"İmzalı Kitaplara Bir
Mersiye"
MUSTAFA KURT
“Vuslatsız sevdalar hep büyük şiirlere gebedir…” Kulaklarında
son bir uğultu ile tekrar çınlayan bu ses, onu bir türlü rahat
bırakmıyordu. Gecenin bu saatine kadar uyuyamamasının sebebi de
bu cümle değil miydi? Uykusuzluğun ve yorgunluğun şiirin kapılarını
ardına kadar açtığına kendini o kadar inandırmıştı ki Nureddin…
Dağınık bir oda, şöyle bırakılıvermiş elbiseler.. Son korları
da küllenmiş bir sobanın hemen yanında pencereye dayanmış bir
masa… İnce bir gömleğin içinde zayıf vücudu tir tir titreyen bu
genç adam, elinde mürekkepli bir kalemle bilmem kaçıncısını kırıştırdığı
kâğıtlara bir yenisini daha ekliyordu. İyi şiirler yazacağına
kendisi o kadar inanmıştı ki. Sabah güneş doğduğunda kâğıtların
üzerinde olan mısralar şimdiye kadar ne yazılmış ne de söylenmiş
olacaktı. “Gecenin karanlıklarını yırtan ulumaların sahibi köpekler,
çöplükleri karıştıran kediler ve sokaklarda uyuyan ihtiyar dilenciler
aslında büyük bir geceye şahitlik ettiklerini hiç mi hiç bilmiyorlar”
diye geçirdi içinden. Evet bu gece öyle şiirler yazacaktı ki.
Yazmalıydı; çünkü vuslatsız sevdaların en çilelisini o çekiyordu.
Bu iki katlı evin üst katının küçük penceresinden sızan solgun
ışıklar sabah olduğunda sönecek, yerini büyük coşkulara bırakacaktı.
Ne yazacağını bilmiyordu; fakat içinden öyle şeyler geçiyordu
ki bir şeyler mutlaka yazmalıydı. Kalemden birkaç mısra damladı
sarı kâğıda:
masumiyetinin bedelini ödemek için
mesut fotoğraflardan bir de
mahzen sinemalardaki filmlerden
aşkı öğrenmeye taliptim.
her şeyin bir bedeli vardı çünki.
Aşkını böyle mi anlatmalıydı? Başını iki elinin arasına koyup
sımsıkı sardı. Masadaki İkinci sigarasından bir dal daha çekip
titrek dudaklarının arasına özenle yerleştirdi. Kibrit kutusundaki
son çöpünü de ateşledi. Evet şimdi her şey tamamdı; fakat yazdığı
şeyler şiire hiç benzemiyordu. Sevdiğinin ona karşı masum olduğu
doğruydu ancak bunu böyle mi anlatmalıydı. Başka kelimeler bulmalıydı.
Bulduğu kelimeler öyle bir araya gelmeliydi ki okuyanın ruhunda
fırtınalar koparmalı, bu karşılıksız sevdayı tâ kalbinin içlerinde
duyurmalıydı bu mısralar.
senden arda kalan
yalnızca hüzünler mi olacaktı
bir küçük odanın içinde…
Bu mısralar da kâğıda akmıştı; ancak yine olmadığına hemen kendini
inandırdı. Bu şiir vezinsiz, kafiyesiz olmalıydı. Ama bambaşka
da bir şey olmalıydı… Sabahlara kadar karaladı, çizdi, karaladı
kırıştırdı, attı, attı. Nihayet hiçbir şey yazamadı. Sabahın ışıkları
odanın solgun ışığını bastırdığında başını sessizce tahta masaya
koydu… Olmadı ama olacaktı. Bugün olmasa yarın olacaktı. Sonra
birden doğruldu. İçinde hiç sigara kalmayan ikinci paketini ince
gömleğinin cebine yerleştirdi. Sırf cebimde olsun diye yaptı bunu.
Ceketini giydi. Titreyen vücudunu kapıdan dışarı çıkardığında
sabahın ayazı yüzüne öyle bir çarptı ki, hemen geri dönüp, yırtık
çoraplarını masanın altındaki kutudan çıkarıp sağlam çorapların
altına giydi. Paltosu için ayırdığı parayla keşke kitap almasaydı.
Kendine söylene söylene döşeme sokaktan yukarı doğru hızlı hızlı
yürüdü. Bir müddet sonra Son Havadis gazetesinin iki katlı, hana
benzeyen binasına vardı. Dağıtıcı çocuklar pardüselerinin şapkalarını
başlarına geçirdikleri hâlde sokaklara doğru koşuşturuyorlardı.
