"B&W
in COLOURS"
YASUMASA, TAYFUN, ÖTEKİ VE
DİĞERLERİ*
Simber ATAY
Günümüz fotoğraf sanatı içinde
otoportre türü, kapsamlı ve ilginç kullanımları dolayısıyla önemli
bir fenomen haline gelmiştir.
Geleneksel işlevinin ötesinde, mizansene
dayalı otoportre esprilerinin kökeni ise, 19. yüzyıla uzanmaktadır.
H.Bayard, Boğulmuş Figür Halinde Otoportre,
1840
|
Fotoğrafın, başlangıçtaki mucitlerinden olan Hippolyte
Bayard, fotoğraf tarihinin ilk ekspressif otoportrelerinden birini
gerçekleştirmiştir. Konudan bahisle, Beaumont Newhall, “Fotoğraf
Tarihi”nde şunları yazar: “14 temmuz 1839’da, Paris’te 30 fotoğrafını
sergilemiş olan Fransız Maliye Bakanlığı’nda görevli Hippolyte
Bayard, en şanssız öncü oldu. Yöntemi orijinaldi: Gümüş klorürlü
bir yaprak, kart kararıncaya dek ışıkta tutuluyordu. Sonra potasyum
iyodür eriyiğine batırılıyor ve Camera Obscura içinde pozlanıyordu.
Işık, kendi yoğunluğu ile orantılı ölçüde kartın rengini alıyordu.
Böylece doğrudan kart üzerinde ilk pozitifler elde edilmişti;
her bir görüntü tek nüsha idi.
Daguerrotype’in yarattığı büyük gürültü patırtı
ortasında, Bayard’ın çalışması tamamen ihmale uğradı. O da şanssızlığını
1840 tarihli bir fotoğrafta ifade etti. Kendi kendisini yarı çıplak,
sanki ölü gibi bir duvara yaslanmış bir şekilde görüntülemişti.
Fotoğrafın arkasına da şöyle yazmıştı:
“Gördüğünüz ceset Mösyö
Bayard’ındır...
Akademi, Kral, resimlerini
görmüş olan herkes,
onlara hayran kaldı,
tıpkı sizin gibi. Hayranlık
ona prestij sağladı
ama tek kuruş getirmedi...[1]
Böylece 19. Yüzyılın ilk yarısında, henüz
fotoğrafik saptamanın icadı aşamaları yaşanırken, otoportre türünün,
fotoğrafçının tartıştığı herhangi bir problematiğin estetize edilmesi
sürecinde orijinal bir işlev yüklenerek kullanılabileceği ortaya
çıkmıştı bile!
Robert Cornelius, 1840 yılının başında ABD-Philadelphia’da
bir Daguerrotip Stüdyosu açmıştır; ilk çalışması otoportresidir;
ilgili olarak şunları söylemektedir:
R.Cornelius, Otoportre, 1839
|
“Figürün levhanın merkezinde olmadığını fark
edeceksiniz. Bunun nedeni yalnız
olmamdı.
kameranın karşısına geçmek için
koştum... ama
resim çekilinceye dek merkezde
olmadığımın
farkına varamadım...”[2]
Söz konusu örnek ise, fotoğrafçının, fotoğrafın standart kullanımlarının
yanı sıra, fotoğraf makinesi ile kurduğu tamamıyla kişisel, deney
ruhuyla dolu, ama aynı zamanda da naif bir tarzda mütecessis ilişkinin
ilk ifadelerinden biridir.
Otoportrelerde, fotoğrafçının varlığından
ayrışarak, fotoğrafik metnin protagonisti haline gelen muzip figür,
görsel yaratıcılığın fantastik alanlarında edebi bir serüven hayatı
yaşamaktadır.
