Yenilik ya da icat nedir diye sorduğumuzda aslında çok karmaşık
süreçlerden bahsederiz. Karl Popper "icadın mantığının
olmadığını" söylediğinde sorunu göreli bir kolaylığa
kavuşturuyordu, ama nihai olarak "yeni ne demektir?"
sorunu çözülemiyordu. Bu soruyu en radikal bir şekilde ortaya
atanlar gerçekten de sosyal tarih çerçevesinde Gabriel Tarde,
felsefe düzeyinde ise öğrencisi Henri Bergson oldular. Tarde'a
göre "yeni" iki taklitler serisinin şu ya da bu
anda buluşmalarıydı. Sözgelimi fotografın icadı önünde sonunda
çok eski bir camera obscura tekniğiyle bazı maddelerin güneş
ışınlarından farklı oranlarda ve dereceler boyunca etkileniyor
olmaları konusundaki "simyasal" bilgilerin Niepce'in
kimliğinde ve beyninde biraraya gelişlerinin bir sonucuydu.
Optik ile kimyanın özel bir bileşimi... Sinema ise kinetik
ile fotografın özel bir bileşimi olarak optiği ve kimyayı
içermeyi sürdürüyordu. Hatta Hollywood "star sistemini"
oluştururken sonuçta bunu bir "kozmetik sanayii"
olarak da görmemiş miydi? Boya ve makyaj, ışık ve imaj birbirlerini
tekrarlayıp durmaya başladığından beri klasik bir sinema
tarihinin içine girmiş durumdaydık zaten. Bazen icadın ve
"yeni"nin buluşmaları son derecede farklı türden
ortamlar arasında olabilirler. Fotoğrafın başlangıçlarında
pozlama süresinin uzun olması gibi sonradan giderilecek
teknik bir mesele bile birtakım kültürel ve sosyal oluşumlarla
biraraya gelmişti: portre fotoğraf yalnız ölüler üzerinde
mümkün olduğu için, 19. yüzyıl ortalarında özellikle Protestan
ülkelerde "memento mori" (ölümü hatırla) sanatçıları
türediler ve aileleri için ölü çocukları süsleyip püsleyip
fotoğraflarını yadigar bırakma konusunda uzmanlaştılar.
Pozlama süresi kısaldıkça "sokaktaki resim" teknik
olarak elde edildi, ama Rodin ile fotografçı bir arkadaşının
bir sohbetinde dile getirildiği gibi bu bir gerilime yol
açtı: tamam enstantane fotoğrafı elde edebilmiştik ama sokaktaki
hareketli nesneleri, yayaları, arabaları, uçan bir kuşu,
koşan bir atı çektiğinizde çok tuhaf bir görüntü elde ediyordunuz.
Neden bunları seri imajlar halinde çekmeyelim (Muybridge,
Marey)?.. Açıkçası enstantane fotoğraf bir "film
beklentisi" haline gelmişti belli bir noktada...
Hareketi fotogramlar halinde kaydererek yansıtmak... Herkes
bunun fotograf değil fotogramlar silsilesi olduğunu biliyordu
ta baştan beri ve çoğu kişi bunun ne işe yarayacağını, hareketi
aynen yansıtmanın ne gibi bir işe yarayacağını (sinematografinin
mucitleri de dahil olmak üzere) pek kestirebilmiş değildiler.
Ancak Méliès sonrasında "montaj" devreye girince
sinemanın devrin en etkili aracı olacağı ortaya çıktı. Çünkü
modern toplum, endüstrisinden edebiyatına, sanatından mimarisine,
devletinden ekonomisine bir "montajdı"... Napolyon
modern usul ve medeni kanunlarını aslında monte ettirmişti.
