SOLAN RENKLER 
                Erdal Yazıcı
              
              
                 
                  |  
                     BİR 
                      YAPRAK DÖKÜMÜ ÖYKÜSÜ 
                      (KAYBOLAN ZANAATLAR)  
                   | 
                 
               
              
                 
                  |  
                     "Çağ mı atladık,çağı 
                      mı yakaladık ? Yoksa bir tüketim toplumu mu olduk ?" 
                      tartışmalarının arasında, medyalar, ülkemizin kabuk değiştirdiğini, 
                      her alanda eski değer yargılarının yıkıldığını, yeni üretim 
                      ilişkilerinin topluma egemen olduğunu yayıyor ortalığa. 
                      Dünyadaki başdöndürücü "teknolojik devrim"in ürünleri 
                      ülkemizde de kendi pazarlarında göz kamaştırıyor. 2000 yılında, 
                      'Üçüncü Dünya Ülkeleri' arasında süper güç olacağımız ve 
                      diğer "süper güçlerle yarışacağımız" dile getiriliyor. 
                      Fakat yaşanan gerçekler ise şaşırtıcı: Otoyollarımızda bilgisayarlarla 
                      donatılmış otolarla at arabaları yarışıyor!.. Anadolu'da 
                      dev tırlarla katırlar birlikte yük taşıyor. Saatte yüzlerce 
                      metrekare halı dokuyan tezgahlarla, asırlık tezgahlar yan 
                      yana, iç içe. Ve yün ayaklarla, göğüsle, saatlerce dövülerek 
                      (hamamda) pişirilip keçe yapılıyor; hala insan terinin yünü 
                      kaynaştırdığına inanıyor keçeciler. Konutlarda, 'klasik-modern' 
                      mobilyaların yanısıra, sekilerde, sedirlerde elde yapılmış 
                      yastıklar süslüyor köşelerimizi; yorgunluk burada atılıyor, 
                      "kırk yıl hatırı olan" kahveler burada yudumlanıyor. 
                      İç piyasada, elektronik kumandalı süpürgeyle ot süpürge, 
                      hırsızı şaşırtan bilyeli kilitle, çilingirin antika kilidi 
                      yan yana boy gösteriyor. Otomotiv sektörünün en yoğun üretimde 
                      bulunduğu Bursa'da -tükenme noktasında da olsa- atarabası 
                      yapımına devam ediliyor. İstanbul'un orta yerinde küfeciler 
                      -sırma saçlı kızının saçını ören anne gibi- ağaçları dilimleyip 
                      sepet örüyor. Sapçılar, dededen, babadan kalma aletleriyle 
                      (ıçkı'yla) ağaçları yontarak kazmaya, küreğe, baltaya sap 
                      yapıyor; dokumacılar tezgahta bu iplerle Bodrum'un, Marmaris'in 
                      çokyıldızlı otellerini süsleyen kilimleri dokuyorlar. Geleneksel 
                      yöntemlerle, baba-ata yadigar araç gereçlerle ortaya çıkarılan 
                      ürünler yabancıları şaşırtıyor; övgüleriyle göklere çıkarıyorlar 
                      zanaatkarlarımızıve ülkemizi; "biz bilgisayar kumadalı 
                      araçlarla uzayda cirit atarken, siz biraz daha oyalanın 
                      atarabalarıyla" dercesine gırgırlarını mı geçiyorlar 
                      dersiniz?  
                    Ülkemizde, 'Bilgisayarlı 
