CAM EVLERİN KADINLARI
Handan TUNÇ
Fotoğraflar : Tuğrul Çakar
"Fotoğraf, bizim dünyadaki yokluğumuzu
kabul etmek yoluyla,
|
dünyanın varlığını korur."(1)
|
Stanley Cavell
|
Bedenlerini görüntülerde unutup gitmişler. Benliklerini yanlarına
almışlar mı? Yoksa sanatçı, unutulanları toplayıp bu bedenlerin
içine mi yerleştirdi? Bedenlerin bize sunduğu, sanatçıya emanet
bırakılmış yaşantılar mı ? Bedenin aktif bir kendilik olarak algılanmasının
belgeleri mi? Tutkunun temellendirdiği haz duygusuyla, günahkarlık
kabusumuzun ürettiği suçluluk duygusu arasında sıkışıp kalmış
bedenlerimiz, sanatın estetik kutsaması ile aklanabilmesinin olanakları
mı sunuluyor bu görüntülerde.
Öteki tarafından ayırdınavarılan, gözlenen, dikkatle incelenen,
tepeden tırnağa süzülen beden bir anda benliğinden alınıp, ötekinin
nesnesi haline gelir. Benlik, hem kendisi hem ötekinin nesnesi
olan bedenle yaşamak zorundadır artık. Öteki hem benliğimi benden
çalan, hem benliğini bana teslim edendir.
Sanatçı, böyle bir varlık çatışmasını duyumsatmaktan öte, her
gün kendine başka var olma nedeni üretmek zorunda olan, bedenlerini
yitirmiş benliklerin anlam arayışlarındaki sonuçsuz çabalarının
ürettiği hüznü paylaşmak istemiş olabilir mi?
Öykülerden kendini uzak tutarak sıradanlaşmaya önlem almak isteyen
modern ve modern sonrası sanat ekolleri, oluşturdukları insan
üstü görüntü dili ile belki öykülerden kurtuldular. Biçimsel ve
soyut görme biçimlerini işleyerek de olsa modernite, görsel savunma
mekanizmalarını rasyonalize etmeyi başardı. Teknolojik olarak
yayılan görüntü, çevremize mesafe koymanın, dünyayla doğrudan
bağlantı kurmanın ürkütücülüğünden kendimizi uzak tutmanın, yalıtmanın
modern bir yolu biçiminde gelişti. Gerçekliği giderek görüntü
dünyamızdan çıkarırken, gerçeklik kavramımızda yön değiştirmeye
başlamış görünüyor.
“ Bu gün, fotoğraf- sonrası döneme girerken imgesel ve gerçek
arasındaki varlıksal farkların telafi edilmez kırılganlığıyla,
kartezyen düşlerin trajik çöküşüyle bir kez daha
yüzleşmemiz gerekmektedir.” ( 2 )
Gerçek dünyadaki göndergelerden bağımsız, tekno-kültürün yaratığı
görüntü kurgulayıcıları, naif gerçekliğe inanmamamız gerektiği
konusunda bizi ikna etmeye çalışırlar. Bu bir tür insanın kendisinden
kurtulmasının da yolu olarak önerilir.
Oysa ne çok yaşam vardır, görüntünün henüz fotoğraf olduğu dönemlere
ait. Görüntünün sanatsal bir dil olduğu günlerden kalma...
Tuğrul Çakar’ın görüntülerinden sızan yaşamlar, görmenin katmanlarında
anlam serüvenine çıkmış izleyicisine, bir çok öykü anlatıyor.
Bunların çoğunda dişil bedenin ritüellik güzelliğinin içeriğini
tartışan, bedenin bir kader olarak inkarına dayanan dünyalardan
ulaşan, anonim bir seslenişin titreşimini bulmak, belki de dişil
evrenin trajik öyküsünü duyumsamak olası.
Öykü şöyle başladı:
Evrenin efendisiydi eril. Onun sadık kölesi olan dişil, efendisinin
gözlerinin içine bakarak, elini uzatıp yüreğinden ve usundan birer
parça koparıp aldığı günlerden, pazar kültürü labirentlerine sürülüp,
benliğini kaybettiği günlere kadar, gizdüşleriyle yaşantıları,
zamanı birbirleriyle barışık bölüştüler. Aldığı iki parçayla yeniden
biçimlendirdiği ikinci eril, sevinin ustası Denizi Arayan Adamdı.