Mühendislik montajdan ibaretti (ve zaten terim 19. yüzyıl
mühendisliğinden türemiştir). Montaj her şeydi ve sinema,
her şeyi kaydedebilen bir cihaz olarak ortaya çıktığı andan
itibaren modern toplumun özünü en iyi yansıtacak ortam olarak
beliriyordu: çünkü sinemanın bizzat özüydü montaj (Eisenstein)...
ta kendisiydi... Ve bu sayede sinema modern toplumda neler
olup bittiğini başka her şeyden daha iyi kavrayacak ve ifade
edebilecek araç olarak görünüyordu. Epstein, Eisenstein,
Vertov gibiler için "montajın" her şey olması
sinemayı, adandığı kitleler ile buluşturacak bir özellikti
--uyutulacak ya da uyandırılacak, ayaklandırılacak kitleler.
Sinemanın başlangıçtaki özgüveninin göreli olarak çabuk aşındığını
söylemeliyiz. Deleuze bu aşınma sürecini hareket-imajın
krizi olarak tasvir ediyor. Godard ise suçu "talkies"de,
yani "konuşkan filmde" buluyor. Montajdan bu vazgeçiş,
Bazin gibi büyük bir sinema filozofunu bile etkilemiş ve
sinemanın bu sayede realiteye daha derinden hakim olabileceği
fikrini uyandırmıştı onda. Montaj ilkelerini yeterince ve
neredeyse tüm zamanlar için formelleştirmiş olan Griffith'in
sineması yavaş yavaş montajsız sinema karşısında geri çekilecekti...
Ama bu gerçekleşmedi: montaj televizyona, Godard'ın deyişiyle
sinemanın yarattığı o büyük günaha geçti, üstelik bu "yavru"
apansız genişleyerek sinemayı da "kayıt altına almaya"
başladı. Video teknik bir yenilik olarak bildiğim kadarıyla
televizyonun hareket kazanabilmesi ve anında yayından kurtulması
için geliştirilmiş televizüel bir teknoloji. Kameranın ufalmasının
nedenlerinden biri de hiç değil: 16 ve 8 milimetrelik kameralar
bunu zaten sağlıyorlardı: tabii ki savaşı kaydetmek için...
Sonuçta enstantane-seri fotoğrafların mucidi ve sanatçısı
Muybridge de Amerikan iç savaşı sırasında Kuzey'in cephe
fotoğrafçısı değil miydi? Sanatı, "yüce" bir metafizik
çerçevede görmüyor olsam da, ondan bazı şeyler beklemek
istiyorum yine de... American Independent Cinema (Amerikan
Bağımsız Sineması) 16 milimetrelik kameraları günlük hayatın
içine atıverdiyse bunda bu kameraların, askerlerin ve Vietnam
savaşının elinden kurtarılarak "sivilleştirilmesinin"
büyük bir rolü olmuştur. Kamerayı sokağa çıkarmak konusundaki
o büyük gerilimi hiçe sayan büyük İtalyan sinemacılarını
unutmamak gerekir... Bu tür kopuşları video adına talep
ediyor ve benimsiyorsak bırakın bunun güzergahını işimizi
yaparken, arşivlerimizi oluştururken biz tasarlayalım. Biz
bütün bu süreci, kameranın sokağa çıkma gayretini, kişiselleşmesini,
ana ve olaya bağlı kılınmasını, bakış açılarının çoğulluğunu
beslemeye yönelik bir gayreti videoya ait bir çaba diye
düşünüyorsak bunun nedeni bu tür arayışların sinema tarihi
içinde bulunmuyor olması değil. Tam aksine bütün sinema
tarihinin bu videografik imaj arayışında olduğu gibisinden
bir izlenim. Eğer Coppola bile "video kamerasını alıp
evinde, odasında, dışarıda olup biteni çekmeye başlayacak
tombul bir genç kızın bir Mozart haline geleceğini"
özlüyorsa gerçekten de biraz "eğilimlerin önemi"
adını verdiğim şeye dikkat etmek gerekir.
Video meselesinin esasında bir postmodern olgu olduğunu hiç sanmıyorum.
