Yine 
              Sinema Üzerine  
              Ulus Baker   
              Dünyanın "görülebilir" 
                hale gelmesi için o dev camera obscura'ların inşa edilmesi neden 
                gerekmişti? Bu demekti ki (ve bu hal hala, ve şimdilerde daha 
                çok geçerlidir) biz dünyayı kendi gözlerimizle doğrudan görebilen 
                varlıklar değiliz --belki hayvanlar kendilerince bunu başarabiliyorlar, 
                orasını bilemeyiz. Ancak camera obscura'dan radara ve günümüzün 
                en modern (ve postmodern) imaj tekniklerine varıncaya kadar neden 
                bir kadrajlama olmadan "göremediğimiz" (resimde bile 
                bir "yakalama cihazı" devrededir --bu ister Uzakdoğunun 
                rulo resimleri, isterse perspektife dayalı Rönesans resimleri 
                olsun, belli bir oranda muhakkak devreye girer). Biraz daha derinden 
                bakıldığında "kadraj" her türden resimde, hatta resmedilmiş 
                hayvan gruplarının etrafını herhangi bir mekanın kuşatmadığı Lascaux 
                ve Altamira mağaralarının resimlerinde bile vardır... Ancak resimde 
                "kadrajlama" diye bir şey olmadığını, bunun yalnızca 
                Flusser'in "teknik imajlar" adını verdiği fotoğrafa, 
                sinematografik ve videografik imajlara özgü olduğunu hemen eklemek 
                gerekir. "Kadrajlama" fotoğraf ile başlar ve böylece 
                imaj "seyredilen" bir şey olmaktan çok, "okunabilir" 
                bir şey haline dönüşür. Susan Sontag'ın fotoğraf ile Eflatun'un 
                ünlü "mağara metaforu" arasında kurduğu yaklaştırmayı 
                reddetmesem bile en azından görelileştirmeye çalışmamın nedeni 
                Eflatun'un efsanesinden çok önce İspanya dağlarından Ural dağlarına 
                kadar tek, biricik ve yekpare bir "mağara resmi" sanatının 
                bulunması ve bu sanatın imajlarının asla Eflatun'un "düşünülebilir 
                dünya"sına tekabül etmek gibi bir derde sahip olmamalarıdır. 
                Bu resimlerin "kadraja" sahip olmadıklarını, yani "realitenin 
                imajı" olmaları için bir şeylerin eksik olduğunu Leroi-Gourhan 
                vurguluyordu. Başka bir deyişle kadraj belki ancak koşmakta, avlanmakta, 
                yuvarlanmakta olan bu hayvan imajlarının etrafa serpiştirilecek 
                bir-iki ağaç, ya da ne bileyim, kulübeyle birlikte betimlenerek 
                bir mekana kavuşturulmaları sayesinde ortaya çıkabilirdi. Oysa 
                sözkonusu resimlerde olsa olsa "soyut" ve yarı hiyeroglifik 
                bir tarzda betimlenen avcılar tarafından avlanmakta olan son derece 
                realist (gerçeğe benzer?) bir şekilde resmedilmiş belirli sayıda 
                hayvan grupları söz konusudur. Böylece Leroi-Gourhan bir zamanlar 
                ileri sürülen ve Lukacs'ın bile temel bir varsayım olarak kabul 
                etme hatasına düştüğü "ilkel gerçekçilik" fikrini reddediyor. 
                Kadrajın bulunmayışı bu imajların salt "kendileri için" 
                ve "kendileri içinde" bir gerçekliğe sahip oldukları 
                anlamına gelir. Böylece o pek ontolojik "gerçekliğin imajı 
                mı, yoksa imajın gerçekliği mi?" sorusunun içine insanoğlunun 
                yirmi beş bin yıldan beri düşmüş olduğunu hissedebiliyoruz. Her 
                durumda prehistorik insanlar bu mağara resimlerine baktıklarında 
                onları Eflatun'un "gerçekliğe (yani düşünülebilir dünyaya) 
                tekabül etme" ilişkisi içinde görmüyorlardı. Resimler oradaydılar, 
                yapılmışlardı ve ister pedagojik (avda bir boğayı neresinden vurmak 
                gerektiği), ister ritüel amaçlı olsunlar kendi varlıklarına, yani 
                gerçekliklerine sahiptiler.  
              O halde temel bir soruyu ortaya 
                atabiliriz: fotografik (ve sinematografik) "gerçek" 
                Sontag'ın sorgulaması doğrultusunda Eflatun'un mağarasında mı, 
                yoksa Lascaux mağarasında mı daha çok söz konusudur? Flusser'den 
                bu yana yapılan bir ayrım doğrultusunda Eflatun'un çağrıştırdığı 
                bir "yansıma", bir "kayıt" olgusudur, dolayısıyla 
                fotografik gerçekliğe daha yakından tekabül eder. Ama yine de 
                "görünüşlerde" yansımakta olan bir "düşünülebilir 
                dünya" dışarıda varolduğu (ya da öyle varsayıldığı) için, 
                fotoğrafik modelden epeyce uzaklara atılıveririz. Eflatun'un felsefesiyle 
                fotoğrafik gerçeklik imajı arasında uzun bir mesafe vardır. Sonuçta 
                imajların "benzer" olmaları gerekmiyor --ki Eflatun 
                onların dünyasını bu "yalnızca benzerlik" yüzünden eleştiriyordu. 
                Başka bir deyişle Eflatun'un eleştirdiği imajların ve temsillerin 
                "gerçeğe benzerliğiydi" daha çok. Bir fotoğraf karşısında 
                nasıl davranabileceğini ise olsa olsa tahmin etmeye çalışabiliriz. 
                Bu tahmin bizi daha çok fotoğrafın "fenomenal" bir niteliğe 
                sahip olmadığına götürecektir --Flusser ile Bazin'in farklı çerçevelerden 
                ve farklı niyetlerle vurguladıkları gibi, fotoğraf gerçekliğin 
                temsili olmadığı gibi, kendisi de değildir, ona yalnızca gerçekliğin 
                "izi" muamelesi yapabiliriz. Ancak o zaman kurulan "fenomenolojik" 
                karşıtlık düşer, çünkü bir tarafta "gerçek" dünya, öte 