Dişilin düş zamanlarına inşa ettiği tapınakta sanatın çanları
çalıyor, bitimsiz estetiğin şarkıları yükseliyordu.
Dişil rüzgardı. Bir gün seslenmek istedi Denizi Arayan Adama...Ödünç
aldı Denizi Arayan Adamın dilini. O’nun dünyasının sözcükleri
yoktu. Anımsanmayan bir şarkının ıslık sesiydi rüzgarın dili.
Bir defalık ödünç aldığı sözcüklerden yaşantılandırılmış bir masalı
anlatmaya başladı:
“ Seninle yalancı gülümsemeler ve anlamsızlık ürkekliğiyle, kaçınılmaz
yalnızlığım ya da tekil alınyazım üzerine söyleşmeyeceğim. Sözcükleri
anlam kesinliği içine hapsedip, onları eril zekanızın küçük araçları
olarak görmeye başladığınızdan bu yana, küçük baloncuklar yaratıp
seninle özgürce söyleştiğim anlar oldu. Soluğumla büyüttüğüm balonlardan
tek sözcük sızmıyordu, ne sana ne öteki yaşantılara...Artık baloncuklar
delindi. Etrafa dağılan seslenişlerimi topladım. Yeniden sadece
kendi yakarışlarımı duyabileceğim kendi tepeme tırmanıp, gök tanrılarının
tanıklığında kendimle söyleşeceğim. Düşünce evimin mekanlarından
mantığı çıkardım. Dışarıya açılan düzayak kapılarımı kapattım.
Düşünce evime girmek isteyecek düşçüler için küçük pencerelerimi
araladım. Düşünce evimin merdivenlerinden çıkarken derece derece
arınıyorum, gündelik yaşamdan. Sokak satıcılarını çıkardım sevilerimden.
Düşünce evimin mahzenine inmek, arzularımızın dünyayı yeniden
inşa edeceğine ilişkin düşlerin koridorlarında kaybolmak, mutluluk
adlı hazinenin peşine düşmek...Çıkmak ve inmek düşünce evimin
merdivenlerinden. Yersel ve göksel olanı bir birine bağlamak,
özenli bir örümcek ustalığıyla...
Paylaştığımız sanısıyla, zamanın gerçekliğini yitirdiği dünyamızda,
ancak kendi yarattığımız düşdostlarımızla söyleşebiliyoruz. Yalnızlığımız
karşılığında verilebilen tek avuntu bu olmalı. Geçmişin bize ulaştırdığı
her yıkıntı, kendi geçmişimizden gizemli bir soluk ulaştırır.
Bir yaşam sınırlara doğru ne kadar zorlanırsa o ölçüde gerçek
ve vazgeçilmez oluyor. Bu sınırların zorlandığı zamanlarda çoğunlukla
kendimizi ifade etmeyi tehlikeli buluruz. Biliriz ki bütün sevinçlerimizin,
zevklerimizin bedelini öderiz. Unuttuklarımızın hesabını vermek,
dünyanın dengesini korumak adına, bize düşer. Bir haz titreyişi
bile binbir buruklukla örtülür. Dünyanın diğer yarısının kibirli
yükselişi için, yüreklerimize doğru eğilmiş kafalarımız suçluluklarının
utancını sunarlar.
Hiç yaşanmamış, hiç söylenmemiş, hiç yazılmamış gibi yapmayı
dilediğimiz yaşam tarihimiz, hangi çirkinliğimizi bir tümsek oluşturmadan
örtüp saklayabildi? İlerlemek ve büyümek için, kendi etrafında
bükülen salyangozlara benziyorsunuz. O görkemli kabuklarınızdan
artık daha sık çıkmalısınız. Bizim solgun gecelerimiz sizi ürkütmemeli.
Denizi Arayan Adam; yıkıntının efsanesini sana anlatmalıyım. Bir
gün sığınağınızı terk etme zamanı geldiğini anladığınızda, kendi
ördüğü ağın kusursuzluğunda çırpınan, dişi örümceğe anlatman için.
Zaman kendisini böyle bölümlüyor. Dünle bu gün arasında, terkedilmiş
salyangoz kabukları ve örümcek ağlarının kalıntıları iz bırakıyor...
Bizim yazgı saydığımız, çoğunlukla en değerli yetimizdir. Boşa
harcadık hüznümüzü. Cezbetmek için ölümün enerjisini kendine mal
eden bizlerin, yapar göründüğümüz yanlış, kendimize acıyabilmekti.