Fotoğraf estetiği, fotoğraf sanatçılarının
yanı sıra fotojurnalistlerin, belgeselcilerin, reklam-tasarım
fotoğrafçılarının, hatta stüdyo fotoğrafçılarının, uygulama mantığı
ve ilham kaynağı olarak, zaman zaman da işlevsel bağlamların değiştirilmesiyle
elde edilen kreatif espriler şeklinde katkıda bulundukları bir
“serbest bölge”dir. Bu durum, fotoğrafik otoportre türünün gelişim
süreci için de geçerlidir. Dolayısıyla Andy Warhol’un çalışmalarında
fotojurnalist nitelikli kaynakları, Pierre ve Gilles’in eserlerinde
stüdyo fotoğrafçılığa özgü “kitsch” boyutu ya da Lee Friedlander’in
fotoğraflarında bazen deneysel bir espriyi yakalarsanız sakın
şaşırmayın!
Diğer yandan, otoportre, narsist bir dışavurumdur.
Meşrulaştırılmış bir teşhirci fantazidir. Estetize edilmiş bir
kendini tatmindir. Kristalize edilmiş bir egosantrizm göstergesidir.
Fotoğraf eğer zamanın çürütücü etkilerine karşı bir meydan okuma ise[3]
otoportre, fotoğrafçının bu deneyimi sadece dış dünya ile kendi
kendisiyle de gerçekleştirmesi; sanatçının varlığını nesneleştirmesi
hatta fetiş haline getirmesidir.
Bazen de bir snobluk gösterisidir. Simulakr
niteliğiyle de olsa, en azından sanatçının kendi çehresi, bedeni,
doğal ya da seçtiği dış görünümüyle bir mülkiyet ayrıcalığının
sergilenmesidir. Özellikle, psikanalizi, başlıca ilham kaynaklarından;
cinselliği ve bedeni başlıca temalardan kabul eden Avangard Sanat
ve bunun late/trans/post etc. varyasyonları içinde otoportre,
estetik/görsel bir manifesto metni gibidir. Zaman zaman otoportreler,
politik bir radikal tavrın slogan dışavurumu olabilir; sanatçının
toplumsal/tarihsel misyonu çerçevesinde bir meydan okuma olanağı
şeklinde değerlendirilebilir. Ve nihayet fotoğrafçıların eserlerinin
anlam labirentinde yolumuzu bulmamızı sağlayan Ariane’ın iplikleri
misali bilhassa bırakılmış izlerdir.
Fotoğraf tarihi boyunca fotoğrafçılar hep
otoportreler de çektiler. Özellikle Saf Fotoğrafçılar ve Avangard
Sanatçılar bu çalışmalarıyla, 20. yüzyılın estetik doktrinlerini
açıklıyorlardı. Edward Steichen’in henüz pictorialist de olsa,
1898 tarihli otoportresi, Ferdinand Hodler’in 1910’larda gerçekleştirdiği
Avangard nitelikli otoportre serisi[4],
El Lisitzky’nin 1927 tarihli “İnşaatçı” başlıklı dadaist kişilik
tanımlaması, Wanda Wulz’un 1932 tarihli, adeta bir Nancy Burson
öncülü (I+Cat) “Ben ve Kedi” adlı antropomorfik fantazyası, Herbert
Bayer’in yine 1932 tarihli sürrealist yorumu, buna birkaç örnektir.
Söz konusu durum Pop-Art ve Postmodern Sanat
anlayışı içinde de örneğin Bruce Nauman’ın neoklasik şakasında
(Bir Çeşme Olarak Otoportre 1996), Lucas Samaras ‘ın barok tavrında
(Oturma 1979),Andy Warhol ‘un adı üstünde , pop yorumunda (Otoportre
II , 1986 ) ya da Jan Saudek’ in manierist/romantik çalışmasında
(İkinci Evliliğimden Olma Üçüncü Kızımla, 1987) vb. gibi ortaya
çıkmıştır.
Otoportre türünün uygulama oranı gittikçe
artmaktadır. Öyle ki 1970’ li yıllardan başlayarak poetikası
neredeyse otoportreden ibaret sanatçılar yetişmiştir Arnulf Rainer
,Cindy Sherman, Yasumasa Morimura bu isimlerden bazılarıdır.