                      üretim'le, asırlık araç-gereç ve yöntemlerle yapılan üretim 
                      bir arada yürüyor. İç piyasadaki talepsizlik gereği geleneksel 
                      üretim şekilleri yıldan yıla eriyip yok oluyor. Ülkemizdeki 
                      çok zevkli zanaatlar adeta bir yaşam savaşı veriyor. Artık 
                      zanaatkarlarımız, içinde bulundukları meslek dallarının 
                      son temsilcileri; kendi dallarında çırak ve kalfalar da 
                      artık yetişmiyor. Yaş ortalamaları ise 40 yaşın çok üstünde... 
                      1988 yılında Elazığ'da tanıştığım Semerci İbrahim Usta'nın 
                      (77 yaşındaydı) bir yıl sonra ölmesiyle, yaşamıyla birlikte 
                      işi de noktalandı, atölyesi yıkılıp yerine 'işhanı' yapıldı. 
                      Sivas'ın son tarakçısı Mustafa Usta (manda boynuzundan tarak 
                      yapıyordu) işin sonuna gelindiğinin farkındaydı artık; sudan 
                      ucuz plastik taraklar varken kim bakardı hayvan boynuzundan 
                      yapılma taraklara!.. Çömlekçi ve bakırcılar ise iş alanlarını 
                      çoktan değiştirmiş, turistik eşya yapıyorlardı. Zanaatkarlarımızın 
                      ürünleri az da olsa kırsal kesimin, hatta metropollerimizde 
                      yaşayan bazı kesimlerin gereksinimlerini karşılamaya şimdilik 
                      devam ediyorlar. Bilek gücüyle dövülüp çelikleştirilen baltalar, 
                      keserler, el yapımı testereler, elektronik kantarların yanında 
                      'topuz kantarı' ve 'şeytan kantarı' metropollerimizin vitrinlerini 
                      süslemeye devam ediyor.  
                    Her geçen yıl eriyip 
                      yok olan zanaatlarla ilgili ilk fotoğraf çalışmam 1987 yılında 
                      Beykoz'un şirin köyü Dereseki'de başladı. İlk tespit ettiğim 
                      an'lar bastoncuların öyküsüydü. 1992 yılında değin süren 
                      çalışmalarım sırasında Anadolu'yu karış karış dolaşıp, binlerce 
                      kilometre yol katetip, binlerce kare film tükettim. Tanık 
                      olduğum an'lar zanaatkarların teknolojiye kafa tutmaları 
                      ve o güç karşısında erimeleriydi; adeta ayakta kalmak için 
                      insan gücünün ve yaratıcılığının sınırlarını sınırlarını 
                      zorluyorlardı.. Makine gücünü dışlayıp, özgüçleriyle beceriyi 
                      aynı noktada kesiştirip harika işler ortaya çıkarıyorlardı. 
                      Yaklaşık otuza yakın meslek üzerinde çalışmamı yoğunlaştırdım, 
                      ve bunlarla ilgili hazırladığım röportajların tamamı birçok 
                      gazete ve dergide yayımlandı.  
                    Bu çalışmadaki fotoğraflar 
                      zanaatkarların dünyasından sadece bir kesit... Yaptıkları 
                      işi alın teriyle sulanıp, emeğiyle yoğuran becerili ellere 
                      saygıyla... 
                    Erdal 
                      Yazıcı       
                   | 
                 