Oysa adını koyamadığımız bu utançtan daha erdemli ‘merhamet’ yaratamadık.
Ufkun hiç bir yerinde ışık özlemi kalmadı. Ne çağrınızın ne yüreğinizin
sesini duyduk. Ölümün yavaşlığında istemi ve zamanı barındıran
yaşam bilgeliğini sizden satın aldık. Göz yaşlarımızın karşılığında...
Artık ilişkilerimizin doğasını, evrenin tatlı rengini aramamız
gerekmiyor, bundan böyle...Yararsızlık yok artık, arzuda yok.
Bir çocuğun ağlayışındaki telaşlı soluk alış inandırabilirdi bizi
bir gün, yaşantılarımızın çoktan karartılmış olup, yüreğimizin
gölgeden öte bir şey olmadığına...Bizden sakınılmış, bütün zamanlarda
var olma hazzı. Kat kat bilgi ve erdem duvarları örülmüş, hüznün,
acının, özlemin bahçelerine biz artık yeni mevsim beklemiyoruz.
Yazgımızın ruhumuzdan sıyrılıp gitmesini sessizce izliyoruz.
Uygarlığın yasalarıyla düzenlediğiniz evrende, boşlukta duruyor
edimlerimiz. İnsansal olmaktan uzak, kendine göre karanlık, bir
sözdizimine göre izliyor birbirlerini yapıp etmelerimiz. Güç taleplerimiz
yok . Belleğimiz taç yaprakları veriyor mevsimsiz.
Ateş ve toprak ölümcül karşıtlık... Su sızıyor aralarından olmazlık
ülkesine doğru. Uygar kodla ürettiğimiz inanışların, peşine takıldığımız
doğruların, yazdığımız ‘bir arada’ yaşama reçetelerinin, düzmece
barış şarkılarının karmaşasında dünü yitirdik. Bugünü eksik kılan
düne ait her tanığı ve belgeyi yok ettik. Dün kurgusal totemlerin,
garip bir sürüngen gibi, tek yöne ilerleyen zamanın yer aldığı
eskimiş bir anlatı. Dün, yüzleri yandan, gözleri karşıdan bakan
eski Asur kabartmaları gibi bakmakta şimdi bize...Zamanın elektrikli
sandalyede öldürülmesinden çıkar sağlayanlar, geleceğin de boşlukta
yitip gitmesini arzuladılar. Çünkü onlar biliyorlardı:
“Eğer her şey geçmişte sonsuza kadar saklanıyorsa , geçmişin
bir parçası yaparak kalıcılaştırmayı arzuladığımız şeyi bugün
seçmemiz önemlidir.Yaşamın gizi budur: geleceğin hiçliğinden bir
şeyleri koparıp, ‘geçmişte olmaya’ taşıyoruz. Dolayısıyla insan
sorumlulukları ,’ geleceğin eylemciliğine’ bireyin gelecekte olasılıkları
seçmesine ve geçmişin iyimserliğine, bu olasılıkları geçmişin
sığınağına aktararak gerçekliklere dönüştürmeye dayanır.”(3)
Çekildi yaşantımızdan yavaş yavaş geçmiş ve gelecek. Soyundu
zaman, gizdüşün topraklarından mermer bir kayıkla yola çıkıldı,
olmazlıklar ülkesine doğru...Çekildi deniz, son bulduk, yenildik...
Elma kurtlarını kutsayan yakın dönem tanrılarınız, dişiyi sinsi
bir asalaklık, kayıtsız bir tür evcillik, içine hapsettiler. Toplumsal
yaşantınızın koruyucu sıcaklığında, yapay bir insancıllığın solgun
ışığına çöreklenen, yarı açık gözleriyle, hak ettikleri güzellikleri
mırıldanan, incecik küflü tünellerinde, mücevher kutularında korunmaya
alındıkları yanılsamasıyla soluk alan dişiler...Doğru iyinin ancak,
kötünün özgürleşmesiyle çıkacak çatışmada geriye kalanın iyi olduğu
öğrenmekte geciktiler.
Sevmek, aklımızın adımlarını engelleyen saldırgan sarmaşığa dönüştü.
Onları budamayı öğrenmeliyiz. Bilincimizin labirentlerinde defalarca
kendimizi yitirdik. Çıkış kapılarının ardında duran korkularımızdı.