Bir defa, daha önce de vurgulamıştım, "ben sanatçıysam
ve eserimi, bir hela olsa bile müzeye koyuyorsam, bu bir
sanat eseridir" gibi bir tutum tam da moderniteye aitti
(Marcel Duchamp, Dada, Gerçeküstücülük). "Alıntı"
tam anlamıyla "modern" bir mecburiyettir ve bunun
şahikasını kabul edilmeyen ve sadece alıntılardan oluşan
tezinde bizzat Walter Benjamin gerçekleştirmişti. Video
Sanatı denen şey sanıyorum 70'li yıllarda kendine bir "ad"
buldu... ama ağırlıkla minimalist-feminist performans sanatçıları
sayesinde: Ulrike Reichenbach ve benzerleri... Video onlar
için sonunda "görüyorum" demekti: kadın vücudunu,
kendi vücudumu başka, kişisel bir bakışla "görüyorum"...
Kamerayı vücudumda gezdiriyorum ve benlerimi, apış aralarımın
çirkinliğini (ya da isteyene güzelliğini) hissediyorum...
Kameramla sokağa çıktığım zaman bana nasıl baktıklarının
monitörü olabiliyorum... Video yansıtmaz, bir ayna vazifesi
görür. Bütün bu minimal uğraşlar alanını bir kalemde silip
atmak herhalde anlamsız olurdu. Sonuçta modernliğin en büyük
sinemacılarından Dziga Vertov da bu "görüyorum"un
peşindeydi: kino-glaz, yani Sinegöz...
Video'nun özünde demek ki "kadın" yatıyor. Çünkü kendi vücudunu
reklamcılığın ya da Hollywood sinematografik sisteminin
resmettiği tarzdan farklı bir biçimde görmek, kavramak istiyor.
Bu hiç de küçümsenecek bir uğraş değildir... Teknolojik
bir buluşun performatif-kültürel bir buluşla, dahası bir
mücadele tarzıyla son derecede ilginç bir buluşma halidir.
Tıpkı Tarde'ın tarihi elerken önümüze çıkardığı sürpriz
buluşmalar gibi...
Görüyorum'dan Düşünüyorum'a nasıl geçtiğimize gelince... 50'li yıllardan
beri sanat erbabı birtakım kişiler, ama 18. yüzyıldan beri,
başta Kant olmak üzere Batının en büyük filozofları bu mesele
üstüne düşünüp durdular. Bu açıdan Descartes-Leibniz'den
Kant'a, oradan Blanchot ve Foucault'ya kadar gayet net çizgiler
tasarlayabiliyoruz. Descartes "düşünüyorum" diye
haykırarak modern felsefeyi başlatmış olan kişidir. Kuşku
duyuyorum --varolduğumdan bile... ama kuşku duyduğumdan
kuşku duyamam... o halde düşünüyorum... demek ki varım...
o halde ben düşünen... bir şeyim... Kant daha akıllıydı...
dedi ki her şey tamam ama "ben düşünen bir şeyim"
sonucuna öyle kolay kolay varamazsın. Düşünmek demek her
şeyi kavramda ta baştan içermek değildir. Düşünmek demek
onu mekanda-zamanda realize etmek demektir. Başka bir deyişle
Napolyon hukukunda ya da Avrupa sisteminde realize olmamış
bir Fransız Devrimi fikriyatı (Voltaire, Rousseau ve genel
olarak Aydınlanma) beş para etmez. Kant'tan beri modern
dünya düşünceyi ancak mekanda-zamanda gerçekleşmesi bakımından
değerlendiriyor. Bugün bir "fikir"den bahsettiğimizde
onun imajını da talep ediyoruz --zamanda ve mekanda. Kurumlaşmamış fikirler bugünkü dünya için bir hiçtirler..
