SOLAN RENKLER
Erdal Yazıcı
BİR
YAPRAK DÖKÜMÜ ÖYKÜSÜ
(KAYBOLAN ZANAATLAR)
|
"Çağ mı atladık,çağı
mı yakaladık ? Yoksa bir tüketim toplumu mu olduk ?"
tartışmalarının arasında, medyalar, ülkemizin kabuk değiştirdiğini,
her alanda eski değer yargılarının yıkıldığını, yeni üretim
ilişkilerinin topluma egemen olduğunu yayıyor ortalığa.
Dünyadaki başdöndürücü "teknolojik devrim"in ürünleri
ülkemizde de kendi pazarlarında göz kamaştırıyor. 2000 yılında,
'Üçüncü Dünya Ülkeleri' arasında süper güç olacağımız ve
diğer "süper güçlerle yarışacağımız" dile getiriliyor.
Fakat yaşanan gerçekler ise şaşırtıcı: Otoyollarımızda bilgisayarlarla
donatılmış otolarla at arabaları yarışıyor!.. Anadolu'da
dev tırlarla katırlar birlikte yük taşıyor. Saatte yüzlerce
metrekare halı dokuyan tezgahlarla, asırlık tezgahlar yan
yana, iç içe. Ve yün ayaklarla, göğüsle, saatlerce dövülerek
(hamamda) pişirilip keçe yapılıyor; hala insan terinin yünü
kaynaştırdığına inanıyor keçeciler. Konutlarda, 'klasik-modern'
mobilyaların yanısıra, sekilerde, sedirlerde elde yapılmış
yastıklar süslüyor köşelerimizi; yorgunluk burada atılıyor,
"kırk yıl hatırı olan" kahveler burada yudumlanıyor.
İç piyasada, elektronik kumandalı süpürgeyle ot süpürge,
hırsızı şaşırtan bilyeli kilitle, çilingirin antika kilidi
yan yana boy gösteriyor. Otomotiv sektörünün en yoğun üretimde
bulunduğu Bursa'da -tükenme noktasında da olsa- atarabası
yapımına devam ediliyor. İstanbul'un orta yerinde küfeciler
-sırma saçlı kızının saçını ören anne gibi- ağaçları dilimleyip
sepet örüyor. Sapçılar, dededen, babadan kalma aletleriyle
(ıçkı'yla) ağaçları yontarak kazmaya, küreğe, baltaya sap
yapıyor; dokumacılar tezgahta bu iplerle Bodrum'un, Marmaris'in
çokyıldızlı otellerini süsleyen kilimleri dokuyorlar. Geleneksel
yöntemlerle, baba-ata yadigar araç gereçlerle ortaya çıkarılan
ürünler yabancıları şaşırtıyor; övgüleriyle göklere çıkarıyorlar
zanaatkarlarımızıve ülkemizi; "biz bilgisayar kumadalı
araçlarla uzayda cirit atarken, siz biraz daha oyalanın
atarabalarıyla" dercesine gırgırlarını mı geçiyorlar
dersiniz?
Ülkemizde, 'Bilgisayarlı
üretim'le, asırlık araç-gereç ve yöntemlerle yapılan üretim
bir arada yürüyor. İç piyasadaki talepsizlik gereği geleneksel
üretim şekilleri yıldan yıla eriyip yok oluyor. Ülkemizdeki
çok zevkli zanaatlar adeta bir yaşam savaşı veriyor. Artık
zanaatkarlarımız, içinde bulundukları meslek dallarının
son temsilcileri; kendi dallarında çırak ve kalfalar da
artık yetişmiyor. Yaş ortalamaları ise 40 yaşın çok üstünde...
1988 yılında Elazığ'da tanıştığım Semerci İbrahim Usta'nın
(77 yaşındaydı) bir yıl sonra ölmesiyle, yaşamıyla birlikte
işi de noktalandı, atölyesi yıkılıp yerine 'işhanı' yapıldı.
Sivas'ın son tarakçısı Mustafa Usta (manda boynuzundan tarak
yapıyordu) işin sonuna gelindiğinin farkındaydı artık; sudan
ucuz plastik taraklar varken kim bakardı hayvan boynuzundan
yapılma taraklara!.. Çömlekçi ve bakırcılar ise iş alanlarını
çoktan değiştirmiş, turistik eşya yapıyorlardı. Zanaatkarlarımızın
ürünleri az da olsa kırsal kesimin, hatta metropollerimizde
yaşayan bazı kesimlerin gereksinimlerini karşılamaya şimdilik
devam ediyorlar. Bilek gücüyle dövülüp çelikleştirilen baltalar,
keserler, el yapımı testereler, elektronik kantarların yanında
'topuz kantarı' ve 'şeytan kantarı' metropollerimizin vitrinlerini
süslemeye devam ediyor.
