1826-1839
arasi, fotografin resmen bulunusunun ilan edilmesi için
çekilen dogum sancilarinin yasandigi yillardir. Önce Niepce
sonra varisleri ile Daguerre arasindaki gerilimli ve dramatik
13 yilin sonunda fotograf teknigi, yeni bir bulus olarak
19 agustos 1939'da resmen ilan edildi ve üç bes yil sonra
Osmanli'ya girdi. Mösyö Kompa, 1842 yilinda Beyoglu'nda
tezgahini kurdugu siralarda, dogu'nun gizemine takmis gezgin
fotografçilar ahsabi özenle cilalanmis, nikelajli yaldizli
daguerreotype makinalariyla Istanbul üstünden Anadolu içlerine,
oradan Kudüs'e Nil Vadisine dogru yol tutmuslardi. Istanbul'lu
sik beylerle hanimlarin, tasrali bürokratlar ve köylülerin
ilk fotograflarini o gösterisli tuhaf aletleriyle gezgin
daguerreotypeçilar çekti "Daguerre adli marifet sahibinin
ögrendigi degisik sanat fenninin usülleri ile günes isigini
yanki yaptirip nesnelerin hatlarini çikaran bu acayip sanatin"
erbabi "o cilveli ayna" ile binalarin ve insanlarin suretlerini
çikarmaya basladilar. O günden bugüne sirtina makinasini
vuran doguya, dogunun sirli kültürlerine, zengin cografya
ve iklimlerine dogru taban tepiyor. O günden bugüne görsel
belge olarak ne kaldi, kalanlar neye yaradi, üstüne ne kondu
diye soranlara bizden selam olsun, çünkü biz de hala doguya
dogru gitmekte ve deklansör basmaktayiz. Durup düsünecek,
ne oldu, ne yaptik, ne yapiyoruz diyecek halimiz de kurumlarimiz
da yok. Aradabir duyulan soru cümleleri bir hayhuyun içinde
eriyip gidiyor.
Gezmek ve fotograflamak, birbirinden ayrilmaz iki insan
hali. Yeryüzünde insan ayagi degmemis ne bir köse ne de
fotografi çekilmemis konu kaldi. Biz yine kaldigimiz yerden,
tarihsel zemin üstündeki fikri takipten sürdürelim de muradimiz
anlasilsin.
1855'e gelindiginde Osmanli Darphanesinde hakkak olarak
çalisan James Robertson, Kirim Savasindan çektigi fotograflarla
hem imparatorluktaki ilk basin fotografçisi olur hem de
her gezgin fotografçinin gönlünde yatan maceraciligi cepheden
ve cephe gerisinden çektigi fotograflarda somutlar. Kirim'a
gitmis, Kirim Limani'ndan, savas alanindan bir dolu fotograf
çekmis, gördüklerinin, yasadiklarinin dogru yanlis, iyi
kötü kanitlariyla dönmüstür. Bugün yollara düsen haberciler
de, gezi fotografçilari da gördükleri yasadiklarini Robertson'un
izinde geri getiriyorlar. Yayinladiklari, sergiledikleri,
gösterdikleri görüntüler, ister savas ve kiyimlar olsun,
isterse farkli bir kültürün sasirtici görünümleri, asiri
bir kaniksamislikla zihinlerde söyle bir belirip kayboluyor.
O görüntüler, izleyenlerin temel vicdani referanslarina,
ötekinden hiza alma reflekslerine teget geçip gidiyor; belki
haz odaklarina bir degiyor ama o da uzun sürmüyor. Herseyi
tüketen hem de bunu büyük bir hizla yapan gününüz hayati,
toplumsal bellek yaratacak, kamu hezeyani degil de kamu
vicdani olusturacak biriktirmelere izin vermiyor. Toplumun
görsel hafizasini olusturmasi gereken fotografik görüntüler,
beyhude bir çabanin ürünleri olarak kaldigi için, orda burda
kaybolup gitmezlerse eger, toplumsal bilincin kendilerini
hatirlayacagi zamani bekliyor. Bosa kürek çekmek istemeyenler
ise, popüer kültürün hazci-tüketici hoyratligina kapilmis
gidiyor. Giderken de fotograf çekiyor.