Fotoğraf, film ve benzeri imajlar üstüne mesela Sontag'ın neden ısrarla
Platonik imajlar dünyasına başvurup durduğunu işte bu yüzden
anlayamadım... Platon için imaj bir fikrin, göklerdeki uzamsız-mekansız
tanrısal ideanın bir yansımasıydı. Bugün bu tür imajlarımız
yok: kayıtlarımız var...
Şimdi "düşünüyorum" mekansal-zamansal kaydetmedir
(Kant). Başka bir deyişle "düşünüyorum" bende
bir fikir var'dan öteye geçmeyen bir belirlenimdir. Az şey
değildir ama içi boştur. Neyi düşündüğümü anlatmaz... Onun
yerine pekala "görüyorum o halde varım" ya da
daha karikatürümsü bir şekilde, "yürüyorum, demek ki
varım" geçirilebilir. Peki Video ergo Cogito nasıl
mümkün olabiliyor? Görüyorum o halde Düşünüyorum dedirtecek
koşullar nelerdir? Videonun bu temel Kantçı sorunsalla her
zaman ilgili olacağını düşünüyorum.
Şimdi... temel Kant sorunsalı şuydu: şeyler aynı zamanda (salt şey
oldukları için bile) kendi "belirlenme" koşullarına
sahiptirler. Düşünmek bir faaliyettir, buna amenna, ancak
düşünürken düşündüğüm şeyin kendini bana bir sunma biçimi
vardır --buna Kant zaman-mekan diyor... Başka bir deyişle
"görüyorum" dediğimde bu "düşündüğüm"
ve "anlatabildiğim" O ŞEY ile alakalı bir şey söylemiş olmam
pek de garanti edilmiş bir durum değildir. Şey, bana nasıl
sunuyorsa kendini, işte odur ve o şey hakkında bunun ötesinde
başka bir şey söyleyemem. Yalnızca onu "düşündüğümü"
söyleyebilirim. Ama düşünmek Kant'tan beri düşünülen şeyin
değil benim bir belirlenimim, özelliğimdir. Kant'tan önce
böyle değildi. Düşünmek şeyin ideasının bizdeki soluk bir
yansısından ibaretti. Fikirleriniz önceden vardı ve onları
keşfetmek için uğraşmanız, "hatırlamanız" gerekirdi.
Kant'la birlikte "görüyorum"dan "düşünüyorum"a
doğru bir hareket mümkün hale geldi: Bu bir "hareketti"
... yani sonradan Hegel'in sistemleştireceği "modern
diyalektik" --ki Eisenstein sinemasının bütünü işte
bundan ibarettir. Bir imaj bir düşünceyi nasıl uyandırır?
Eğer videodan bir "düşünce aygıtı" kurmayı düşünüyorsak
bunu elbette bu tür ustalardan dolayımlayarak yapmak zorundayız
--ve Eisenstein'in en ileri montaj tekniklerinin bugün reklamcıların
her gün kullandıkları teknikler olmasına da pek kulak asmamalıyız.
"Belirlenme koşulları" nedir peki? Şunu söyleyebilirim: "her
yiğidin bir yoğurt yeyişi vardır" deriz de "her
yoğurdun bir yiğide farklı bir yeniş biçimi vardır"
demeyiz... Bu temel (ve belki de çoğu zaman zorunlu) "öznellik"
yanılsamalarından biridir. Videoyu ve sinemayı hep bir aktiviteler
zincirlemesi olarak düşünürsek bu meselenin esasını göremeyiz.