Artık çıkmalıyız, korkularımızın üstüne basarak, ayaklarımız kavruluncaya
dek güneşte koşmalıyız. Zamana hendek açan deliyle, keşişin buluşması
sağlanmalı. Kanı çekilmiş oyuncular olarak, zamanın içinde şişirme
roller oynamaya zorlanırız. Evrenin perdesi güvelenmiştir ve deliklerden
artık sadece hayaletler görünüyor. Bütün gelecek düşlerinin sayıklama
ya da sahtekarlık gibi göründüğü can çekiştiren çağlar ortasında
dogmaların bando sesinde artık yürümeyeceğim.
Zamanın kaçınılmaz yok ediciliğine direnmek, bizim bir atık su
kanalında kokuşmuş pek çok döküntüyle, yarına ulaşma çabalarımızı
güçlendirdi. Ödev ölümün bir provasıymış gibi ağırlaştı. Bu günün
yaşamı yarının ölümü tarafından sömürgeleştirilmiş. Güz öykünmesi
yüzlerimiz sarı ufka doğru çevrilmiş, boy sırasına girmiş ölümlerimizin
yürüdüğü bir sonraki gün batımını izliyor.
Artık yolculuğa çıkmalıyız. Yeni keşifler ya da deneyimler için
değil; amaçsızca kendi topraklarımızdan yavaşça uzaklaşmak için.
Yeni varolma ya da olmama biçimini bulmak için yolculuğa çıkmalıyım.
Bedenlerimizin nerede olduğunu bilememekten yorgun düşeceği uzaklıkta
olan yerlere doğru... İnsanın başkalarında aradığı; yolculuklardaki
gibi, kendi topraklarımızdan uzaklaşmak değil mi? Gecenin gelmesiyle
ışığın odadan çekilmesi gibi, kendi benliğimizden elimizi çekmeliyiz.
İnsanın kendi yaşamı karşısında kayıtsız kalmasının daha gerçek
biçimini denemeliyiz. Kendimizi sevecek ve kabul edecek gücümüz
kalmadı. Öyleyse ‘ben’ tanımlarımızı değiştirmeliyiz. Kendi kapılarımızı
çarparak çıkıp gitmeliyiz. Tanımadığımız değerler borsasının geçerli
olduğu, bize ait olmayan düşlerin görüldüğü yerlere gitmeliyiz.
Tatlı düş ülkesinde bıraktığımız, geçek adını, gözlerini, bedenini
unuttuğumuz, allak bullak sevdalarımızın , olabilir bir umuda
açılacak penceresi yok.
Denizi arayan adam, gizli durur söylenmemiş büyük şeyler kısa
şiirlerde bilirsin, ‘lekesi çıkmıyor düşlerin döküldüğünde bir
tenin üstüne’ Azizler hala cüzzamlıları püyor olabilirler. Cüzzamlıların
azizi öpme zamanı geldiğinde, yeni bir zaman başlayacak, başka
uzamlarda, insan anlağının türün anlağında o yırtıcı iç olgunlaşması,
geçerli tek gerçek olacak. Rüzgarla denizin yerküredeki öyküleri,
başka bir dünyanın mitsel geçmişini tamamlayacak..."
Daha anlatılabilecek kaç öykü vardır görüntülerin kuytularında
saklanmış... Sanatçı , hangi yöntemle olursa olsun, nesnesini
anlamlı bir biçime dönüştürürken, ürettiği her şeyle kendisini
üretir. Bu kendi kendini üretişte ‘ben’ dışlaştırılır. Mekanı,
formu, zamanı kendileme çeşitli düzeylerde gerçekleşir. Kendilerini
bir gücün bir imgenin ortaya koyduğu aktif bir yaşantı ya da bir
süreç olarak üretirler. Sanatçının doğayı, varoluşu, ve kendi
algılama biçimlerinin geçirdiği her değişim aşamasında, mekanı,
formu, zamanı, yaşantıyı kendileme yöntemi değişmiştir. Her kendilenen
anlam, maddeleşmiş ve içinde oluşan edimle biçimlenen bir görüntü
evrenine dönüşmüştür.
Bütün yaratıcı etkinliklerin amacı, biçimin nasıl yaratıldığı
ve nasıl etki oluşturduğunu söylemek değil, o etkiyi yaratmaktır.
Sanatçı bazen maddesel olanı vurgulayarak, kalıcı yapılara yönelirken,
bazen de ölümlü bir varlık olma gerçekliğini yadsıyarak, kendinden
sonra yaşamı sürdürecek bir işaret oluşturmaya, başka bir deyişle
maddesiz olanı, maddeleştirmeye çalışır.