Arkalarında “Yazıyooor! Yazıyooor!” sâdâlarını bırakarak. Geniş
merdivenlerden yavaş yavaş yukarı çıktı. Uykusuzluktan yuvalarına
iyice yerleşmiş gözleri, etraflarda kimseyi göremedi. Kendine
ayrılmış dar bir odanın kapısını açıp içeri isteksiz isteksiz
girdi. Buradaki masası da evdekinden farklı değildi. Kâğıtlar,
gazeteler, kitaplar üst üste, düzensizce yığılmıştı. Yavaşça tahta
sandalyeye çöktü. soğuktan önce hiç kıpırdamadı. Sonra ceketinden
dolmakalemini çıkarıp Hüsrev Bey’in yarınki makalesini tashih
etmeye başladı. Önündeki kâğıtta, daktilonun hızlı vuruşlarıyla
delinmiş birçok harf olan yazıyı bir iki saatte dikkatlice tashih
etti. Fakat artık göz kapaklarının üstüne dağlar çökmüştü. Bir
iki tefrikayı da tashihten sonra yavaşça doğrulup, gazetenin sahibi
olan Cemil Bey’in kapısını mahcup şekilde çaldı. Gel sesini duyduktan
sonra kapının kolunu kıvırıp içeri girdi. Cemil Bey’in “Gel oğlum”
hitabıyla mahcubiyetini silkip attı. Cemil Bey’in ‘Oğlum’ deyişi
tam bir şiirdi. Bütün harflerin hakkını veriyordu. Ona hiç kimse
bu kadar sıcak “Oğlum” demezdi Cemil Bey’den gayrı. “Şey efendim
tashihleri yaptım da müsaade isteyecektim”. Karşıdaki beyaz saçlı
adam elini yeleğinin cebine atıp bir miktar para çıkararak “Al
oğlum” dedi. Nureddin mahcup, usulca elini uzatıp parayı aldı.
Geri dönüp tam çıkıyordu ki arkadan gelen bir sesle tekrar geri
döndü. Oğlum yorgun görünüyorsun hasta mısın? diyen Cemil Bey’e:
“Şey efendim, gece uyumadım da… Şiir yazıyorum” dedi yavaşça.
Cemil Bey “Bak hele sen, bir şair barındırıyoruz da haberimiz
mi yok...”
Bu eski yapı binadan koşar adımla çıkarken Nureddin adeta koşmuyor,
uçuyordu. Etrafındakilere çarptığı için arkasından söylenenlere
kulak bile asmıyordu. Soluğu İkbâl Kitapçısı Hüseyin Efendi’nin
dükkanında aldı. “Hüseyin Amca ben Ziya’nın romanını alacaktım
da” dedi. Uykusuzluktan yorgunluktan hiç iz kalmamıştı, ne sesinde,
ne gözlerinde. Hüseyin Efendi yavaşça doğrulup masanın altındaki
kâğıt kutudan bir kitap çıkarıp Nureddin’e uzattı ve “Ne çabuk
haber aldın bu romanı?” dedi. Nureddin “Hüseyin Amca çoktan beri
bekliyordum, bu kitabı” demesiyle, dışarı çıkması bir oldu. Doğru
eve yollandı. Önce romanı güzelce masasına yerleştirdi ve ceketini
çıkarıp tahtadan divanın üzerine uzandı. Sevinç dolu bir yüzle
uykuya daldı.
Uyandığında gece olmuştu. Müezzinler yatsı vaktini ilâm ediyordu.
Heyecanla masadaki romanı eline alıp doğru mahallenin gece yarısına
kadar açık olan Şifa Çorbacısı’na gitti. Çok kısa zaman sonra
evine dönen bu zayıf çocuk masanın başında romanın sayfalarını
sabaha kadar çevirdi, çevirdi. O gece de o solgun sarı ışık hiç
sönmedi… Sabahla birlikte Nureddin, biraz hüzünlü biraz kırgın
evden gazeteye doğru yürümeye başladı. “Hayır ben Ahmet Cemil
gibi olmayacağım” diye diye gidiyordu. Halbuki Ziya “Ben sana
benzeyen bir kahramanı anlatıyorum” demişti. Ne alakası vardı
Nureddin’in Ahmet Cemil’le. Hem o, şiir kitabını bastıramıyordu,
sevgilisi Lâmia’yı da başkasına veriyorlardı. Oysa Nureddin bir
gün önce Hüseyin Bey’den şiir kitabını gazetenin matbaasında bastırmak
üzere söz almıştı... Bu akşamdan itibaren şiir kitabıma öyle bir
özeneceğim ki çok kısa zamanda şiirlerim kulaklarda ve dillerde
dolaşacak diye kendini teskin etti. Hem o, bir musahhihti. şiirlerini
kendisi tashih edecek, yüz kere ,bin kere onları okuyacaktı.