Sinema ilk başlarda iki şeyin peşine düştü: günlük
hayatın imajları ve görsel hikayeler. İkincisi sonradan galip
geldi ve Hollywood'un o muhteşem hayaller dünyasını tesis
etti. Ama birincisi her zaman sisteme direndi, yeniyi üretip
durdu... Öznellik bir yanılsama haline geldiği zaman modernitenin
en korkunç hataları yapılır. Belirlenme koşulları tespit
edilmeden öznelliğin kurulması mümkün değildir. Başka türlü
öznellik her zaman liberal-postmodern formülüne bürünerek
herkesin kendi dünyasına ait olduğu fikrine varır. Oysa
büyük Leibniz'den beri biliyoruz ki öznellik baştan verili
bir "özne durumu" değildir. Bir bakış açısını
üretmeyi gerektirir ve şeyler de bu oluşmakta olan öznellik
karşısında sürekli olarak değişim halindedirler. Öznellik,
başka bir deyişle, her an şeyler durumuna göre yeni bakış
açıları oluşturmak, yeni perspektifler ve konumlar icat
etmek demektir --bir an sonra yıkılıp gitmeleri gibi trajik
bir durumu her an göze alarak...
Diyelim ki video bizim için bir öznellik icat etme aracı
olsun. Bunu biz öyle görüyoruz. Sinema da bir başka "öznellik
icadı" tipi olsun. Nesneler üzerinden bu öznelliklerin
"dolaşım" tipleri acaba aynı mıdır? Ben hiç sanmıyorum...
Sinema ta baştan beri, belli ve farkedilmez ince bir çizgi
dışında (bunu ortaya çıkaranlar Lumière ile Vertov oldular)
nesnelerini "imaj" olarak sundu. Oysa Kant için
(ona "videografinin babası" dersem gülmeye erken
başlamayın) hayalgücümüz imajlar üreten bir yeti değildi,
"şemalar" üreten bir yetiydi. Şema ise bir şeyin
imajı, görüntüsü değil, onun üretilme kurallarının bütünüdür.
Kant'ın imajlar ile şemalar arasında yaptığı ayrım son derecede
belirgin ve radikaldir. Biz galiba videonun "şematize
etme" yetisinin peşindeyiz ve ondan şimdilik bunu umuyoruz.
Bu "şematize etme" yeteneği ise videoya bir mekan-zaman
kazandırır ya da atfeder: görüyorum, o halde düşünüyorum... Yani "düşünmenin"
"görme" diye bir tarzı, varoluş hali var. Bu düşüncenin
bütününü tüketemez tabii ki ama "salt görülebilir"
olan, anlatılmakla tüketilemeyecek pek çok şey ve durum
var bu dünyada. Sinema imajlarla (en gelişkin formülüyle
Deleuze'ün "hareket-imaj", "zaman-imaj"
adını verdiği şeylerle) işler. Video ise bizce "görüyorum"
edimleriyle işler, imajlarla olmaktan çok. Sinemayı "seyrederiz" ama
videoyu "görürüz"... Seyir
toplumu varsayımı bizi bir uçtan "rüya" sinemasına,
diğer uçtan da o sefil televizyona götürürken bu iki belirlenimden
kurtulmanın, özgürleşmenin bir aleti olarak videoyu kullanmaya
çalışmanın nesinin kötü olduğunu pek anlayamıyorum...
Godard işte bu noktada ortaya çıkıyor. Herkes Godard'ın sinemaya sert
bir klasik sinematografi eleştirmenliğinden sıçradığını,
Cinéma-Vérité ve devrimci film dönemlerinden geçtiğini,
sinema filmi ürettiğinde ise illa ki ona videografik müdahalelerde
bulunup durduğunu biliyor. Godard bunun için hep "ayrıcalıklı
herhangi mekanlar" tesis edip duruyordu: okuldayım,
görüyorum neler olup bittiğini... hapishanedeyim ve görüyorum
neler olup bittiğini... göstermiyorum... görüyorum... Bu
görüyorum sinema cihazının konvansiyonlarında yoktur. Sinema
hep bir "gösteriyorum" ile işliyordu. Ve filmlerin
"sinema filmi" olarak yapılmış olması salt bir
teknolojik meseleden ibarettir. Diyoruz ki video sinemanın
büyük ustalarının hep beklediği bir şey olmuştu: etnografik
film, Lumière, özellikle Vertov, neorealismo, Nouvelle Vague,
Independent Cinema vesaire... "Görüyorum" en güzeli
Mahmalbaf'ın o insanı ürperten filminde, hani şu yönetmenin
oyuncu seçtiği filminde var... Formül şaheserdir: "görüyorum,
o halde göster bakalım..."
