'Cam
Kent': Masumiyet ve Cennetin Dili
Mustafa Kurt
İşin doğrusu, Paul Auster beni yazmayı düşündüğüm bu yazı
hakkında hayâl kırıklığına uğrattı. Çünkü o ünlü romanına koyduğu
'Cam Kent' adı ilk bakışta bana bir görselliği işaret etmişti;
ancak Cam Kent'i okuyup son sayfasını kapattıktan sonra, kitabın
düşündüğüm anlamda bana malzeme vermeyeceğini görmüş bulunmaktayım.
Halbuki "Cam Kent" tamlaması Walter Benjamin'in şu hikâyesine
de ne kadar denk düşüyordu:
"Moskova'da, neredeyse bütün odaları Tibetli rahiplerle
dolu bir otelde kaldım; Budist tapınaklarının kongresi için oraya
gelmişlerdi. Odaların çoğunun kapısının hep aralık oluşu dikkatimi
çekmişti. İlk bakışta rastlantı gibi görünen bu durumdan giderek
tedirgin oldum. Sonunda bu odalarda, asla kapalı bir mekânda kalmamaya
yemin etmiş tarikat üyelerinin bulunduğunu öğrendim... Bir camekânda
yaşamak kusursuz bir devrimci erdemdir. Bu da bir sarhoşluk hali,
çok ihtiyaç duyduğumuz bir ahlakî teşhirciliktir." (Walter
Benjamin, "Gerçeküstücülük", Son Bakışta Aşk,
Çev. Nurdan Gürbilek, Metis Yay., İst., 1995, s. 158.)
İşte tam da bu düşüncelerle başladım, kitabı okumaya: Camdan
bir kentte yaşamak. Herkesin herkesi görebildiği evler, apartmanlar,
iş yerleri. Hattâ kalpler ve beyinler de şeffaf olmalıydı. Yazar
için zaten böyle de, insanlar için de böyle camdan bir kent. Ama
olmadı işte. Ancak bu durum Cam Kent'in bir edebî metin olarak
üzerinde düşünülmeye değer bir kitap olmasına da engel değil.
Tam aksine kitap birçok açıdan oldukça ilgi çekici. Peki, Cam
Kent neyi anlatıyor?
Quinn,
William Wilson takma adıyla polisiye romanlar yazarak hayatını
kazanan bir yazar. Bu durumu kendinden başkasının bilmemesi bir
yana, o yarattığı yazarın da kendinden bağımsız bir kimliği olduğuna
inanıyor. Hayatının çoğunu evinde geçiren Quinn'e birgün yanlışlıkla
bir telefon ediliyor. Birkaç kez tekrarlanan bu yanlış aramalar
sonucunda yazar, aranan özel dedektifin (ki onun adı da Paul Auster'dır.)
kendisi olduğunu söylüyor ve böylece kendini garip bir olayın
içinde buluyor. Paul Auster adlı özel dedektifin yerine telefonda
verilen randevuya giden Quinn, vardığı yerde Virginia-Peter Stillman
çiftiyle karşılaşıyor. Peter kaçık bir profesörün oğlu ve Peter,
babasının kendisini yıllarca bir odaya kapatması sonucu dengesini
kaybetmiş. Aynı zamanda hiç kimsenin anlayamayacağı bir dille
konuşuyor. Ancak romanın ilginçliği de bu noktada başlıyor. Çünkü
Peter'ın babası şuna inanarak oğlunu bu hâle getirmiştir:
"Adem'in Cennet'teki görevlerinden biri de her yaratığa
ve şeye isimlerini verip dili icat etmiş olmasıydı. Bu masumiyet
döneminde, onun dili dünyanın da kolayına gelivermişti. Sözcükleri
gördüğü şeylere öylesine iliştirilmemiş, o şeylerin özlerini açığa
vurmuş, onlara hayat vermişti. Bir nesne taşıdığı isimden kopuk
değildi. Gel gelelim, cennetten kovulma sonrası için geçerli değildi
bu. İsimler niteledikleri nesnelerden koptular; sözcükler yerlerini
gelişigüzel işarete bıraktı; dilin Tanrı'yla ilişkisi kesildi.
Dolayısıyla, Cennet'in öyküsü yalnızca insanın değil, dilin de
cennetten kovulmasını belgeler." (s. 50)
Ona
göre, insan 'masumiyetin özgün dili'ni konuşmayı öğrenebilirse,
kendi içinde de masumiyete ulaşacaktır. İşte bu nedenle de oğlunu
masumiyetin dilini konuşması için bir odaya kapatır. Elbette bu
bir suçtur. Bir yere kapatılan ve tedavi gören profesör, buradan
çıktıktan sonra da o yeni dil arayışını devam ettirir. Kısacası
o bir Adem olmuştur artık ve her şeye isimler vermeye başlar.