İnsanın biçimlendirme etkinliğine toplumsal bir süreç olarak
bakıldığında, insan düşünce etkinliklerinin sadece dünyanın yorumlanmasıyla
yetinmemesi, bunların dünyayı değiştirmeleri amacıyla yönlendirildiğini,
özellikle sanatçının alt bilincinde dünyayı değiştirmek idesinin
hep saklı durduğunu söyleyebiliriz.
Yapılandırılmış bir biçim olarak fotograf, dünyanın üzerinde
denetimsiz olan ve değer kısmını olduğu gibi bırakırken bir kısmını
biçimlendirmeye karar verdiğimiz bir parçasıdır. İçerik ise, biçim
üzerinde istek belirten aynı dünyanın bir parçasıdır. Biçim üzerinde
isteği olan herhangi bir şey biçimin içeriğini belirler. Biçim
somut bir nesne gibi değil de yapıcısının yaşam deneyimlerini
yansıtan eylem, insan kişiliğini uyaran onu etkili, verimli ve
yaratıcı bir davranışa yönelten bir gizilgüç olarak görebiliriz.
Biçim yapımı bir ilişkilendirme tasarımıdır. Başlangıçta görüntünün
biçimlendirilmesi olarak anlaşılan fotoğraf , geçekte diyalektik
bir karşıtlık içinde görüntünün dışında kalan dünyayı biçimlendirir.
Sanatçı, yaşam etkinliğinin kendisini, isteğinin ve bilincinin
nesnesine dönüştürür. Yaratıcı insanın bilinçli bir yaşam etkinliği
vardır. Sanat ürünleri, insanların kendi yaşam sürecini, tarihsel
konumunu, bir tarih nesnesi olarak kendini gerçekleştirme olanaklarını,
yaşamın hedeflerini, geleceğe yönelik istem ve umutlarını, beklentilerini,
düş kırıklıklarını canlandırıp, yansıtılmasını, yeniden kurgulanmasını
ya da karşıtını var etmeyi olanaklı kılan biçimlerdir.
Tuğrul Çakar’ ın yapılandırılmış görüntülerinde, insanın türsel
bir varlık olarak, taşıdığı gizilgüçlerin belli tarihsel andaki
gelişmişlik düzeyi, bu düzeyin içerdikleri tüm çelişkilerle birlikte
yansıtmakla kalmaz, toplumun ulaştığı gelişmişlik düzeyinden kaynaklanan
umutlar, beklentiler, arzular istekler, özlemler, kendini aldatmalar,
düşünce ve seziler, irade ve dürtüler de içerilirler. Görüntüler;
bir yandan özgül toplumsal süreçlerin ürünleridir, öte yandan
bir özerklik vurgusuyla toplumun karşısında eleştirel bir konum
bulmalarına neden olan, bir gerçeklik içeriğini nesneleştirir.
Tinsel kültürel olgular ve sanat yapıtları bütünüyle maddi gerçekliğe
indirgenemez. Onların göreli özerklikleri vardır. Sanat yapıtı,
özellikle içinde oluştuğu çağın bütün çelişkilerini taşır. Bu
çelişkileri aşamaz ama dönüştürme potansiyelinin bekçiliğini yapar.
Bir nesne olarak sanat ürünü özünde ve normal durumunda özne
olarak alımlayıcıyla bir iletişim içinde bulunur. Buna göre özne
ve nesne, burada bir sanat deneyimi nedeniyle birbirine bağlanan
iki ayrı kutup olarak kavramsallaştırılmamalıdır. Her şeyden önce
özne ve nesne, bir sanat ürününde henüz alımlayıcının işin içine
girmediği bir uğrakta, birbirine dolayımlanmış son derece karmaşık
bir yapı içerisinde bir arada bulunurlar. Bu açıdan sanat ürününü
salt bir nesne olarak ele alan, alımlayıcı olarak özneyi onun
karşısına yerleştiren görüş, bu dolanımlanmayı görmemezlikten
gelen eksik bir bakıştır.
Sanatsal görünüş, sanatın otonomisini oluşturan estetik uğrak
nedeniyle, verili toplumsal durumla bir bağlantı taşır. Öz olarak
verili toplumsal durumun kendisi, hakikat içeriği açısından belirlenimsiz
kaldıkça, sanat da kendisinin özsel bir özelliği olan görüş düzeyinde
bu belirlenimsizliği sunmayı sürdürür. Bu düzeyde toplumsal problemler,
sanatsal problemlere dönüşmüştür. Sanat yapıtı kendisini dünya
görüşü katmanlarında, içerik olarak aldığı geçmiş ve çağdaş toplumların
çatışkılarının örüntüsü olarak sergiler. Bu durumda negatif kavrayış
yoluyla sanat insanlığın kendisini tanımasına, anlamasına yardımcı
olur.