               
              Aşını, işini, emeği ve alınteriyle yoğuranlara... 
              
                 
                  |  
                    
                   | 
                   
                    Yadigar Kaldı.. 
                    "Tevellüt: Bin üç yüz küsur…77'ye yakın…" 
                    Adı: İbrahim… 
                    88'in yazı 
                    Dükkanda dizi dizi semerler; istemediğiniz kadar semerci hikayesi… 
                    Yıl: 1989; o öldü 
                    Söylediği gibi- kendisinden sonra işi de son buldu. 
                    Gezidekilere yadigar kaldı 
                    Üç semer, asırlık iğne, makas, yağlı deri ve boncuklar… | 
                 
               
               
              
                 
                  |  
                    
                   | 
                  Para 
                    Kasası Palan Olur Mu? 
                    "Memleket: Elazığ: 
                    gözümü açtım açalı bil fasıl bu işle…" 
                    Palan yapan ustamız; Katıra, ata ve eşeğe… 
                    Üstü keçi kılından kilim, altı keçe, içi semer otudur palanın. 
                    Ve bir hikaye ustadan: 
                    "Ustanın biri, vakti zamanın birinde kasa niyetine kullanmış 
                    palanı. 
                    Çırak yanlışlıkla satmaz mı para gizlenmiş kasayı!...Derde 
                    vereme gelmiş palancı. 
                    Ve o dertle ölmüş!... 
                    Yıllar sonra tamire gelmiş palan. Ama usta sizlere ömür… 
                    Uyanık çırak kasadan boşaltmış paraları…" | 
                 
               
               
              
                 
                   Boynuzlar 
                    Arasında Usta 
                    Kasap desen değil, ne işi var marangozların içinde. 
                    Ya keresteler arasındaki boynuzların? Sivas'ın son tarakçısı 
                    Mustafa usta. 
                    Çuvallar dolusu boynuz; Manda, öküz, koyun… Orta yerde seccade, 
                    usta üstünde öğle uykusunda; kan revan içinde bu ağır kokuda 
                    uyku tuttuysa eğer, aşk olsun usta… Boynuzu eritmek, sonra 
                    kalıba alarak tek tek diş açmak… Yaptığı tarak çeyiz sandığına, 
                    eşe dosta hatıra. İşportacı bağırıyor bangır bangır: "Sudan 
                    ucuz tarak…" 
                    Tabii ki plastikten… İşin sonuna geldiğinin farkında usta: 
                    "Ne yapayım, pişpirik oynamaktansa kıraathanede, spor niyetine 
                    çalışmanın zararı kime?"  | 
                 
                 
                   Mehmet 
                    Usta 
                    "Öyle semer yapacaksın ki hem hayvanın hem de insanın etine 
                    uygun olacak…" 
                    Bildiği gibi yapar semerleri Mehmet Usta; bir de süsler renkli 
                    keçeyle; gelen seyreder, giden… Ya alan? 
                    "Ne arar… Ayağa düştü işler…" 
                    Son günlerde yaptığı iş 'poz vermek' kameralara; şimdilik 
                    müşterileri fotoğrafçılar… | 
                 
                 
                   Nerede 
                    Bu Örgünün Şişi 
                    Şişi yok bu örgünün. Hani, kızının sırma saçlarını örer ya 
                    anne, 
                    İşte öyle örüyor sepeti küfeciler… Örgünün adı sepet örgüsü. 
                    Hamal nasıl isterse, örgücü öyle örer sepeti. Kömür taşınacak, 
                    su taşınacak, 
                    Pazardan meyva, sebze… Asiye kadın da sepetle çay taşıyacak 
                    Rize Çayeli'de; hem de yarım saatlik uzaklıktan çay alım yerine. 
                    Son yıllar sepetin plastiği çıktı Bilir misiniz ustalar?... 
                    "İşte o meret çıkalı bozuldu ya işler…"  | 
                 
                 
                   | 
                 
                 
                   Körpecik 
                    Bir Fidandı 
                    En çok kime sızladı yüreğim bilir misiniz? 
                    Antep'te on yaşında ki çocuğa; ağırlığınca balyozu kaldırdı, 
                    Vurdu da vurdu. Makasın arasında ki maden, kağıt gibi koptu. 
                    Kalıbından patlayacaktı çocuk neredeyse. Soğuk soğuk terler 
                    döktü, körpecik bizim fidandı. Ya kamburu çıkmış yetmişlik 
                    delikanlılar; o çocuk gibiydiler… Madencilerin işi ağırdır 
                    biliriz, ama madeni hamur gibi yoğurup biçimlendirenlerin 
                    işi hiç de aşağı kalmaz onlardan. Biçimlendirmek yetmez mi 
                    madeni, zamanında vermezsen suyunu, kiremit gibi kırılmaz 
                    mı çelik? Beceri nasırlı ellerde; Madenciden ayrılan yanı 
                    da bu değil mi demircilerin. 
                    