N.B.Ceylan, Solo, 1985
|
Yine , örneğin Nuri Bilge Ceylan ‘ın kimi zaman
romantik (Solo self Portrait 7,1985) kimi zaman da sürrealist
(self Portrait 3, 1984 )[5] esprilerle örtülü postmodern otoportreleri
, Tayfun Kocaman’ ın bir Tarkovski kahramanı misali rol aldığı
eserleri (IFOD , Geleneksel Sergiler, 1997, Yüzyüze s.26-27;
1996 “Uzak Yakın” , s.22,23;), Arif Kırhan’ın edebiyat gibi klasik
niteliklerinden başlayarak bilgisayar gibi avangardlarına simülasyon
üretim mekanizmalarının neden olduğu yabancılaşma sendromunu işlediği
çalışmaları (İFOD Geleneksel Sergiler 1996, Uzak Yakın, s.16-17;
İFOD Geleneksel Sergiler 1997 Yüzyüze s.22-23) günümüz Türk fotoğrafında
da otoportrenin önemini vurgulayan fotoğraflardır.
Arif Kırhan, 1997
|
Konuyu iki fotoğraf sanatçısının ,Yasumusa
Morimura ve Tayfun Kocaman’ın çalışmalarından örneklerle açıklayalım:
Bir Aktris Olarak Morimura
“ Söyle bana sen benim kelebeğim misin?”
[6]
Rene Gallimard, Pekin 1964
Kuratör ve eleştirmen Lynn Gumbert, sanatçı için:
“Morimura’nın otoportre türüne katkısı çok önemlidir” der[7] ve şu açıklamalarda bulunur: “1980’lerin ortasında kendi kendisini
biricik modeli olarak kullanmaya başlayan Japon fotoğrafçısı,
Man Ray’ın “Rrose Selavy olarak Marcel Duchamp” portresinden,
Rembrandt’ın “Gece Bekçisi”ne, Manet’nin “Olympia”sından bazı
Japon başyapıtlarına, fotoğraf ve resimleri yeniden kendi mevcudiyetini
de katarak yorumlamış; Popüler Kültür’le ilgilenerek kendisini
Michael Jackson ve Madonna gibi fotoğraflamış, yanısıra stereotipik
beğenilere sahip, marka meraklısı çağdaş Japon toplumunu, onların
kılığına girerek eleştirmiştir.
Sanatçı, 1996 yılında da ünlü film yıldızlarının
klasik rollerine bürünerek gerçekleştirdiği, Kierkegaard’ın 1849
tarihli bir kitabı ile aynı başlığı taşıyan “Sickness unto Beauty-Self
Portrait as Actress” (Hastalık ya da Güzellik, Aktris olarak Otoportre)
adlı, çoğunluğu renkli ve yaklaşık 90x120 cm. boyutlarında 57
fotoğraftan meydana gelen görkemli sergisini Yokohama Sanat Müzesi’nde
açtı.[8]
Y.Morimura, After Faye Dunaway, 1994-1995
|
Söz konusu sergideki eserlerden örneğin,
“After Faye Dunaway 2”, de Morimura, yıldızın, “The Gangster Story-Bonnie
and Clyde” (Yön: Arthur Penn, 1967) filmindeki haliyle, kırmızı,
dümdüz bir fon önünde poz vermiştir. Yönetmenin yorumunun etkisiyle
de evrensel-popüler hafıza kayıtlarında, Bonnie Parker (1911-1934)
ortağı Clyde Barrow (1909-1934) ile birlikte 1960’ların batı blokunda
sistem karşıtı anarşist duyarlılıkların bir karşılığı şeklinde,
ideoloji niteliği ambigü de olsa sempati ile karşılanmıştı. Kriminal
kimliği ise 1930’ların gangster efsaneleri içinde çoktan erimişti.