Sanat yapıtının toplumsal etkisi ile, tarihsel olarak yerini
almış alıcıların beklenti ufku arasındaki bağlantının var olduğu
her zaman göz önünde tutmalıdır. Ama yapıta getirilen yorumların
kapsamında yapılanma içine yerleştirilmiş bir izleyici motifinin
bulunması, izleyicinin amacına özgü belirtilerin değerlendirilmesini
sağlayan ölçütleri yaratır. Yapıtın derin amacının öz niteliği
ile ilgili varsayımların bağlantılı olması kaçınılmazdır.
Bütün sanat dallarında olduğu gibi fotoğraf sanatı da; aynı anda
bireysel ve bireyler üstü, spontane ve geleneksel, tarihsele yakın
ya da uzak, doğaya yakın ya da uzak amaçlı ya da amaçsız zıtlıkları
kapsar. Onu insanlara hem düşman hem de insan canlısı olarak etkili
bir üretim biçimi olarak görmemiz olasıdır. Bildirim ve anlaşma
gereksinimine, toplumsallaştırma ve birleştirme görevine hizmet
eden fotoğraf sanatı; kişisel ve içten en aktarılmayan yaşantıların
gerçeği, iyi saklanmış sırların saklanması için bir araç ve haz
duyum kaynağı haline gelebilir.
Sanat zaman zaman, bütün pratik amaçlarında yaşamın en önemli
sorunlarıyla ilişkin sorumsuzluğu geliştiren, bazı var olma koşullarına
aldırmayan bir ‘uyuşturucu’ gibi etki eden araca dönüşebilir.
Sanat artık hiçbir şeye inanmayan, insana ait değerleri unutturan
bir inancın nesnesi olabilir. Bir izleyicinin samimi olmayan gözyaşlarına
dert ortaklığının yanılgılı aracı olabilir. Sanatın en göze çarpan
zıtlıklarında, aynı derecede bencilliğe ve özveriye bağlanabilirliği
de vardır. Sanat kaynağını insan gereksinimlerinden alır. Kendi
özel estetik biçim çabası gösteren amacına ulaşır. Ancak, yaratıcı
bireye tamamen ‘ben’ ile ilgili ‘mikro tüketim’ içinde yaşamın
tadını duyumsatarak, onu diğer bireylerden ayırarak gerçekleştirdiği
işlevi, sanatın ‘çift değerliliği’ özelliğidir.
Türün sosyal ortamında ifadede en yetkin sanatçı bile, çoğunlukla
kendisini toplumsal olamayan, toplumsallaşmaya yetisi olmayan
bir varlık olarak duyumsar. Sanatçı kendisini savunmak için de
olsa, ötekine yönelir, onları ürkütmez ama aynı zamanda onların
varlığına olan sevgisizliğini, onları küçümseyişi, yaratımının
temel besleyici kaynağı olabilir. Sanatçı da izleyicisinin büyük
bir bölümü gibi duygulu ve bencildir.
Tuğrul Çakar’ın fotoğraflarındaki hümanizma, kendi varlığının
kaygısında, dürüst olarak kendi kendini -aldatma ve ucuz benimseme
olmaksızın- tanımlamada, kendisini koruyarak da olsa ötekine ulaşma
çabasında bulunabilir. Ancak, öteki (alımlayıcı) bu sanatsal görüntülere
borçlu olduğu ruhsal hazzında, ona karşı gizli bir kuşku duyumsar.
Bunu, belki de sanatın ele geçirme gücünde köklenmiş, kandırılma
korkusunun türettiği bir dikkat olarak açıklamak olasıdır. Bu
durum, her gün kilisede dua etmeyi alışkanlık haline getirmiş,
tanrıya yakın olmaya değil, onu reddedebilmenin bilincini oluşturmaya
çalışan inançsızı anımsatıyor.
