Sokaklarda
Seksekler
Mustafa Kurt
Şehrin, herkes tarafından lanetli
olarak bilinen, bu bölgesine ne zaman geldiğimi tam hatırlamıyorum.
Ancak dostlarım oraya gitmemem konusunda bana o kadar çok telkinde
bulundular ki, anlatamam. Şimdiye kadar, hayır'ımın arkasından
başka bir kelime gelmediğini, hiçbir zaman da gelmeyeceğini bildikleri
hâlde beni bu sevdadan vazgeçirmeye çalıştılar. Nihayet "Ne
hâlin varsa gör" deyip beni kendi bilinmezliğime terk ettiler.
Yaşadığım evden ayrıldıktan sonra zihnimde kalan şey, elimde küçücük
bir valizle sokak köşelerinden döndüğümdü. Bir de, sokakların
çok tenha olduğunu; ancak garip bazı insanların tek başlarına,
etrafa bile bakmadan sokaklarda yürüdüğünü hatırlıyorum. Yılları
hiç dışarı vermeyen, zamanı hep içine alan adamlardı bunlar. Camdan
köşkler gibi parlayan gözleri vardı, kırılmaya yatkın. Sırma gibi
saçları da simsiyah parlamaktaydı. Ayrıca hiç kimsenin geçmediği
sokaklarda kaval çalan dilenciler vardı; kimi bekledikleriyse
bir meçhûl…
Bu maceraya niçin atılmıştım? Burada
benim işim neydi? Aslında öyle büyük ve haklı sebeplerim yoktu.
Yalnızca yazmayı düşündüğüm "Büyükler İçin Oyun Kitabı"
için şehrin değişik bölgelerini geziyordum. Aslında kitabımın
birçok bölümlerini yazmıştım: "Benimle oynar mısın?, Oyunların
fenalıkları, Her oyun kendi maskesinde gizli, Ben oyundan çıkıyorum,
Oynamak isteği, Oyunların masumiyeti, Oyunların mahremiyeti, Oynanamayan
oyunlar." Her şey tamamdı da, bir tek "Oyundakiler"
kısmı için ilginç bir kahraman, belki de bir kurban, arıyordum
kendime. Kitabımın başına koyduğum notta, kitabın oyunlara hiç
bulaşmamış olanlarca okunmaması gerektiğini söylüyordum. Bu yüzden
aradığım kahraman farklı birisi olmalıydı. Bu bölgede göreceğim
insanların ya da şahidi olacağım bazı olayların, yazmayı düşündüğüm
bu konuya yardımcı olmasını umut ediyordum. Gerçi oyunlar hakkında
kendime göre sorularım ve bunlara verdiğim cevaplarım da vardı.
Mesela, ihanetler 'başka oyunlarda oynama isteği'nden mi kaynaklanıyordu?
Ya da hepimiz daha önce defalarca oynadığımız bir oyunu mu tekrarlıyorduk?
Birisi bizi bırakıp gittiğinde, aslında onun hangi maskeyle yeni
oyunlara soyunacağını da bilmiyor muyduk? Niye hepimiz bıktığımızı
söyleyip, yeni oyunlara koşuyorduk? İşte, bu düşüncelerimi bir
yana bırakmış, bunlara yeni şeyler eklemek isteğiyle yanıp tutuşuyordum.
Gerçi eklesem ne olacaktı ki? Sadece öğrenmiş olmak için istiyordum
belki de. Bu adı taşıyan birkaç kitap daha görmüştüm; ancak hiçbiri
bana yardımcı olmamıştı. Ben daha farklı ipuçları arıyordum. Hayatın
zaten bir oyun olduğu gibi basmakalıp düşüncelerim yoktu. Bilinmeyen
yerlerde, bilmediğim insanlar tarafından sahnelenen oyunları yazmaya
çalışıyordum. Bir de oyunların bilinmeyen bir çizgiyle birbirine
bağlı olduğunu düşünüyordum. Bana göre farklı zamanlarda, farklı
kişilerce aynı şeyler yaşanıyordu. Bunları bulmalıydım…
Gezdiğim şehirlerde ve ülkelerde, delilere dair birçok efsaneler
dinlemiştim. Güyâ bütün deliler cinnet geçirmeden önce çok akıllı
insanlarmış, hattâ kimilerinin aklı selim zamanlarında çok itibarlı
mesleklere sahip oldukları da dilden dile anlatılırdı. Hepimiz
çoğu şeyi hikâyelerden öğrenmeyi seviyorduk ya, onlara da kendimize
göre masallar giydirmiştik.