Bunun gerekçesini de şöyle açıklar:
"Bizim kelimelerimiz dünyaya denk düşmüyor. Nesneler
bir bütünken, kelimelerimizin onları ifade edebileceğine güvenimiz
tamdı. Ama bu şeyler yavaş yavaş parçalara ayrıldı, paramparça
olup kaosa düştü. Yine de kelimelerimiz aynı kaldı. Kendilerini
yeni hakikate uyduramadılar. Bu yüzden, gördüğümüz şey hakkında
ne zaman konuşmaya çalışsak, yanlış konuşuyoruz, temsil etmeye
çalıştığımız şeyin kendisini çarpıtıyoruz. Bu her şeyi berbat
ediyor. Ama sizin de anladığınız gibi kelimelerin değişme kapasitesi
var... Şimdi benim sorum şu: Bir şey işlevini artık yerine getirmezse
artık ne olur? Hâlâ o şey midir, yoksa başka bir şey mi olmuştur?
Şemsiyeden kumaşı yırtıp atsanız şemsiye hâlâ şemsiye midir? Çubukları
açın, başınızın üstüne tutun, girin yağmurun altına, sırılsıklam
olursunuz. Artık bu nesneye şemsiye demek mümkün müdür? İnsanlar
genellikle diyor. Çok çok şemsiye bozuk diyeceklerdir." (s.
86-87)
Kendini bir deha olarak gören profesörümüz
de bu sebeplerle, sokaklardan çeşitli nesneler (kumaş, kağıt parçaları
vs.) toplayıp onlara isimler vermeye çalışıyor, sonraki günlerde.
Profesörün Peter'a zarar vermesinden korkan Virginia ise Paul
Auster'ı (yani Quinn'i) tutmuştur. Quinn ise ihtiyarı izlerken
ve onun yaptıklarını anlamlandırmaya çalışırken kendi hayatının
kurgusunu kaybeder. Günlerce Peter'ların evinin karşısındaki sokak
aralığında bir çöp bidonunda az yiyip uyuyarak yaşayan Quinn aylar
sonra evine döner. Ancak artık evine yeni kiracılar yerleşmiş
eşyaları ise satılmıştır. Aynada kendisini tanıyamayan bu adam,
aylarca gözlediği Peter'ların evine gelir bakar ki ev bomboştur.
Sonunda bomboş odalardan birine kıvrılıp kendini uykuya bırakır.
Günler sonra eve gelenlerse onun orda olmadığını görürler. Yani
Quinn kaybolmuştur. Ha profesörü merak edebilirsiniz. Onun da
intihar haberini gazetelerden okur insanlar. Peter ve eşininse
nereye gittiğini kimse bilmiyor. Onların Paul Auster adına kestikleri
çek de karşılıksızdır. Quinn romanın ta başında şöyle diyordu,
New York'la ilgili olarak:
"New York kocaman bir labirentti, öyle yürümekle bitip
tükenecek gibi değildi; Quinn ne denli çok yürürse yürüsün, sokakları
ve evinin çevresini ne çok tanırsa tanısın, içinde hep bir yitiklik
duygusu bırakıyordu bu kent. Yalnızca kentte değil, kendi içinde
de yitikti... Amaçsızca dolaşırken her yer birdi ve nerede olduğunun
da bir önemi yoktu. Hiçbir yerde olmadığını duyumsadığı gezintileri
en iyileriydi. Hem onun tek istediği de, sonuçta hiçbir yerde
olmaktı. New York kendi çevresinde kurduğu hiçbir yer olmuştu..."
(s. 8)
Sonuç olarak Quinn, camdan bir kentte yitip gitmiştir. Kendisinin
olmayan, başka kimliğe bürünerek hem de. Aslında Cam Kent'i bir
roman gibi değil de mistik bir Dilbilim kitabı olarak okumak taraftarıyım.
Romanda esas olanın da bu olduğunu düşünüyorum. Böyle olunca da
romanın gerçek kahramanı herkesin kaçık diye gördüğü profesör.
Onun insanın cennetten kovulma hikâyesine yüklediği yan anlamlar
ve dilin de cennetten kovulduğu düşüncesi gerçekten de düşündürücü.
Cam Kent'i kitaplığımızda nereye koyacağız? sorununa ise cevabım
şu olacak: Umberto Eco'nun "Avrupa Kültüründe Kusursuz Dil
Arayışı" ile Maurice Olender imzasını taşıyan "Cennetin
Dilleri" adlı kitaplarının tam arasına konulacak bir kitap,
Cam Kent. Ha unutmadan bunların üstüne de yatay olarak konacak
bir kitap daha var: Jacques Ellul "Sözün Düşüşü".
Not: Elimdeki Cam Kent'i benden önce okuyup - hem de hiç
çizmeden, karalamadan- sahafa veren ve kitabın içindeki kağıt
parçasına da "Cam Kent Notları" başlığı altında alıntılar
yapan, bunu yaparken de "Ve birçok sayfaya ihanet ettiğimin
farkındayım" diyen okura da benden selâm olsun.
|