Ama artık günümüzde bu içerik önemini kaybetmiş; Faye Dunaway/Bonnie
Parker portresi ise edebi bir biçim olarak Hollywood Panteonu’nda
yerini almıştır. Söz konusu portreyi bir maske gibi kendisine
tatbik eden Morimura simulakrı ise, postmodern dönemlere özgü,
alıntı çeşitlemelerine dayalı yaratıcılık yönetiminin bir göstergesidir
ve bu kez başlangıcından farklı daha farklı bir içerik kazanmıştır:
Morimura son derece sofistike bir travestilik stratejisi geliştirerek,
“kitsch” estetiğinin berraklığında, cinselliğin durmadan standart
hale getirilmiş/getirilmeye çalışılan anlamlarını bir kimlik araştırmasına
dönüştürerek tartışmaktadır.
Bir erkek olarak Morimura, şahane bir şekilde
sinemanın dişi idollerinin görünümlerine her büründüğünde, kadınlığı
değil, erkekliği tanımlamakla meşguldür. Luis Mizon’un “İnka’nın
Ölümü” (1992) adlı romanının kahramanlarından genç kızılderili
travestinin söylediği gibi: “Neden bu kadar makyajlı olduğumu
biliyor musunuz? Beni bir kadınla karıştırmasınlar diye.” 9
Morimura, yine benzersiz ironisiyle, Marlyn
Monroe, Elizabeth Taylor, Brigitte Bardot, Jodie Foster vb. gibi
birçok starı daha gündeme getirmiştir. Böylece adeta manierist
bir tarzda, hermafroditliğine bir de fantastik çoğul kimlikler
eklemektedir.
Ancak yine de bu orijinalitenin diğer sanatlarla
ilgili geleneksel/klasik bağlantılarına işaret etmek gerekir.
Kabuki Tiyatrosu ya da Pekin Operası’nda erkek oyuncuların kadın
rollerine çıkması doğaldır. Zenneler ve köçekler, cinsel kimliğin
erimiş sınırlarında grotesk bir cazibenin timsalidir. Virginia
Woolf’ün “Orlando”sunu kim hatırlamaz ki? Hele şairler, hakikatin
peşinde sık sık başkalarının kalıbına girip çıkarlar.
Yanı sıra, genel olarak etik, estetik ve
politik tartışmalarını, değer verdikleri kavramlar düzeyinde saflaştıran
birçok şair, bu isteklerini, “çoğul kimliklilik” esprisini “bir
anlatım tekniği” şeklinde değerlendirerek gerçekleştirmiştir,
tabii içerik her seferinde değişmektedir. Konuyu bir de şiir örneği
vererek irdeleyelim:
Atilla İlhan’ın “Hürriyet ve İstiklal Benim
Karakterimdir” adlı (1957) eserinden:
... bir değil ben artık birkaç kişiyim/ bir
vakit Paris’te jean jaures’in kürsüsünde/ bir vakit makine başında
kuvayı milliye telgrafçısı/ madrid’de akşam üstü arriba frente
popular/ bir akşamüstü sofya’da çervenkof tarafından asılmış/
sosyal demokrat Bulgar gazetecisi/ bir değil ben artık birkaç
kişiyim/ belki juarez’im meksika’da güneşin tuzunu yalıyorum/
belki de namık kemal osmanlı sürgününde/ habib burgiba diye bir
limanda yakalanıyorum/ bükreş’te matbaamı dağıtıyor demir muhafızlar/
kalküta’da kongre partisi sekreteriyim/ hürriyet sokağında isimsiz
bir mezar...10
Söz konusu şiir, Türkiye’de 1950’li yıllarda
yaşanan Demokrat Parti totalitarizmine yöneltilmiş kişisel bir
manifestodur.11
Şair, mısralar boyunca Jean Jaures’den Namık
Kemal’e, tarihin protogonistlerinden, Kuvay_ı Milliye telgrafçısına,
Kongre Partisi sekreterine, tarihin adsız kahramanlarına, her
birinin kimliğine birbiri ardına girerek varolmaktadır. Bu kişiler,
hürriyet ve istiklal kavramlarının ya da zaman zaman tarihin akışı
içinde hakikat olsa da insanoğlunun sonsuz serüveni çizgisinde
hala ütopik bu ideallerinin karşılığı birer fenomendir.