İlk gün, valizimi o karanlık ve
ahşap evdeki masaya bıraktıktan sonra, sokağa çıktım. Bulvar boyunca
yürümeye başladım. Önüme çıkan ilk kişi bir dilenciydi. Elindeki
kavalla, daha önce benzerini bile duymadığım bir şeyler çalıyordu.
Yanına yaklaşıp, ona çaldığı şeyin ne olduğunu sordum. "Oyun
havası!" dedi. Gülmemek için kendimi zor tuttum; zirâ çaldığı
şey o kadar ağır ve hüzünlüydü ki, o ân benimle dalga geçtiğini
zannettim. Ne var ki yüzündeki ifade hiç de öyle söylemiyordu.
Koktum. Korkumu dağıtmak için hemen "Peki bu hangi oyunun
havası?" dedim. "Bu, her oyunun sonunda çalınır"
dedi. O da sözlerini çabuklaştırdı: "Bunu dinlerken bir alevin
yükseldiğini ve her bir tarafı sardığını hissediyor musun?"
Onun bakışları benim yerime "Evet" demişti bile. "Çünkü
oyun oynandıktan sonra oyuncular gider ve, giderken de herkes
bir cehennem bırakır diğerine." dedi ve sustu. Aradığım şeyi
bulmaya başlıyordum. Korkmam çok normaldi. Ancak ilk defa korkuların
yazacaklarımı zenginleştirmeyeceğini fark ettim. Gelmiştim bir
kere. Devam etmeliydim aramaya…
O gün eve gidip tahta yatağa uzandım.
Evin tavan ağaçlarını izledim saatlerce. Küçücük odada, tavan
kirişlerini yiyen kurtların çıkardığı gıcırtılardan başka bir
ses yoktu. Bir ân, ağır hastaların ölmeden önce merteğe baktıklarını
hatırladım. Karanlık odanın verdiği bu zifiri düşüncelerden kurtulmak
için uykuya zorladım gözlerimi. Sonra usul usul bir rüyaya sokuldu
bütün bedenim. Gözlerim demiyorum; çünkü ben de rüyanın gözlerle
görülemediğine inananlardanım. Uyku çökmeye başladı üzerime. Gözlerimi
kapattım… Az sonra bir rüya göreceğimi biliyordum sanki. Rüyam
başladı, uyanmak istedim ama bir türlü uyanamıyordum...
Şimdi çok katlı bir apartmanın karşısındaydım.
Birçok daire vardı; ancak hepsini birden aynı anda görebiliyordum.
Sanki yukarı doğru uçuyordum. Önce bir çocuğu gördüm, orta katlardan
birinde. Çocuk küçük bir yastığa sarılmış, karşısındaki resimle
konuşuyordu. Onu duyabiliyordum: "Şimdi sen benim annem oluyormuşsun,
ben de senin oğlun oluyormuşum. Sen her gün akşam benimle oynuyormuşsun.
Hem evimize her akşam sokaklar üşümeden geliyormuşsun." diyordu.
Resim hiç konuşmuyordu. Çocuk sözlerine cevap beklediği zamanlarda,
derin bir sükutla karşılaşınca, daha bir nefretle bakıyordu resme.