Onun kitabı hiç yanlışsız neşrolunacaktı. Yeniden tazelenen bu
umutla o günkü yazıları da tashih etti. Yine o ahşap evine, küçük
odasına döndü. O günden sonra Nureddin’in penceresi ışıdı durdu,
hiç sönmedi... Elleri ceketinin cebinde sabahları evden çıkıp
giden bu delikanlı iki ayın sonunda yine bir sabah elinde bir
dosya olduğu hâlde, Son Havadis’in bu eski binasının merdivenlerini
koşa koşa çıktı. Doğruca Cemil Bey’in odasına girdi. Çok sevinçli,
heyecanlı sözlerden sonra Cemil Bey, bu genç çocuğun dosyasını
hemen mürettiplere gönderdi…
Aradan dört gün geçmişti ki eski binanın kapısından elinde hepsi
keten iple bağlanmış kitaplarla Nureddin belirdi. O, İkbâl Kitapçısı’nın
yoluna koyulmuştu bile. İçeri hızlıca giren bu saçları dağınık
delikanlıyı gören Hüseyin Efendi, “Ne o, kitap sevdalısı bu kez
sen mi bana kitap satacaksın” dedi. Nureddin heyecanlı: “Amca
kendi şiir kitabımı getirdim sana. Gör, şiirlerim nasıl meşhur
olacak.” Hattâ Hüseyin Efendi’ye iplerini kestikten sonra bir
kitabını imzaladı. Öyle özenli imzalamıştı ki, harfler sanki bir
ipe dizilmişler gibi duruyorlardı. Muharrir arkadaşı Osman Fahri,
imzalı kitapları sahaflar çarşısında ucuz fiyata satılırken gördükten
sonra kendinin kitaplarını hiç kimseye imzalamadığını anlatır
dururdu. Ama Nureddin Ferhat adını taşıyan şiir kitapları en müstesna
müzayedelerde yüksek fiyatlarla satılacaktı nasıl olsa. Mutlu
bir şekilde İkbâl Kitapçısından çıktı. Hüseyin Efendi bu delikanlıya
en büyük iyiliği yapmış, bir kitabını da vitrine koymuştu. Çünkü
o da ince ruhlu bir adamdı kendine basılmak için getirilen kitapları
önce eve götürürdü. Akşam çocuklar okuldan gelince onlara basılması
istenen kitapları seslice okuturdu. Eğer evin kadını Nesrin Hanım
kitaptan etkilenir ağlarsa o kitabın basılmasına hemencecik karar
verirdi. Velhasıl onun ölçüsü Nesrin Hanımdı. Nureddin camın önünde
durup kitabına ışıltılı gözlerle bir daha bakıp eve doğru yürüdü.
Artık rahat rahat uyuyacaktı…
Aradan haftalar geçti. Nureddin, Son Havadis’in binasını İkbâl
Kitapçısına ve başka yerlere de bıraktığı kitaplarını defalarca
ziyaret etti. Her geçen gün bu zayıf çocuğun benzi solup, sararıyordu.
En son Sahhaflar Çarşısında üç kuruşa satılan kitaplara dalgın
dalgın bakarken görülmüştü. İşte o günden sonra Nureddin ne Son
Havadis’e ne İkbâl kitapçısına ne de diğer kitapçılara uğradı.
Bu arada İstanbul’a üç gün boyunca öyle yağmur yağdı ki gökler
testilerinde ne varsa hepsini boşaltıyordu sanki. Kimseler evlerinden
bile çıkamadılar. Hattâ dağıtıcı çocukların “Yazıyooor” sesleri
bile dağılmadı caddelere. Sonra hava ıraklardaki dağların bile
görülebileceği kadar berraklaştı. Cemil Bey’in gönderdiği mürettip
Nureddin’in o küçük odasında, tahta divan içinde kıvrılıp kalmış
bir zayıf vücutla, masanın üzerinde beş imzalı kitap buldu, kitaplardaki
imzalar:
“Muhterem Hüseyin Efendi’ye”
“Muharrir Osman Fahri’ye”
“Ahmet Cemil’e kıyan romancı Muharrir Ziya’ya”
Bu kitapların üzerinde “Üç Kuruştur” kaydı bulunmaktaydı. Mürettibin
gözleri, kapakları açık bir şekilde üst üste konmuş iki kitaptaki
ithaflara kaydı; kitapların birinci sayfalarında elifi elifine
şunlar yazılıydı:
“Vuslatı kabil olmayacak bir sevdâya, Melâl’e…”
“Yağmur yağmur işliyor bak iliklere
Yolun bitti durma koş serviliklere”
Kendim’e
|