Bir Tarkovski Kahramanı: Tayfun Kocaman
“Kılık değiştirmek ile soyunmak arasında
hiçbir fark yoktur; bu oyunun öteki kutbu kim olduğumuzu bilmektir...”12
Tayfun Kocaman, 1997
|
Halen İzmir Fotoğraf Sanatı Derneği’nin (İFOD)
başkanı olan Tayfun Kocaman, İFOD’un 1994, 1995, 1996, 1997’de
gerçekleştirdiği geleneksel yıllık sergilerine katılmış ve yazımızın
başlangıcında belirttiğimiz üzere, otoportreleri ilgili kataloglarda
yer almıştır. Ülkemizde genel olarak fotoğraf derneklerine bakıldığında,
farklı birer vizyona sahip oldukları tespit edilebilir. İFOD’un
da, her biri orijinal üslup sahibi olan bazı üyeleri, Orhan Alptürk,
Yalçın Çıdamlı, Arzu Filiz Güngör, Tayfun Kocaman, ortak duyarlılık
alanları oluşturan eserler vermektedir. Bu fotoğrafçılar, dikkat
çekici varoluşçu bir tavır içindedirler. Çağdaş, modern bireyin
yalnızlığı, yabancılaşması, kayıtsızlığı, iletişimsizliği zaman
zaman ironik ışıltılarla bezenerek bir insanlık dramı olarak algılanmakta
yine bu bireyin, günümüzdeki ve coğrafyamızdaki yaşam koşulları
ile arasındaki uyumsuzluk, sık sık simgelere başvurularak ifade
edilmektedir. Cinsellik asla neşe dolu, tutkulu bir çoğul yaşam
olanağı olarak yorumlanmaz, bilakis tekillik üzerine felsefi bir
retoriğin bağlamı olarak değerlendirilir. Yaşam, bütün hayatiyet
simülasyonlarına rağmen bir boşluk ve yalnızlık kategorisidir.
Ama yine de bu kadınlar ve erkekler, kadınların ve erkeklerin
melankolik hikayelerini görselleştirirken, mükemmel bir güç alanına
–fotoğrafik yaratıcılığa- sahip olduklarını sürekli kanıtlamaktadırlar.
Yanı sıra paylaşılan diğer sorunlara gelince, bunlar da doğadan
soyutlanmışlık ve iletişim araçlarının sonsuz görüntü üretimi
ve tüketimi dolayısıyla yarattığı gerçekliğe yabancılaşma ve bıkkınlıktır.
Kimlik krizi, bütün sorunsalına rağmen, yaşamın temel esprisidir.
Ayrıca bu fotoğrafçılar bilhassa mükemmeliyetçi bir tavırla siyah beyaz
estetiğine ve bununla ilgili konvansiyonel tekniklere tutkuyla
bağlıdırlar.
Bu espri çerçevesinde Tayfun Kocaman’ın
otoportrelerine bakarsak: İFOD, Yüzyüze 1997 Sergisi ve Katoloğunda
(s.27) yer alan fotoğrafta, sanatçı ıssız ve çorak bir kırda ufuk
çizgisine arkasını dönmüş, çırılçıplak, sandalyede oturmaktadır.
Ancak, böylesine minimalist yorumlanmış bir peyzajın içinde, bütün
maddi varlığından sıyrılmış olan bu figür (!) aynı zamanda pozisyon
itibariyle -sımsıkı kavuşmuş elleri, yere dikilmiş bakışları...-
tem bir “düşünen adamdır” ve söz konusu durum zaman ve mekan koordinatları
belirsiz bir sürrealist ortamda ironik titreşimler yaratmaktadır.
Yine de fotoğrafın felsefi/teatral bir metin haline gelişi önlenemez.
Kocaman, malum “tanrısal yalnızlığı” bir kez daha sahnelemektedir.
Birçok kahramanın ardından -Atlas, Sisifos, Zerdüşt, Mersault,
Stalker, Appelt...- şimdi sıra ondadır.