O da belki, az sonra elindeki yastığı resme atacak, "Hadi
artık, konuşsana" diyecekti. Önce anahtar deliğindeki sesler,
sonra da çocuğun annesi geldi odaya. Kadının giydiği elbiseden
niye bu kadar geç kaldığı ve ne iş yaptığı anlaşılıyordu. Onu
bekleyen çocuk da biliyordu bunu. Biliyordu elbet, annesinden
"kötü" diye bahsedildiğini. Ancak bilmezlikten geliyordu;
küçücük aklıyla bilmemenin huzur verdiğini o da öğrenmişti. Annesi
ona bugün resimdeki adamla neler konuştuğunu sordu. Çocuk sadece
sustu; resmin yaptığı gibi. Bütün bu manzaraya inat, kadının yüzünü,
gözlerimi kamaştıracak kadar bir aydınlık gölgelendiriyordu.
Gözlerim hemen yan daireye kaydı.
Orada da bir kadın karşısındaki adamın gözlerine bakıp, "Seni
seviyorum, anlıyor musun? Seviyorum seni." diyordu. Bu da
yetmiyor "Ya bir gün beni bırakıp gidersen ben ne yaparım?"
diye de ekliyordu. O ân aynı manzaranın hemen yanına, bambaşka
bir kare eklendi. İlk anda anlayamadım, çünkü bu görüntüde de
aynı oda ve aynı iki kişi vardı. Bu kez kadının gözlerinde başka
bir sevgilinin hayali büyüyor, bedeninde ondan aldığı izler beliriyordu.
Gözlerine bir kez daha baktım, kadın gene kocaman bir yalana sevdalıydı
galiba; çünkü o kimseyi sevemeyecek kadar kendine âşıktı. Bunlar
bir yana, kadın yanındaki adama: "Seviyorum seni, ama senin
yanında olmak istemiyorum. Senin sevgini yaşadığım her ân kalbimde
yaşatacağım" diyordu. Sözlerin bir dağ olup adamın omuzlarına
çöktüğünü hissettim o zaman. Çünkü ben bu oyunun perde arkasını
bilebiliyordum, rüyanın bana sunduğu görüntülerle. O ân yukarı
baktım, düşündüm ki yer yarılacak gökler parçalanacaktı. Boşuna
bekledim; olmadı, hiçbiri olmadı. Karşıdaki adam anlıyordu; ama
ağlamıyordu. Sadece "Peki" diyordu, "Tamam "
diyordu.
Üçüncü bir manzara daha gördüm;
ancak bu kez adam yalnızdı. Yalnızca konuşuyordu adam, yüzünde
kadim zamanlardan kalan bir ifadeyle hem de. "Kapanmasını
istemediğim güzel bir yara olmalıydı, arta kalan" diyordu.
Sonra birden kalkıyor, beyaz gömleğinin üstüne bir şeyler yazıyordu
boyalı kalemlerle. Ne var ki ben bütün görme isteğime rağmen,
adamın oraya ne yazdığını göremedim. Bir ân kadının hemen yanımda
olduğunu fark ettim. Bana dokundu. O dokunmayla birlikte, odadaki
adamın bedeni benim bedenimle yer değiştirmişti sanki. Sonra konuşmaya
başladı kadın. Yüzünde, garip ve muhteris ifadeler dolaşıyordu.
"Bakma zayıf göründüğüne, her zaman daha fazlasına dayanabilir
o" diyordu ve ekliyordu: "Kırılganlığının sınırları
hep daha ötedir. Ummanların ufukları kadar uzaktır kırılma noktası"
diyordu. Kalplerin bazen ne kadar katı olabileceğini öğretmek
istiyordu belki bana. Ki onların katılığı hiçbir şeye benzemeyecek
kadar kesiciydi. Zamanla mı giriyordu insanın içine? Kesmeden
acıtıyor; kanatmadan donduruyordu. Sonra üşümek, nihayet hep yanmak
kalıyordu geriye. O ân rüyama refakat eden duygunun ne olduğunu
çok ezici bir şekilde hissettim. Sonunda elini çekti kolumdan.