                   | 
                 
                 
                  |  
                      Yoksuluna 
                      Ağasına Baston 
                      Baston denilince sadece Devrek mi gelir akla? Ya, Beykoz'un 
                      yeşillikler arasında yitmiş köyü Dereseki ?... Zanaatkarlarla 
                      ilk tanışmamız burada başlamamış mıydı? Osman ve Selahattin 
                      ustalar Dereseki'nin en has bastoncuları… Dağdaki kestane, 
                      bahçedeki erik ve elma ağacı cana gelir ustaların ellerinde. 
                      Herkesin eline ve kesesine göre baston yapılır Dereseki'de: 
                      İhtiyarına gencine, yoksuluna ağasına, 
                      çobanına paşasına ve de Reis-i Cumhur'una… 
                   | 
                 
                 
                  |  
                     Orkestra 
                   | 
                 
                 
                  |  
                    
                   | 
                 
                 
                  |  
                      
                      Dan din don… Pekmez, bulgur kazanı dövende 
                      bas ve tok ses çıkarır ustalar, Tiz ses ayrı ustaların hüneri… 
                      Anadolu'da bakırcı çarşıları birer orkestra; 
                      şefleri bakırcılar… Ve bakır kapları birer vurmalı saz… 
                      Orkestranın sesi Kayseri, Elazığ, Malatya ve Sivas'da cılız, 
                      Antep'te gür çıkıyor şu sıralar. Nedeni: Antepli, bakırı 
                      mutfaktan çıkarıp hotel, motel lobilerine -antika niyetine" 
                      sokmuş da ondan… 
                       
                   | 
                 
                 
                   | 
                 
                 
                  |  
                      Üstü 
                      Manda İçi Öküz Derisi… 
                      Bir gün uyanık İstanbullunun biri, Anteplinin ayağında görmüş 
                      yemenileri… 
                      Yalvarmış; "Etme eyleme kardeş, ver bu yemeniyi, 
                      alayım sana en kaliteli bir kundura..." 
                      Altı manda, üstü öküz, içi de koyun derisinden alma yemeni 
                      bu kadar 'gıymatlı'… Antep'te üç yemenici var iken, 
                      biri olmuş kırtasiyeci; defter, tükenmez kalem, silgi,yanında 
                      bir de yemeni.... Ne edek gardaş alışmışık bir kere kokusuna 
                      vazgeçemik yemeniden…" 
                   | 
                 
                 
                  Çamurun 
                    Dansı 
                     
                    
                       
                        Kırklareli'de, 
                          Lüleburgaz'da İbrikçi, Karacasu'da Bardakçı soyadları. 
                          Yaptıkları iş, yaşamlarıyla kaynaşmış çömlekçilerin. 
                          Toprağı elemek, hamur yapmak ve mayalamak, 
                          sonra da pişirmek… Hem de gevrek kızarmış ekmek gibi… 
                          Yakmadan ve hamur bırakmadan…  Ya 
                          çamurun dansı?... 
                          Sevgiyle okşadıkça çamuru çömlekçi dans eder çamur; 
                          gerdan kırarak, göbek şişirerek… 
                          Ve bu sevgiyle biçimlenir. Titremeye görsün çömlekçinin 
                          elleri, 
                          sezdiyse çömlekçinin kızgınlığını kırılır çatır çatır 
                          çatlar çamur…  | 
                         
                          
                         | 
                       
                     
                   | 
                 
                 
                   | 
                 
                 
                  |  
                     Hamam 
                      Faslı 
                        
                    
                       
                        |  
                           Yünü 
                            yoğurdu mayaladı alın teriyle, 
                            Bir saat, iki saat üstünde tepindi ayaklarıyla. Öğleden 
                            sonrası hamam faslı 
                            Urfa keçeciler hamamında başlamış işler; inleyen, 
                            acı çeken, işkence görenlere özgü sesler... Uuuuhhh, 
                            hıhh, huhhh...  
                          Tam 
                            tamına üç saat, Yazın hamam sıcağında teriyle keçeyi 
                            pişirir keçeciler. Bunca ağır yüke ve kahıra keçeciden 
                            gayri kaç babayiğit dayanabilir?...  
                         | 
                       