Görsel-işitsel her şeyi "sinematografik" konvansiyonlar dahilinde
değerlendirmekten vazgeçebilirsek ("önünde sonunda
bunlar da kurgu yapıyorlar" pek sağlam bir yaklaşım
değil çünkü) herhalde videocuların neye yeltendiğini hissetmek
daha bir kolaylaşacak. Bu bir avangard değil, başlangıçta
belki öyle görünmek istedi, çünkü politik birtakım dertlerle
örtüşmüştü. Şimdiyse en modern görsel-işitsel teknolojilerin
bir yoğunlaşma odağı mı olduğunun, acaba bir sanata dönüşme
ihtimalinin olup olmadığının sorgulanması gibi meseleler
etrafında bir tartışma ortamı olarak duruyor.
"Görüyorum"dan "Düşünüyorum"a sıçrayış sinemanın
başarmış olduğu bir şey olmadı. Bunu sinema üstüne iki cilt
yazmış olan Deleuze de, hala sinema (ama video da) filmleri
çeken Godard da itiraf ediyorlar. Hareket-imajların kitlelerin
beynine vurup onları düşündürtmesi gibi bir ideal, sonuçta
festivallerimizi şenlendiren ve eğlence gözüyle baktığımız
yarı-sanatsal aktiviteye dönüştü çoktandır. Öte yandan "ışığı
göremezsiniz" ama o size her şeyi "gösterir".
Biz sinemayı reddediyoruz diye bir mesele yok. Sadece "görüyorum"un
o esaslı haklarını savunuyoruz ve "görmenin yüksek
yetisi" olduğuna inanıyoruz. Bu yetinin varlığını büyük
sinemacılar ispatladılar. Şimdi "yüksek konuşma yetisi"
Blanchot için günlük ampirik dilden belli bir uzaklaşmayı,
bir tür "yükselmeyi" gerektiriyordu. Günlük konuşmam
şudur: "yağmur yağıyor... hava soğuk..." "Ahmet
gelecek"... vesaire falan. Bu "düşük konuşma yetisidir"...
Çünkü beni gören birine onun zaten görebileceği bir şeyi
"söylüyorum". Bu "yalnız söylenebilir olanı
söylemek" değildir. Sadece söylenebilir olanı söylemek
gerekir... söylenmekten başka bir ifadesi mümkün olmayanı
yani... Bu Blanchot'ya göre "yüksek söyleme yetisidir".
Ve Blanchot "parler c'est pas voir", "konuşmak
görmek demek değil" dediğinde bunu sözle yapmıştı...
Çünkü mesela Foucault'nun, ya da "bu bir pipo değildir"i
resmeden Magritte'in aksine "yüksek görme yetisinin"
varolabileceğini düşünmemişti. Oysa biliyoruz ki bir filmi
"görmek gerekir"... Başka bir deyişle, bir filme
gidip, para verip "seyretmek" yeterli değildir...
gerçekten onu tüm evsafıyla "görmek" gerekir...
ve ne
zaman ki bir film "anlatılabilir" olmaktan çıkar,
asla "aktarılamaz" hale gelir, o zaman film bir
gerçektir, dilsel sanallığından kurtulmuştur.