Bununla da, insanın artık kirletilmediğinde asıl kirlendiğini
öğrendim. Adamın çığlıkları yükseliyordu, "Seslerin canı
cehenneme" diyordu, ama seslerden örülmüş bir cehennemde
yaşıyordu zaten. Yananların yanmayacağını söylerlerdi; ne var
ki bu adam seslerden örülmüş bir cehennemde yaşıyordu. Sonra da
her duvar bulduğunda çınlayan bir çığlık, her karanlık bulduğunda
kendine rüya edinecek bir kabustu onun sesi… O da şimdi nefretin
bütün duyguların en güçlüsü olduğunu, hem de her dem büyüyen bir
uçurum olduğunu öğreniyordu. Çok korkuyordum. Kaçmalıydım. Kurtulmalıydım
bu cehennemden. O ân kadının beni de kendine benzeteceğinden korktum;
dokunduklarına benzerdi ya insan. Nihayet o görüntü kayboldu.
Az önce çocuğu ile konuşan kadının bedeninde konaklayan şey, bu
kadının ruhuna hakim olmuştu. Ben bir izleyici olarak, ilk kadını
çoktan affetmiştim ama ikincisini asla affetmeyecektim… Bakışlarım
en üst kata kaydı birden. Bu katta iki adam sırt sırta vermişler,
bir şeyler yazıyorlardı. Birisi sigarasına bakıp kaleminden kâğıda
"Zehir de olsan insanların ihaneti kadar acı değilsin!"cümlesini
akıtıyordu. Sırtı ona yapışık olan adam da iki satır işlemişti
kâğıda. Ben bunları çok açık okuyabiliyordum. Başlığı "Yası
Tutulmayacak Adamlar ve Kadınlar" ilk dizesi de "Çıkar
yüreğini dışarı"ydı…
Bu korkunç kâbusun etkisiyle kan
ter içinde uyandım. Karmakarışık duygular vardı içimde. Rüyam
tabire muhtaç olacak kadar karanlıktı. Kalktım, tahta yatağımdan.
Vakit daha çok erkendi. Güneş, karanlığı hâlâ bastıramamıştı.
Kimsenin olmayacağını düşünerek hemen sokağa çıktım. Yanılmışım:
Sokakta genç, alımlı bir kadın yürüyordu. Çok geniş olan eteği
yerleri süpürmekteydi. Kadının saçları bir alev gibi parlıyordu.
Onun bu saatte burada olmasını hiç kimse, ne bana ne de kendisine
izah edemezdi. Herhalde o buraların yabancısıydı da, yolunu kaybetmişti.
Onu takip etmeye başladım. Kaldırımlardan değil, yolun tam ortasından
yürüyordu. Şaşırdım, çünkü buranın yerlisi olduğu tavırlarından
hemen anlaşılıyordu. Sonra aniden arkasına döndü. Gözlerimi kaçırmaya
çalıştıysam da yapamadım. Artık konuşmak bir mecburiyet olmuştu;
çünkü karşı karşıyaydık. "Güneş az sonra senin de yüzüne
vuracak ve her yerini ışık saracak" dedi. "Evet"
dedim, "hava ağarıyor." O anda ufuktan çıkıveren güneş,
onun saçlarına öyle bir çarptı ki, alacakaranlıkta bile parlayan
bu saçlar gözümü aldı, bakamadım onlara. "Benden ne öğrenmek
istiyorsun?" dedi. Ne diyeceğimi şaşırdım. Bir şey demek
gerektiğine inanarak "Neden buradaki insanlar böyle, bir
açıklaması vardır elbet?" Dudaklarının kıvrımları, acımayı
mı yoksa tebessümü mü işaret ediyordu, çözemedim. Ağzından kelimeler
dökülmeye başladı, hattâ su gibi aktı: "Bak, güneşi görüyorsun
değil mi? İşte ışıkların takip ettiği o uzun yolun tam ortasında
duruyor, onlar. Ellerini, kollarını birbirine kovuşturmuşlar,
sana ve olan biten her şeye oradan bakıyorlar. Bazen gülmeleri
de bu sebepten. Çoğu zaman hayret ediyorlar size ve yaptıklarınıza."
dedi. "Çok şey biliyorlar desenize" dedim. "İçinizdeki
kötülüklerden bile çok…"
Delilerin bu çok bilmiş tavırlarına
dair çok şey duymuş ve okumuştum. Bütün bu konuşmaları da onlara
yordum. İşte bu da böyle bir şey olmalıydı. "Peki bu şaşkınlık
bizdeki bir eksiklikten mi kaynaklanıyor? dediğimde önce durakladı.