                       
                        |  
                          
                         | 
                         
                          
                         | 
                       
                     
                     
                     | 
                 
                 
                   Yastıkçılar 
                    Sokağı 
                    "Aman Ahmet Efendi düğüne az kaldı?... 
                    Mahcup olmayalım el-aleme…" Merak edilecek ne vardı canım; 
                    "evvel Allah bitecek" ti yastıklar. Önce otu bastırarak telise 
                    sonra kılıfı geçirecekti. Yastıkçılıkta uzmandı 'Ahmet Efendi'. 
                    Bugüne değin kimi mahcup etmişti ki… Yastıklar çeyiz olacak 
                    Zeynep geline. Üzerine sevdaların dokunduğu halılar geçirilecek 
                    Kayseri'de. 
                    Ve Zeynep kız, üç çift yastığı -adet üzerine- çeyiz götürecek 
                    oğlan evine. Kayseri'nin bir sokağı 'Yastıkçılar Sokağı'. 
                    Renkli bir sokak; yastıklar renkli mi renkli. Ya diğer renkleri; 
                    yastıkçılar, halıcılar, çeyiz ısmarlayanlar ve gelin kızlar… | 
                 
                 
                   | 
                 
                 
                   Damat 
                    Ramazan 
                    "Bakır, bir zamanlar altın gibiydi, ya şimdi? 
                    Teneke kadar değeri var mı ki?" 'Kalaycı Ali' haklı "Kalaycılığın 
                    da 
                    'altın devri bitti şükür… Ali Tuttu, Konya'nın 50 yıllık kalaycısı; 
                    kalaycılıktan emekli. Elinde tespih, yanında 'tekavüt' arkadaşları… 
                    Dükkanın tabelası kendisi gibi tarihi… Damadı devralmış alaycılığı 
                    Ali Tuttu'dan. 'İkind'iye gitti 'Kalaycı Ali'. Fırsat bu fırsat, 
                    damat Ramazan Bir cıgara yaktı odun közünde; Nişadır dumanının 
                    üstüne tütün dumanı; "oooof be bayram etsin ciğerlerim…" Yazık 
                    değimli ciğerlerine 'kalaycı Ramazan'… Yok mu bunca dumanın 
                    zararı?... "Çok şükür görmedim zararını şimdiye kadar; sonrası 
                    Allah kerim…" Sonra 'büyük tecrübe'sini açıkladı: "Nişadır 
                    dumanı temizler ciğerleri; kalay gibi pırıl pırıl eder bilir 
                    misiniz?..." | 
                 
                 
                   | 
                 
                 
                   Dişçi 
                    mi? 
                    İşi dişlerlerle, ama dişçi değil; Testereci… 
                    Yüzlerce diş açar çeliğe, Ardından çaprazı, bileylenmesi ve 
                    sapı… 
                    Her iş bilek gücüyle… "Ustam zahmet olacak şu testereyi…" 
                    "Aaa bu benim testerem.." "Az değil yirmi beş sene önce almıştım 
                    da…" "Hey gidi günler hey, ne çabuk geçti bunca zaman". 
                    Yüzlerce aşınmış, eğilmiş eğe raflarda; "Aşınan sadece eğe 
                    mi, gözler gitti gözler. Gözlükler beş numara, Şimdilik Tahtakale'den… 
                    Babam dedem kör etmiş gözlerini Testereye diş açarken…" Sıra 
                    sende mi usta? | 
                 