İtiraf edeyim, yedi yıldır uğraştığım ve çok şükür kurtulduğum doktora
tezimi belli bir noktadan itibaren bütünüyle bu tür bir
tartışmaya adadım. Derdim sosyal bilimlerde eksik olan bir
şeyi "belgesel" denen ama bence filmik yaşantıların
toplamına yayılması gereken bir uğraşıyla bütünlemek, entegre
etmekti. Benim "film-deney" ve "film-fikir"
dediğim şeylerden başka bir uğraşım yok. Ne belgeselciyim
ne de video sanatçısı. Sonuçta bir "görsel-işitsel
arşiv" sıkıntısı çeken bir sosyal bilimci diyebilirsiniz
bana. Ama diğer sosyal bilimciler gibi videografik kaydın
ve arşivin salt bir illüstrasyondan ibaret olamayacağını
hissediyorum. Mesela "yoksulluk" üstüne bir araştırmada
çevrede, odanın içinde gezdirilen bir kameranın bir anketin
metinsel kayıtlarından çok daha "bilgi verici",
yani "duygulandırıcı" olabileceğini biliyorum.
Belgesel sinemacılar sosyal bilimcilerden çok daha güçlü
etik kaygılara sahipler (gazetecileri bir tarafa bırakırsak).
Çünkü kullandıkları ortamın insanlar üstündeki etkisinin
ne kadar büyük olduğunu hissediyorlar. Böyle bir kaygıyı
ben hiçbir sosyal bilimcide görmedim. Biz anketimizi yaparız,
geçeriz... Sonuçlarımızı çıkarırız büyük bir rahatlıkla...
ama bu araştırdığımız yoksulluğu "gördüğümüz"
manasına gelmez. Onu belki "anlarız", "söyleriz",
"iletiriz" ama "görmeyiz". Oysa yoksulluğun
pekala birçok, belki de sonsuz imajı vardır. Natürmort tarihi
üstüne çalışırken bir fikir uyanmıştı kafamda: yoksulluk
nasıl gösterilir? Natürmort 17. yüzyılda Hollanda'da başladığında
hep burjuva mutfağının "zenginliği" üstüneydi.
Yoksulluk bir tür "memento mori", sembolik
bir imaj olarak vurgulanırdı yine de resmin içinde: bir
kafatası, tiksindirici bir böcek... Cézanne natürmortlarını,
yani 19. yüzyıl sonlarında Fransız kırsalının yıkımını beklemek
gerekiyordu "yoksulluğun imajını" görmek için...
Açıkçası yoksulluğun imajı nihai olarak "bomboş",
"kapkara" veya "bembeyaz" bir tual,
ya da ekran değilse, başka bir şeylerle donatılmalıydı...
Yoksulluk "varolanlarla" (Heideggerci seinden)
gösterilecekse eğer onun pozitif imajlarının da bulunduğunu
varsaymak gerekir. Duvardaki bir çatlak, gebe bir karın,
güğümden su döken el... İşte bunların bütün sosyal bilim
sözlerinden ve teorilerinden daha güçlü afektif değerlere
sahip olduğunu düşünerek bu tezi yazmaya girişmiştim...
belgesel sinemayı kendi içinde apayrı bir alan olarak görmediğim
gibi, "görsel sosyolojiyi" illüstre edilmiş sözlerden
ibaret de görüyor değilim yani.
Diyelim ki şimdi, video bana bu olanağı, mesela yoksulluğun imajlarının
arşivini bir tür "görüyorum" yetisine hitap edecek
şekilde sunabilecek. Bunu dışarıda aramam, gider çekerim,
ya da tam aksine, "yoksulluğun mümkün bütün görüntülerinden"
seçme yaparım... Bu meseleye dair bir fikir verecektir.
Bu noktada sanat ile bilim arasında herhangi bir klasik
ayrıma başvurmam gerekmez. Sanat eserinde "düşünülmediği"
gibi bir varsayım imkansız olduğuna göre, düşünürken
aynı zamanda hissedilmediği gibi bir fikir de sonsuzca anlamsız
görünüyor bana.
Sonuçta:
Evet... derslerimizde, "bu bir video dersidir, sinema değil"
diye başlıyoruz... bunun nedeni sadece GISAM'ın salt videografik
olanaklarla donatılmış olması değil. Ayrıca sinema üstüne
epeyce konuşup tartışıyoruz; filmler seyrediyoruz vesaire...