Sanatçı her sınırları çizilmiş organizasyonda, her kurallı donanımda,
insanın varlık özüne yabancı her düzende, sanata bir saldırının
olduğundan kaygılanır. Bu kaygı onu, ‘anti-sosyal’ duygulanımlar
içine kolayca sürükler. Sanatın kendine özgü yalnızlığının, hem
geleneksel hem de spontane unsurlar içerdiğinin bilincinde olmaksızın
her kurum ve geleneğe karşı çıkar. Sanatçının topluma karşıtlığı,
sanatın otonom oluşum olarak içinde taşıyan orijinal yabancılaşma
motifleri dışında, insanlığın türüne olan hoşgörüsünü yitirdiği
bu dünyadaki amaçlara duyulan güvensizlikle de açıklanabilir.
Bu durum, O’nu giderek artan bir ayrılmaya ‘kendini yalıtma’ ya,
dıştan gelen her şeye ve yabancı olana karşı kendini savunmaya
zorlar.
Sanatçının yaratıcı etkinliği, kendi sosyal ve hümanist düşüncesine
karşın, hem ötekine düşman hem de ötekinin sorunları için kaygılanan
bir dost olarak etkilenebilir. Sanatın yapılaşma yönteminde ve
insansal kökeninde gerçek sunu değişmez: Sanatçı ürünleriyle çoğunlukla
yabancı olduğunu görür. O, bütün kişiliğini, ruhsallığını, sınırlarını
kendi için saklamayı ve her şeyi göstermeyi, konuşmayı baskı altına
alır. Bu sanatçının reddettiği ama dışlamadığı toplumdan olası
kaçışıdır. Yalnızlığın liriği, yalnızca paylaşılan sanatın (sanatçı
- alımlayıcı arasında ) arka yüzüdür. Her ikisi de sosyal olarak
bağımlıdır. Yalnızca biri toplumsallaştırmanın pozitif değerlerine,
diğeride bunun hoşnut etmeyen biçimlerine yönelmiştir. Sanatın
her şekli, yabancılaşma yaşantısı ile bağlıdır.
Günümüz sanatının açıklanamaz olması, söylem sıkıntısı, dilin
dolanması, kekelemesi, tek ifade değerinin ifade edilmesiyle yetinmesi,
O’ nun insansız bir evrende bulunduğu anlamına gelmez. Tersine
insanların birbiriyle konuşacağı ortamı, insanların birbiriyle
anlaşabileceği bir ortamla karıştırmaya karşı çıkması anlamına
gelir. Toplumsal varoluşun önem ve amacına karşı çıkarak, işlevini
benimseme ve kabul etmeye ilişkin tutum, etkisizleşmiş bireyin
sosyal çevre dışında olduğu anlamını taşımaz. Tersine ödevini
yerine getiremeyen bir toplum ile, düşünce üretebilen ve etkileyebilen
bir insanlığın arasındaki ayrımın ayırdına varıldığını gösterir.
Hoşnutsuzluk ve bunu kabul etme cesareti, gerçekte olmayan bir
anlaşmanın görüntüsünden çok, sosyal bilincin açık kanıtı olarak
görülmelidir.
Günümüz sanatında sıklıkla karşılaşılan olumsuzluklar, yalnızca
endüstrileşmiş rekabet ekonomisinin sonucu, ortak insani değerleri
koruyabilen bireylerin giderek azalması değil; aynı zamanda insanla
barışamamış, kendini narsisistçe beğenme yazgısından kurtaramamış,
‘anlaşılma’ talebine karşın ‘anlamanın’ tarafı olduğunun ayırdına
varamamış sanatçıdan da kaynaklanmaktadır. Yalnız kendine bağımlı,
kendine aşık sanatçının geleceğe açılan yolunun oldukça uzun,
yorucu olması şaşırtıcı değildir.
İnsanı ruhsal doygunluğuna ulaştıran bir tad olarak sanatı alımlama
alışkanlığı çok yaygındır. Oysa sanat ürününün iç uygunluğunda
yaşantıyı paylaşmanın hoşnutluğu, zahmetsiz, kolayca ele geçirilebilir,
katıksız bir sevinç değil, tersine zor bir ödev ve güncel bir
moral sınavdır. Aynı anlamda sanatsal yaratımla buluşmak; zevk
alınarak yenilecek, koparılmak için olgunlaşmış bir meyve değildir.
Alımlayıcı, sanatçı tarafından bitirilmemiş olguyu sürdürmek zorundadır.