                 
                   | 
                 
                 
                   Şair 
                    Mustafa Necati 
                    Eğirdiği iple Türkiye'yi kaç kez dolanır bilir misiniz? Günde 
                    kilometrelerce keçi kılından ip, çarpı yaşam, eşittir… 'Mustafa 
                    Necati kırk yıldır keçi kılından ip eğirir mekiklerde; ip 
                    eğirirken şiir yazar belleğine; dinlencede ak kağıda kazınır 
                    şiirler… "Sabahları selamlaşıp hayırlı işler dileriz. Her 
                    kim olursa müşteri velinimetimiz. Dış patentli malı tercih 
                    etmeyiz. Elimizin kirini, alnımızın terini, 
                    Medeniyetin aynasında görürüz… Şair Necati" | 
                 
                 
                   | 
                 
                 
                   Yörük 
                    Deseni 
                    Ninem eğirir, Fatma kız dokur. 
                    Eğrilen kıl keçi kılı desenler 'Yörük deseni'… 
                    Ninem karışmaz Fatma kızın desenlerine. 
                    Sevdanın yanına, ninemin ipi gelirse tezgaha, 
                    Desenler düğüm düğüm ayna olur; 
                    Özlemi, umudu ve sevdayı yansıtan… | 
                 
                 
                   | 
                 
                 
                   Sevdalar 
                    Dokunur Tezgahta 
                    Dokunan sevdadır, umuttur, özlemdir. Türkü olur desenler ozanın 
                    sazında, sözünde; Şairin dizelerinde dile gelir. Her desenin 
                    vir dili vardır; Gelinlik çağına gelen Ayşe kızın sevdalarını 
                    bir bir okursunuz desenlerinde. Bir can daha mı ister Fatma 
                    gelin; düğümlere desenlere yazar. Tezgahta biten halı, Ayşe 
                    kızın, 
                    Fatma gelinin, Dürü ninenin öyküsüdür; yüzlerce desen, on 
                    binlerce düğüm sözcükleridir bu öykünün. Doğanın mayasıyla 
                    renklenir halılar; 
                    koyu kırmızı, lacivert, siyah… Sındırgı'nın 'Yağa Bedir Halıları' 
                    işte böylesi bir öyküdür; 
                    özlem, umut, sevda ve doğanın en güzel renkleriyle mayalanan… | 
                 
                 
                   | 
                 
                 
                   Fıçıcılar 
                    Şarap fıçısı içinde poz verdi kameraya; 
                    " bu da mı gelecekti başıma" dercesine doldu kaldı filmde. 
                    Şarap yapılacak, turşu kurulacak, yayık yayılacak fıçılarda… 
                    Ha, isterseniz eğer vurmalı çalgı bile yapar fıçılar. 
                    Ama o, fiyatının yanı sıra biraz allı pullu olur… | 
                 
                 
                   | 
                 
                 
                   Meriç 
                    Han 
                    Edirne'de Meriç Han, süpürgeciler mekanı, iki katlı… Her mekanın 
                    içinde süpürgeciler, süpürgeleri, Piknik tüpleri, çayları, 
                    şarapları var. 
                    Duvarlarında 'artiz' ve 'takım' posterleri, Geçmiş seçimlerden 
                    kalma seçim afişleri… Orta yerinde avlusu var Meriç Han'ın. 
                    Avluda horozları, güvercinleri; 
                    takla atanı, kuyruklusu, kuyruksuzu, kavgacısı… Meriç Han 
                    ayrı bir dünya… 
                    'Süpürge Sektörü'nde şu sıra işler kesat. Bu yıl da talep 
                    olmaz,"ihracat patlamazsa" asırlık alet ve yöntemlerle sürer 
                    mi imalat? Dayanılmaz bunca ağır yüke Meriç Han ve süpürgeciler; 
                    yıkılır. | 
                 
                 
                   | 
                 
                 
                   Bir 
                    Baltaya Sap Olamayanlar 
                    Bir baltaya sap olamamış ama, sap yapar baltaya, küreğe, kazmaya… 
                    Tezgah, yontu aleti dede-baba yadigarı. Sap yaptığı ağaç yola 
                    gelen cinsten; 
                    fındık ve kestane… Sapları cilalar alın teriyle. İstanbul'un 
                    göbeğinde Kastamonulu sapçı, asırlık geleneği bozmadan yeni 
                    asra koşuyor 'ıçkı'sıyla, tezgahıyla. Kavga ekmek kavgası, 
                    güç, bilek gücü; 
                    hangi güç bükebilir bu bileği? | 
                 
