sözkonusu aykırılık ve fotoğraf sanatındaki yorumları,
pornografinin cinselliği metalaştırmasını, medyanın ve reklam
endüstrisinin narsizm ve teşhirciliği desteklemesini, internetin,
pedofili pazarlayan siteleri içermesini, kısacası cinselliğin,
Junk-Culture’ımızın en kapsamlı artığı olmasını eleştirebilmek,
eleştiriyi sürekli kılmak için bir etik olanaktır.
Manipülasyon
kavramı, dijital teknoloji ile görüntüler boyunca kristalize
olmakta ve nihayet “kişiye özgü dünya ütopyası”, gerçekliğin
konvansiyonel fotoğrafik saptamalarının standartlarından arınıldığında
hakikat haline gelmektedir. Bunun bedeli, yaklaşık beşyüz yıllık
Manierizm iddiamızın da standardizasyonudur.
Kronikleşmiş
yabancılaşma sorununa, neo-modernist birey nihayet bir çözüm(!)
bulmuştur: Kendine bir bebek evi yapmak! Bazen, bazı fotoğrafçılar,
kendilerini de, Barbie’ler, Ken’ler, kurşun askerler v.b. gibi
bebek evinin sakinleri arasına katılmakta, hiç değilse bir regresyon
protagonisti olmaktadırlar.
Bir
grup fotoğrafçı da, sıradanlığı, asla idealize ya da estetize
etmeden yorumlamaktadır. Konular, insanlar, ortamlar, bağlantılar
öylesine sadedir ki bu yalınlık ve durağanlık, kaos paranoyası
için ideal bir ortam hazırlamaktadır.
Bazı
fotoğrafçılar ise, kuytularda varoluşçu iddianın hüzünlü temsilciliğini
sürdürmektedir.
Joel-Peter
Witkin, 1995 yılında, “2000 yılında fotoğrafı nasıl tanımlayacağız?”
şeklindeki bir ankete şöyle cevap vermiştir: “Barışa ya da savaşa
bakmaksızın, şimdi ve herhangi bir gelecekte harika fotoğraflar
daima çıkacaktır. Biz hepimiz manevi ve politik varlıklarız...
Hepimiz birer sosyal eylemci haline gelmeden, asla barış sağlanamayacak,
yalnızca anlaşmazlık, toplumsal ve ruhsal sağlıksızlık olacaktır...”
Dolayısıyla,
günümüz Fotoğraf Sanatı’nın ana hatlarını temsil eden bazı fotoğrafçıların
eserlerini gözden geçirelim:
Zarina
Bhimji, Ayak, 1995
Zarina Bhimjy, Göz, 1995
Formaldehit
kavanozlarında muhafaza edilen kadavra parçalarını fotoğraflayan
Zarina Bhimji, patalojik soğukkanlılığı, görkemli ve berrak
neo-klasik yorumu ile, aykırılık boyutunda, amatör seyircilerin
korku ve dehşetine rağmen fildişi kulesini inşa etmektedir.
(Örneğin: Ayak 1995; Göz !995)
Nazif
Topçuoğlu’nun Manierist bir yorumla gerçekleştirdiği
portrelerinde, birer cinsel obje olan çocuk-genç kızlar, kanlı
sakatattan oyuncaklarıyla, ölümcül bir evcilik oyununun kahramanlarıdır.
Sanatçı’nın esprisi, kuşkusuz, entelektüalist boyutta, Lewis
Carrol, Vlamidir Nabokov, Stanley Kubrick, Balthus, Bigas Luna,
Wols, Hans Bellmer, Hatta David Hamilton’a ait kayıtlarla irdelenebilir.
Ama O, sözkonusu eserleriyle, bir korku filmi mistisizmi esprisinde
masumiyet ve ahlaksızlık kavramlarının sabit sınırlarını tartışmaya
açmakta, yanısıra Elektra Kompleksi dolayısıyla Freud’a bir
kez daha saygı gösterisinde bulunulmaktadır. (Örneğin: Nükleer
Oyun, 2000)
(
I. Lamsweerde, Thank You Thighmaster, Pam,
1993)
(N.
Topçuoğlu, Nükleer Oyun, 2000)
Inez
van Lamsweerde, klasik albenili reklam görüntülerinin, özenli
konvansiyonel stüdyo çekimlerinin, Playboy estetiğinin biçimlendirdiği
algı alışkanlıklarından yararlanıp, sözkonusu kusursuzluğu,
bilgisayar olanaklarıyla, saydam bir şekilde manipüle ederek,
kusurluluğa dönüştürmekte, bizi şaşırtmaktadır. (Thank You Thighmaster,
Pam, 1993)
Olivier Rebufa, Barbie’nin sterotipik, kitsch
süblim ve masalsı evreninde, kendisini bu güzel bebeğin
mevcudiyetine
adamıştır. “Barbie onun ilgi, aşk, arzu objesidir.”
(O.
Rebufa, Antrakt, Sirk serisinden, 1999)
Sıtkı
Kösemen, genel olarak, yaygın fotoğraf anlayışı, özel olarak
“Olma Hali” (2000) adlı sergisinden bahisle, “... Ama artık
herşey değişiyor. İşte bu çalışmaların değişen değerlere de
örnek olacağını zannediyorum. Belki de Taksim’de dolaşırken
başka bir gözle bakacaklar...
Ben 3 sene boyunca parkı çekip içlerinden en güzel fotoğrafları
seçmedim! Daha öznel, Tracey Emin’in örnekleri gibi... Bunların
tek farkı gerçek olmaları. Evet, bunlar yeminli fotoğraflar...” şeklinde Olma Hali esprisine
açıklık getirmektedir. Böylesine kristalize bir benmerkezciliğin,
fotografik dil yetisi dolayısıyla ifadesi hayranlık vericidir.