Bu kadar karamsarlik içinde hep merak etmisimdir, Yildiz
Albümleri ne oldu, ne olacak, fotograf okullari ya da gözü
kesen arastirmacilar bu hazineye ne zaman nasil iltifat
edecek diye. Bilirsiniz II. Abdülhamit, görütüyü yaziya
tercih eden bir sultandir. "Her resim bir fikirdir, yüz
sayfalik bir yazi ile ifade olunamayacak siyasi hissi manalar
telkin eder, onun için ben tahriri münderecattan ziyade,
resimlerden istifade ederim." der. Tuhaftir dogrusu, sarayindan
çikmaz, mülkteki degisimleri fotografçilarin gözünden izlemeye
çalisir. Tahta çikisinin 25. yilinda, 1904'te çikarilan
genel af kapsamina girecekleri seçmek için ülkedeki bütün
mahkumlarin birer ikiser fotograflarini çektirir ve albümlerde
toplatir. Bütün mahkumlarin birer ikiser fotograflarini
çektirir ve albümlerde toplatir. Bütün ülkeyi, yeni binalari,
gemileri, fabrikalari, arkeolojik eserleri ülkenin dört
yanina saldigi fotografçilara çektirir. Yildiz albümleri
az buz bir hazine degildir. Osmanli'dan Türkiye'ye geçerken
devralinan mirasin, günlük yasamin, toplumsal dokunun, kültürün
tanikligidir. Imparatorlugun bitip Cumhuriyetin dogdugu
o tarihsel kirilma noktasinda, hiç kuskusuz bugüne dair
çok sey söyler o görüntüler. Zaten hemen sonra, Damat Ferit
döneminde fotografin karanlik yillari gelir. Fotograf bir
fetvayla "mekruh" ilan edilir, üstelik bu fetvanin toplum
üstündeki etkileri cumhuriyetin ilk yillarinda da sürer.
Yillarca kibrit kutulari üstünde, sigara paketlerinde günah
resimler, yasak semboller arar dururuz.
Cumhuriyetin ilk döneminde, genç kadrolar, kültürel yasami
canlandirma çalismasi baslatir. Kültür-sanatin çesitli alanlarinda
oldugu gibi fotografta da Halkevleri basi çeker. Fotograftan
beklenen, yurt güzellikleriyle birlikte, genç devletin yöneticilerinin
de halka tanitilmasidir. Fotografçilar bu isi ne kadar basarir,
basarir da ne olur bunu ayrica konusuruz ancak 1940'lara
gelindiginde baslayan "Orda bir köy var uzakta" fikriyle
beraber sanatçilar yeni belirlenmis sinirlari içindeki kendi
yurtlarini, insanlarini, tarihini, dogasini, kültürünü merak
etmeye baslarlar. Ressamlar arasinda düzenlenen yurt gezileri
-ki bu dönemin ürünleri geçenlerde genis bir resim sergisiyle
yeniden hatirlandi- fotograf alanindaki ürünlere de yansir
-ki bu dönemin fotografik ürünleri darmadagin kimbilir nerelerde
durmaktadir- o dönemden sonra gelen 60 kusagi fotografçilarindan
beri yurdum cografyasi, yurdum insani, fotografçilarin konusu
olur. Özellikle 70'lerin ikinci yarisinda fotograf alaninda
yasanan nitel siçrama, örgütlenme çalismalari, yayinlar,
kisisel ve grup sergileri, genellikle doguya, güneydoguya
yapilan yolculuklarin ürünüdür. Yeni bir tanisma, çok dar
kapsamli da olsa, fotografçilar üstünden yasanmaktadir.
Tipki son yillarda, dehsetli bir biçimde dünyanin bize göre
dogusuna, güneydogusuna dogru yasanan fotografçi akininda
oldugu gibi. Toplu dia gösterilerinin programlarina bakin
ya da bir yil içinde izlediginiz gösteri-sergilerin konularini
hatirlayin, fotografçilar için "orasi" artik Hindistan,
Nepal, Endonezya, Burma olmustur. Hayir gidilsin, çekilsin
birsey demiyorum, zaten ben de gidip çekiyorum ama bütün
mesele ayni zamanda "neden" diye de sorsun insanlar kendi
kendine ve mümkünse birbirine. Ortaya çikan ürünler sadece
o çok renkli ve tuhaf insanlarin, sasirtici cografyalarin
ürünleri oldugu için "güzel" görünmesin, fotografça ne var
o islerde, nereden nereye geldik ve niye. Fotografçilar
hani sirf güzel görüntünün, iyi isigin kovalayicisi olmasin
da biraz da hayati içinden anlamaya çalismanin araci olsun
fotograf, bence mesele burada...
Seksenlere gelirken gündemde "Fotografin toplumsal islevi"
diye bir mesele vardir, onca toz duman arasinda tartisilmaya
ve ürünlere yansitilmaya çalisilmaktadir. Olsun bu da geçer,
nitekim geçmistir. Iyi de hem toplum hem fotografçilar açisindan
asilarak mi geçilmistir, yoksa etrafindan mi dolasilmistir
iste o konu tartisilmalidir. Çünkü 80'ler, yaratici zihni
faaileyetlerin ve toplumsal dinamigin igdis edildigi o dönem,
kalici etkilerini günümüzde de sürdürmektedir. Egemen olan
yanilsamanin kirilmasi, fotograf etigi, fotografçi tavri
ve kültürünün tartisilmasi, "kimlik" ve "anlam" üstüne laf
oynatilmasi ne hos olur dogrusu. O zaman belki su eski soruya
da sahici bir biçimde sahip olabilir "Quo Vadis".
Özcan
Yurdalan
Ana
Sayfa
|