                tarafta "fenomenal" dünyalar arasında kurulacaktır --oysa 
                üçüncü bir terim açıkça devreye girmiştir bile: temsil edilen 
                gerçeklik ile "kaydedilen" gerçeklik arasındaki fark 
                ve ilişki. Sorunu felsefi anlamda abartmak ve daha da karmaşıklaştırmak 
                niyetinde değilim tabii ki. Benim fikrimce ne Sontag'ın ne de 
                Flusser'in yorumları "fotoğrafik" bir felsefe oluşturabiliyor. 
                Söz konusu olan şey daha çok bir fenomenolojidir ve "gerçeği" 
                zaten fenomenal bir vaziyet olarak ele almaya meyleder. Başka 
                bir deyişle, Flusser'in yaptığı ayrım "teknik" imajların 
                "temsili" imajlardan farklı bir fenomenal gerçekliğe 
                sahip olmalarına dayanır. Bu bizi farklı psikolojik hallere götürecektir. 
                Bir tabloya baktığınızda onu resmeden birinin "düşüncesiyle" 
                karşı karşıyasınız, bir fotoğrafa baktığınızda gerçeklik ön plana 
                çıkar, çünkü orada artık "benzerliğe" bile ihtiyaç yoktur 
                --o bir izdir ve oradadır...  
              Sontag'ın yaklaşımında ise 
                Platonik dünya tasarımına yönelik bir eleştirinin fotoğrafik gerçekliğe 
                yönlendirilmesi söz konusu olduğu için bu kez ayrım (daha doğrusu 
                "sözde ayrım") fenomenal ile "gerçek" diye 
                kabul gören şey arasında yapılıyor. Görülebilir dünya ile "kavranabilir 
                dünya" arasındaki ayrım burada yine Platonik olarak kalmakta 
                ve böylece Sontag Eflatun'u eleştirmeksizin ondan yola çıkarak 
                fotoğrafik kültü eleştirmeye girişmek zorunda kalmaktadır. Aynı 
                çerçevede Bazin de sinemayı fotoğrafın bir ontolojisinden yola 
                çıkarak yeniden tasarlamayı kurduğu ölçüde sinematografinin fotoğrafa 
                eklenen bir "fazladan geçeklik" oluşturduğunu zannediyordu. 
                Ona göre sinemanın evrimi montajı, yani kırpmayı-kesmeyi gitgide 
                azaltarak, özellikle İtalyan neorealismo'sunda olduğu gibi imajları 
                kendi başlarına işlemeye bırakarak yeni estetik kriterlerini bulabilecekti. 
                Sinemayı her ikisinin de her an ziyaret ettiğini söylemese Deleuze'ün 
                "hareket-imaj"/"zaman-imaj" paralelliği de 
                aynı fenomenolojik-psikolojik sonuçlara varma tehlikesine sahip. 
                Dünyayı sinematografik olarak "görülebilir" kılmak gerekiyordu 
                ve gözle gördüğümüz dünyaya sinematografik bir cihaz eklendiğinde, 
                Vertov'un umduğu gibi artık daha iyi "görüyorduk". Gerçekten 
                de Vertov, sadece birtakım filmler yardımıyla da olsa, "gerçek 
                dünya" ile "görülebilir dünya" arasındaki farkı 
                lağvetmeyi, algıyı maddenin içine zerketmeyi amaçlıyordu. Böylece 
                "benzerlik" de lağvedilir, çünkü Platoncu modelin tersine 
                modern dünya zaten kendi gerçekliğini bir "görsellik/işitsellik" 
                halinde sunmaktadır. Gerçek manipülasyon yoluyla uzaklaşıyor değildir 
                modernlikte --daha çok gerçeğin zaten manipüle edilmiş olması 
                söz konusudur. Böylece avant-gardlar, özellikle de Vertov imajlar 
                manipülasyonunu asla "gerçeğe" hakaret gözüyle görmeye 
                kalkışmadılar. Sonuçta her zaman, sinemada, videoda, özellikle 
                televizyonda --ve tabii ki Internet'te-- hep manipüle edilmiş 
                imajların gücüne maruz kalıyoruz.  
              Sinema zorunlu olarak "gerçeğin 
                yerine geçer"... Ama bunu söylemenin başka bir biçimi onun 
                kendi gerçekliğine sahip olduğudur. Savaşan iki gerçeklik yoktur 
                --ve Godard'ın düşündüğü gibi sinema kendi dünyasını yaratmıştır: 
                tabii ki birkaç koşul dahilinde --öncelikle, hatırlayalım, o "montajlanmış" 
                bir dünyaya aittir; ama "montaj" da fikriyat ve düşünce 
                dünyasıyla olsa olsa sinema dahilinde karşılaşır. Yani sinema 
                montaj üstüne biçimsel, dünya üstüne ise temsili bir düşüncedir. 
                Oysa Godard, özellikle sesli filmle birlikte montajın geri çekilişinin 
                aslında sinemanın bir başarısızlığı, düşünmeyi boşverişi ve klişelerle 
                dolması olarak algılıyordu. Bu algısını hala sürdürüyor: hatta 
                montajı "kolaj"a doğru itmek gerektiği fikrini savunuyor. 
                O zaman, "non pas une image juste, juste une image" 
                formülü uyarınca "herhangi bir imaj" kendi gerçekliği 
                içinde bırakılacaktır. Modern sinema, belki Rossellini'yle başlayarak, 
                imajları kendi başlarına varolmaya bırakan sinemadır. Özellikle 
                André Bazin'in sandığının aksine, montajı gözardı etmeye değil, 
                en uç sonuçlarına ve etkilerine, yani kolaja doğru itmeye dayanmaktadır. 
                Bilindiği gibi düz anlamıyla montaj, öykülendirmenin sürekliliğini 
                sağlamaya yönelik ikincil bir işlemdir sinemada. Kolajın mümkün 
                olması öykünün salt imajlara (saf imaj mı diyelim) aktarılmasına 
                dayanır. Filmci mesela artık bir kış görüntüsüne ihtiyaç duymuyordur, 
                kışın film çekiyordur. Bu yalnızca Rossellini dönemine ait bir 
                "kırılma" değildir, daha çok mesela Vertov'u hep ziyaret 
                etmiş olan bir düşüncedir: görüntü ile gerçekliğin aynı şey oluşu... 
                 