Yüzü garip şekillere büründü. Sonra tekrar konuşmaya başladı:
"Siz, çoğu şeyi bildiğiniz hâlde böyle yapıyorsunuz, işte
ona gülüyorlar" dedi. Ben de hemen yapıştırdım soruyu "O
zaman bizler oyun oynuyoruz desenize. Peki, bundan bir çıkış yok
mu?", "Var elbet; ellerinizi arkanıza değil de, olması
gereken yere, yani karşınızdakinin ellerinin üstüne koyacaksınız"
dedi. Adının ne olduğunu sordum. "Sâre" kelimesi döküldü
dudaklarından. Kaldırımın kenarına oturduk. Bana kendi hikâyesini
anlattı üç beş cümleyle. Onu anlamıştım. Yazacaklarımın artık
bir anlamı kalmamıştı. Onca konuşmadan sonra, o bir kurban değil,
ancak bir kahramanım olabilirdi. Artık gitmem gerektiğini söylediğimde
Sâre: "Sen bütün oyunların ince bir iplik üstünde oynandığını
bilmiyor musun? O kadar kolay gidemezsin" dedi. Bunun bir
yolu olmasını gerektiğini söyledim. Hiç kimseyi kırmadan gitmek
istediğime, onu inandırmak için çok çabaladım. "Tek bir yolu
var: Bütün oyun arkadaşlarını oyunlardan bıktığın konusunda ikna
etmeli ve onların rızasını almalısın. ","Peki bunu yapmazsam",
"O zaman oyundan çıkartılırsın" dedi. Ne dediğini ilk
anda anlamamıştım ama, kadının bakışları "Anladığını biliyorum"
diyordu…
İyice dalmışım. Birkaç kişinin daha
sokaklarda yürümeye başladığını, başımı kaldırdığımda ancak fark
edebildim. Hepsi bana bakıyordu. Yüzlerinde bu kez alaycı bir
tebessüm yerine, kin ve nefret vardı. Bana bir oyunbozanmışım
gibi bakıyorlardı. Hepsinin beni öldürmek istediğini seziyordum.
Sâre "İyi de neden bunları yazmak istiyorsun?" deyince,
korkum haddi hududu olmayan bir şaşkınlığa dönüştü. Ona yalan
söyleyemez, ondan bir şey kaçıramazdım. Çünkü o çok uzaklardan
konuşuyordu artık. Benim gidemeyeceğim kadar uzak bir yerden hem
de. "Sadece neden böyle olduğunu anlamak, bilmek istiyorum"
dediğimde "Neyi" diye sormadı bana. "Daha önce
de yazıyordun değil mi? O zamanlar gözlerinde bir pırıltıyla yazıyordun
hem de" dedi. Evet, anlamında başımı öne eğdim. "Şimdiye
kadar yaşamak ve yazmak istedin, bir şeyleri büyütmek için, ama
şimdi de bir nefreti yazmak istiyorsun. Çünkü elinin üstüne elini
koymadan gittiler hepsi değil mi" dedi. Ben ona ne diyebilirdim
ki?..
Çevremize birkaç kişi daha toplanmıştı.
Bu kadar usturuplu cümlenin sonunda ben de giderken güzel bir
cümle kurmuş olmanın vereceği hazza sığınarak: "Vedâlar çok
zâlimdir; ancak gitmek zorundayım" dedim. Dilenci çok alaycı
bir gülümsemeyle "Hiçbir şey, bir oyundan zamansız çıkan
kadar zâlim olamaz" dedi. Bu oyunum da bitmişti ama ben hâlâ
oyundan çıkamamıştım. Neler oluyordu? Ben sadece oyunlarla ilgili
bir kitap yazmak istiyordum. Onlardan merhamet dilenmeye başladım.
"Ne olur bu oyun bitsin artık, yalvarırım size, beni bırakın!"