Fotoğrafçının diğer otoportrelerinde de doğa,
ağırlıklı olarak mevcuttur:
Suların ortasında uzanıp giden ama nereye
vardığı belirsiz köprü-yollar bir yerde kesişmekte, fotoğrafçı,
bir silüet halinde kesişme noktasının ilerisinde bulunmakta ve
gizli devingenliği içinde sonsuzluğu simgeleyen13 sularla karşı karşıya, doğanın metafizik niteliğine işaret eden
romantik bir figür/işarete dönüşmektedir. (İFOD, Uzak-Yakın, 1996;
Katalog, s.23) Yine bir başka çalışmasında, sanatçı suların içinde,
bir taşın üzerine tünemiş kendi yansımasıyla başbaşa düşüncelere
dalmıştır. (Yüzyüze, s.26); bir diğerinde, güneş antik duvarlara
vurmuş, gölgesini yaratmıştır. (İFOD, Uzak-Yakın, s.22) Ve Kocaman’ın
kahramanı/kendisi edebi şimdiki zamanın içinde var olmaktadır.
Sonuçta hayata ve sanata dair krizler hep devam
edecektir. Ama bahsettiğimiz fotoğraf sanatçıları bu durumu en
azından tanımlayabilmektedirler. Hem de kendilerini “seçilmiş
kahraman” ilan ederek! Söylenmemişi ifade etmenin günümüzdeki
imkansızlığına rağmen, Borges’in dediği gibi:
“Yeni bir eylem yapamıyorum/ aynı masalı
kuruyor, yine kuruyorum/ yinelenmiş onbirli hece veznini yineliyorum/
başkalarının bana söylediklerini söylüyorum/ aynı şeyleri hissediyorum.
Aynı saatinde/ günün ya da soyut gecenin/ Her gece aynı kabus/
her gece şiddeti labirentin/ Ben, sabit bir aynanın yorgunluğuyum/
ya da tozu bir müzenin...”14
* Papirüs, Sayı 24, İstanbul, Şubat 1999
[1] Beaumont Newhall, Storia della Fotoğrafia, İtalyanca Çev. Laura Lovisetti
Fua, Einaudi, Torino, 1984, s. 32-33
[2] B. Newhall, a.g.e., s. 41-42
[3] Bkz. Andre Bazin, Çağdaş Sinemanın Sorunları, “Fotoğrafın Varlıkbilimi”,
Türkçesi: Nijat Özön, Bilgi, Ankara, 1996
[4]Bkz. Ferdinand Hodler (1853-1918) Fotoğrafları, Künstler photographien
im XX. Jahr Hundert 12 August bis 18 September 1977, Kestne-Gesellschaft
Hannover, Katalog 4/1977, s. 92-97
[5] Bkz. Simber Atay, “Fotoğrafımızın Bir Kahramanı: Nuri Bilge Ceylan” Dilizi
Dergisi, İzmir, Ekim Kasım 1992, Yıl:1 sayı:3 S,44-47.
[6] Butterfly (1993), Yönetmen: David Cronenberg , Oyuncular: Jeremy Irons,
Johne Lone.
[7] Lynn Gumbert, “Glamour Girls”, Art in Amerika, July 1996, s. 64
[8] Lynn Gumbert, a.g.m., s. 63
9 Luis Mizon, İnkanın Ölümü, Fransızca aslından çeviri: Erhan Büyükakıncı,
Can İstanbul, 1977, s.78
10 Atilla İlhan, Bütün Şiirleri: 4, Ben Sana Mecburum, Bilgi, Ankara, 1998,
s.153.
11 Atilla İlhan, a.g.e., “Meraklısı İçin Notlar”, s.175.
12 Luis Mizn, a.g.e. s.71
13 Bkz. Filozofia del tempo, a cura di Luigi Ruggiu, Anna Paola Zaccaria
Ruggiu, “Alion, Chronos, Kairos; L’immagine del tempoo nel mondo
greco e romono”, B. Mondadori, Milonu, 1998, s.300.
14 Lorge L. Borges, La Cifra, “Eclesiastes 1-9”; Çev. S. Atay, Milano, 1988,
s.34.
|