Ama bununla söylemek istediğimiz başka bir şey var: sinema
çekicidir -çeker ve çeker... burada bunun iğvasını değil,
videodaki olanaklarla tanışmanızı sağlamak istiyoruz. Arşiv
çabalarımız var... filmin önünde sonunda "tamamlanmış"
bir bütün olması gerekmediğine, her filmin atonal müzik
gibi açık bırakılabileceğine, başka bir filmde devam edebileceğine,
bunun için filmik kapatımı sağlayacak hiyerarşik bir düşünme
tarzına ihtiyaç olmadığına inanıyoruz...
Bunu ne kadar başarabildiğimiz şüpheli elbette. Ama başarısızlığımız
ortamın başarısızlığı değildir, bizim anlatmadaki ve sonuçlar
elde etmekteki beceriksizliğimiz, acemiliğimizdir. İşte
belki de bu yüzden Godard'ın beklentilerine yöneliyoruz
ve onları anlamaya, iletmeye, anlatmaya, yaymaya çalışıyoruz.
Sonuçta ben gerçekten JLG'nin "yeni bir imaj tipi"
ürettiğine kani olmuş durumdayım. Görsel-işitsel-grafik
--imajın her türünü kapsayan tek bir imaj... yani video-grafi:
yani... "görüyorum"... Godard Histoire(s) du Cinéma'da
inanın gerçekten "sinemadan alıyor" değil... yepyeni
bir imajlar estetiğiyle sinema üstüne düşünüyor, hayıflanıyor,
duygulanıyor, etkileniyor... ama aynı anda sinemayı inceliyor,
lanetliyor, kutsuyor vesaire...
Bütün bu meselenin Tarde felsefesiyle nihai ilişkisi ise bence şurada:
her "yeni" bir karşılaşmadır. Zaten "içrek"
olan oluşumlar "yeni"yi barındıramazlar. Başka
bir deyişle sinema estetiği içindeyken video yapamazsınız,
olsa olsa onun varolması için Vertov gibi, Rossellini gibi,
Cassavetes gibi "arzu duyarsınız". Ama bütün çabalar
VIDEO yani
"GÖRÜYORUM"
içindir --"göstereceğim" ya da "görmeye geldim"
gibisinden değil. Tiyatrocular sinemacılara oranla bu gerilimlerin
acısını kendi ortamlarında daha sert ve acıtıcı şekilde
yaşadılar... Grotowski "her şeyi boşaltıyorum, sadece
çıplak vücutlarımız var" diyerek "yoksul tiyatro"
öğretisi geliştirdi. Bu aslında sinemanın "gösteri
toplumuna" bir meydan okumaydı, tiyatronunkine değil.
Niçin? Çünkü sinema hep "varolanları" gösteriyordu
ve "olmayandan" pek haberdar değildi. Tiyatroda
GÖRÜYORUM çok tuhaftır ve sizi sahnedekilerle bir rekabet
ilişkisi içine sokar. Sinemadaki gibi kahramanın gözü değilsinizdir
ve her durumda, sahnede bir şeyler olduğunda farklı bir
irkilme haline girer organizmanız... Sinemada ise GÖRÜYORUM'un
ötesinde her an her şeyin olabileceğine, "görünebileceğine"
ta baştan inanmışsınızdır. Sinemanın GÖRÜYORUM'u sizin GÖRÜ
ve YORUM'unuza bırakılan bir öznellik tarzıdır. Beki de
VIDEO yani saf GÖRÜYORUM sayesinde bu çetrefil olanaklar
yığınını kullanabilir hale geleceğiz...
Sonuçta GÖRÜYORUM'un
güçlerinin hala keşfedilmesi lazım...keşfedilmeyi ise beklemiyorlar,
nasıl icat edilirlerse öyle olacaklar...
16.12.2002
|