Sanat ürününün anlamlandırılması, yalnızca dikkatli ve derinlemesine
bakış, estetik duyarlılık gerektirmez; aynı zamanda, sanatsal
çalışmanın yeniden inşası ve tamamlanması yeterliliğini koşul
koyar. Sanat ürününü bütün gücüyle tüketen çok yönlü yaşam gerçeğinin
insanıdır.
Sanat ürünü, zamanın akışıyla etkilerini dönüştürüp yeni ikinci
gizli anlam zenginliği kazanabilir. Sanatsal anlatımın üretimden
tüketime değişimi; ilk bakışta bir bozulma olarak görülebilir.
Oysa dışa yansıma ve dıştan içe girme sonucu sosyal bir araç olarak
sanatsal olgu bu değişimi varlığının zorunlu koşulu olarak yaşar.
Sanatçının tüketiciye sunduğu şey tamamen söylemek istediği şey
değildir. Subjektif sanat arzusu ve objektif irade yaratma zorunluluğu
sanat yaşantısı anlamında tamamen birbiriyle örtüşmez. Tüketim,
üretimin basit kendine mal edilişi değildir. Yaratma ve algılama
olgusu diyalektik bir gelişmenin çeşitli evrelerini gösterir.
Sanatçının ortaya koyduğu soruya, bir yandan tamamlanmış sanat
ürünü diğer yandan ürünü yanlış anlama riski olsa da tüketiciyle
oluşan sanatsal yaşantı, yanıt oluşturur.
Sanat ürününün sanatçı için üstlendiği işlev, baştan beri ürünün
o andaki ya da daha sonraki tüketicisinin yaşamında üstlendiği
işlevlerden farklıdır. Ürünün kendi somut içeriklerine ait olmayan
her şeyden yalıtılması ve birbirlerinden ayrılması onların ruhsal
sınırlılığı, otonomluğu, sanatçıya ve içinde kök saldığı alana
yabancılaşma olarak anlaşılmalıdır. Sanat ürünü sanatçıya bir
tür ruhsal ve düşünsel yoğunluktan kurtulma olanağı tanır. Buna
karşın tüketiciye, yabancı bir yazgıya katılmak, düşünsel ve ruhsal
yoğunluk yüklenerek kendi varlığının sorunlarıyla yüzleşebilme
yükümlülüğünü verir.
Sanatın geleceği çok sayıda öngörünün ileri sürülebileceği asla
yanıtı kesinleştirilemeyecek bir sorudur. ‘Sanat artık topluma
yararsız lüks bir üretim mi?’, ‘Sanat dünya tarihinin eşi görülmemiş
bir gelişmeyle insanla buluşma doruğuna mı ulaşıyor?’ Bu sorular
geleceğin insanı konusunda akıl yürütmemizi gerektirir. Tuğrul
Çakar’ın görüntü dünyası bu soruları bir kez daha akla getiriyor.
Günümüzde sanatın estetik arayışı, etik bir hiçliğin uzağında
olmayan, bir tür ahlaksal yalnızlığı yaşamaktadır. Bu saptama,
sanatın insan gelişiminde anlamlı katkılar sunduğu inancını taşıyanları
incitebilir. Sanatsal alanda sanat ürününün değerinin giderek
daha az ölçüde yalnızca sanatçının çalışmalarına bağlı kaldığı
gözlemlenebilir. Bu; sanat dünyasıyla sanat pazarına bağlı para
dünyasının giderek daha büyük oranda iç içe geçmesinden kaynaklanır.
Sanatçı giderek toplumsal tartışmanın dışına itilir ve onun toplumsal
işbirliğinden ve iletilerinden uzaklaşılır. Günümüzde aydın olma
kimliğini yitirmiş olan sanatçı, duyarlılığını, yaratıcı kimliğini,
özgür eleştirel yorumunu iletmekte güçlük çeker. Oysa Tuğrul Çakar
hiçbir pazar alışverişinin nesnesi haline gelmediği için, O tüm
duyarlılığını ve yaratıcılığını insanla paylaşırken insanın geleceğine
olan inancını da korur. Tüm eleştirel yorum yoğunluğuna karşın
arayışlarında insana olan güvenini yitirmez.
Sanatın içinde özgürleşebileceği kültürel atmosferin oluşturulmasında
gecikeceğimiz her gün, onun insanları özgürleştirecek filizlerinin
kurumasına neden olacaktır. Üzerine dilek bezleri bağlanan beş
bin yıllık bir ağaç gibi yaşantımızın ortasında durmasına engel
olamadığımız sanat, serinletici değil, üşütücü gölgesini insana
sunacaktır.
|