                 
                   | 
                 
                 
                   Boncuklar, 
                    Ziller 
                    Saraçların hanesinde aynı koku vardır her yerde; dabakhaneden 
                    çıkmış yağlı kösele kokusu… Ama aldırmayın alışırsınız bir 
                    zaman sonra… Süsleri yok mu süsleri göz kamaştırır; boncuklar, 
                    ziller, nazarlıklar, kayışlar… Bu dıştan görülen yüzü, ya 
                    içi? Sergi açmış usta at posterlerinden. Kalıcı bie sergi… 
                    Dalmış usta hülyalarına, hangi küheylanın sırtında acep? Kanatlanıp 
                    uçuyor mu? | 
                 
                 
                   | 
                 
                 
                   Araba 
                    Ressamı Enver… 
                    Tuvali, arabasının tahtaları, esinlendiği yerler; doğanın 
                    binbir güzelliği; 
                    kuş, böcek, çiçek, göl, deniz… İsmi, Enver, İşi 'Araba Ressamı'… 
                    Arnavut kaldırımları söküleli beri, tahta tekerlekler ve nal 
                    sesleri 
                    yitti gitti toprağın derinliklerinde. Ama her şeye inat ahşap 
                    tekerden 
                    vazgeçmiyor at arabacıları… Ve en güzel desenleri işliyorlar 
                    arabalarına; 
                    sevdalar, umutlar, özlemler dile geliyor 'Araba ressamı'nın 
                    tuvalinde… 
                    Lastik hızıyla dönmese de ahşap tekerlek asfaltta, şimdilik 
                    ölmeyecek kadar  
                    doyuruyor arabacıları…  | 
                 
                 
                  |  
                      Nalbant 
                      Yakup 
                      O gün böbrek sancıları tuttu 'Nalbant Yakup'un. "Gelecek 
                      zamanı mı buldun be adam…" "Gözünü seveyim ustam ağaçlar 
                      dağda…" Sızlana sızlana yaktı ocağı, kızardı nar gibi nallar, 
                      yaktı tırnaklarını hayvanın. Öyle bir koku çıktı ki yanan 
                      tırnaktan, Dayanabilene aşk olsun… Bir kunduracı edasıyla, 
                      Oturttu nalları ayağa. Ardından 'mıh'ları çıktı birer birer…"Haydi 
                      git selametle, siftah senden, bereket…" "Hanım ne alınacaktı 
                      bakkaldan?.." 
                   | 
                 
                 
                   Şipşakçı 
                    Foto Işık 
                    Makinesiyle yaşıt 'Şipşakçı' Foto Işık; 80'ine basamak dayamışlar… 
                    Hem berber, hem de fotoğrafçı iken, ustasının ölümü üzerine; 
                    makineyi almış omzuna, göçmüş Siirt'ten İstanbul'a Berberlikle 
                    birlikte yürütürken fotoğrafçılığı, hırsızlar silip süpürmüşler 
                    dükkanı. Düzeltmiş işi sonradan, 
                    tam ev bark sahibi olmuşken, işler tıkır tıkır giderken, herkes 
                    başlamasın mı fotoğrafçılığa, yapa yalnız kalmış İstanbul'da… 
                    Şimdiki mekanı Zeyrek SSK önünde bir metre karelik bie alan; 
                    düşerse haftada bir 'kafa kağıdı', 
                    çeker üç fotoğraf. Üç ayaklının yanında bir de tezgahı var 
                    'Foto Işık'ın; 
                    işportacılığa başladı 80'ine basamak dayamış şipşakçı; "Ne 
                    isterdiniz; otobüs bileti, tükenmez, kağıt, permatik?" | 
                 
               
               
               
               
                 
                 
               
               
               |