Bütün bu yalvarmalarıma rağmen gözlerinde en ufak bir merhamet
belirtisi yoktu. Hattâ daha da vahşi ve hırçın bakıyorlardı bana.
Sonunda yılgın ve bitkin, olduğum yere tekrar oturdum. Başımdan
hepsi gitti. O ân gözlerimden birkaç damla gözyaşı süzüldü yüzüme.
Ne için ağladığımı da bilmiyordum aslında. Çaresizlikten ağlamıyordum.
Ancak ağlamak istediğimi biliyordum. Yıllar önce "Gözyaşlarını
kimseye gösterme" denmişti bana. Ellerimle yüzümü kapattım.
Sâre sert bir darbeyle ellerimi yüzümden dışarıya itti. Gözlerime
baktı. Az daha gözlerimin içinden yüreğime sızacağını sandım.
Hiçbir şey söylemedi. "Hadi şimdi git!" dedi. Diğerleri
arkalarına bile bakmadan evlerine girdiler. Doğruca ahşap eve
gidip valizimi topladım. Ardıma bile bakmadan eski mahalleme ulaştım.
Evimin kapısını kilitleyip, perdelerimi sımsıkı kapattım…
O dönüşten sonra hiçbir şey yazmadan
günlerce dolaştım. Bir gece yarısı da kalemi aldım elime. Belki
de son defa yazacaktım, ama bunu yazacaktım. Sanki gözlerim ve
yüreğim iki farklı ateşte yanıyordu. Nihayet kalem kâğıda, gözlerim
kelimelere kavuştu:
Oyun Bitti
O zamanlar, kimsenin beni göremeyeceğinden emin olduğum tenha
sokaklarda çocukların çizdiği sekseklerde zıplar, ayaklarımı bir
sağa bir sola kaldırarak yarı koşar adım yürürdüm. Ve hâlâ çocuklar
için yazılmış masalları gizli gizli okur, onlara kendimi de katar,
sihirli yolculuklara çıkardım. Hayalleri çalınmış bir yere doğmuştum
ben. Güyâ onlara uyuyormuşum, onları mutlu ediyormuşum örtülerine
bürüyüp, çocukların oyunlarına katılırdım. Hem o zamanlar çocuklar
şehri terk etmemişlerdi daha…
Sevdiğim kızın
adını kaldırımlara ve duvarlara yazar; sabahları o yazıların yanından
geçerken gururla bakardım gece yarılarından kalma eserlerime.
Anlayacağınız deli yanlarım körelmemişti daha. Küçük küçük mutluluklarımı
birleştirip, büyük büyük umutlar kurardım kendime. Sanırım bunları
yaptığımda yirmi beş yaşlarındaydım. Beni hayata bağlayan, çocuk
ve deli yanlarımdı. Artık bunların hiçbirini yapmıyorum… Aslında
çocuklar hâlâ oyunlar oynuyorlar ve hâlâ üzerinde zıplayabileceğim
seksekler de bırakıyorlar yollarda. Sokaklar da hâlâ tenha. Hem
hâlâ okuyabileceğim masallar da var. Kaldırımlar, duvarlar da
hâlâ çok cömert. Elimde boyayla beni bekliyorlar. Hepsi var, hepsi…
Peki neden mi yapmıyorum bunları?
"Birgün benimle
oynar mısın?" dedim. "Tabi ki oynarım "dedi. Ve
'benimle oynadı.' Hem de yüzünde başka oyunlardan kalan bir maskeyle…
Ve ben eğer birgün, kırmızı bir boyayla duvarlara yazacak olsaydım
"Sana inanmıştım; her şeyi gerçek sanmıştım" yazacaktım.
İşte bu yüzden,
sırf bu yüzden bütün oyunlar bensiz oynanıyor şimdi…
Bir çocuk ağlaması geliyor sokaktan. Muhtemelen çocuklar oyuna
onu almadılar ya da oyundan çıkardılar. Artık gitmeliyim; ben
bu oyundan çıkıyorum.
Ama biliyorum, ben çıksam da oyunlar oynanmaya
devam edecek…
|