              Bu durumda fenomenolojik yaklaşımların 
                tümünün bir yetersizliğiyle karşı karşıya kalıyoruz: karşılaştırılması 
                ve aralarındaki bağlantıların kurulması gereken en az üç unsur 
                söz konusudur: gerçek, imaj ve ikisi arasındaki bağ... Fenomenoloji 
                resmi bir "temsiliyet" işlevine doğru ittiği ölçüde 
                Flusser'de olduğu gibi "teknik" imajın büyüsüne kaptırır. 
                Aslında pek az fenomenolog teknik imajlarla uğraşmıştır: Sartre'ın 
                ünlü "L'imaginaire" kitabında sinematografik imajdan 
                tek satır bahsedilmez. Merleau-Ponty bahsetmiştir ama andığımız 
                fenomenolojik doğrultuyu tasdik etmek amacıyla. Sinematografik 
                imaj orada mesela resim sanatının katettiği güzergah üzerinde 
                anılmaktadır: bir algılama deneyiminin parçası olarak... Oysa 
                imajın algılanması mutlak bir yaşantıyken bu imajın "algı-imaj" 
                olmasından çok farklı bir şeydir. Deleuze'ün "algı-imaj" 
                gibi apayrı bir kategoriyi tartışıyor olması da herhalde bundandır. 
                 
              (devam edecek)  
               
               
               
                 
                 
               
               
               |