Her geçen yıl eriyip
yok olan zanaatlarla ilgili ilk fotoğraf çalışmam 1987 yılında
Beykoz'un şirin köyü Dereseki'de başladı. İlk tespit ettiğim
an'lar bastoncuların öyküsüydü. 1992 yılında değin süren
çalışmalarım sırasında Anadolu'yu karış karış dolaşıp, binlerce
kilometre yol katetip, binlerce kare film tükettim. Tanık
olduğum an'lar zanaatkarların teknolojiye kafa tutmaları
ve o güç karşısında erimeleriydi; adeta ayakta kalmak için
insan gücünün ve yaratıcılığının sınırlarını sınırlarını
zorluyorlardı.. Makine gücünü dışlayıp, özgüçleriyle beceriyi
aynı noktada kesiştirip harika işler ortaya çıkarıyorlardı.
Yaklaşık otuza yakın meslek üzerinde çalışmamı yoğunlaştırdım,
ve bunlarla ilgili hazırladığım röportajların tamamı birçok
gazete ve dergide yayımlandı.
Bu çalışmadaki fotoğraflar
zanaatkarların dünyasından sadece bir kesit... Yaptıkları
işi alın teriyle sulanıp, emeğiyle yoğuran becerili ellere
saygıyla...
Erdal
Yazıcı
|
Aşını, işini, emeği ve alınteriyle yoğuranlara...
|
Yadigar Kaldı..
"Tevellüt: Bin üç yüz küsur…77'ye yakın…"
Adı: İbrahim…
88'in yazı
Dükkanda dizi dizi semerler; istemediğiniz kadar semerci hikayesi…
Yıl: 1989; o öldü
Söylediği gibi- kendisinden sonra işi de son buldu.
Gezidekilere yadigar kaldı
Üç semer, asırlık iğne, makas, yağlı deri ve boncuklar… |
|
Para
Kasası Palan Olur Mu?
"Memleket: Elazığ:
gözümü açtım açalı bil fasıl bu işle…"
Palan yapan ustamız; Katıra, ata ve eşeğe…
Üstü keçi kılından kilim, altı keçe, içi semer otudur palanın.
Ve bir hikaye ustadan:
"Ustanın biri, vakti zamanın birinde kasa niyetine kullanmış
palanı.
Çırak yanlışlıkla satmaz mı para gizlenmiş kasayı!...Derde
vereme gelmiş palancı.
Ve o dertle ölmüş!...
Yıllar sonra tamire gelmiş palan. Ama usta sizlere ömür…
Uyanık çırak kasadan boşaltmış paraları…" |
Boynuzlar
Arasında Usta
Kasap desen değil, ne işi var marangozların içinde.
Ya keresteler arasındaki boynuzların? Sivas'ın son tarakçısı
Mustafa usta.
Çuvallar dolusu boynuz; Manda, öküz, koyun… Orta yerde seccade,
usta üstünde öğle uykusunda; kan revan içinde bu ağır kokuda
uyku tuttuysa eğer, aşk olsun usta… Boynuzu eritmek, sonra
kalıba alarak tek tek diş açmak… Yaptığı tarak çeyiz sandığına,
eşe dosta hatıra. İşportacı bağırıyor bangır bangır: "Sudan
ucuz tarak…"
Tabii ki plastikten… İşin sonuna geldiğinin farkında usta:
"Ne yapayım, pişpirik oynamaktansa kıraathanede, spor niyetine
çalışmanın zararı kime?" |
Mehmet
Usta
"Öyle semer yapacaksın ki hem hayvanın hem de insanın etine
uygun olacak…"
Bildiği gibi yapar semerleri Mehmet Usta; bir de süsler renkli
keçeyle; gelen seyreder, giden… Ya alan?
"Ne arar… Ayağa düştü işler…"
Son günlerde yaptığı iş 'poz vermek' kameralara; şimdilik
müşterileri fotoğrafçılar… |
Nerede
Bu Örgünün Şişi
Şişi yok bu örgünün. Hani, kızının sırma saçlarını örer ya
anne,
İşte öyle örüyor sepeti küfeciler… Örgünün adı sepet örgüsü.
Hamal nasıl isterse, örgücü öyle örer sepeti. Kömür taşınacak,
su taşınacak,
Pazardan meyva, sebze… Asiye kadın da sepetle çay taşıyacak
Rize Çayeli'de; hem de yarım saatlik uzaklıktan çay alım yerine.
Son yıllar sepetin plastiği çıktı Bilir misiniz ustalar?...
"İşte o meret çıkalı bozuldu ya işler…" |
|
Körpecik
Bir Fidandı
En çok kime sızladı yüreğim bilir misiniz?
Antep'te on yaşında ki çocuğa; ağırlığınca balyozu kaldırdı,
Vurdu da vurdu. Makasın arasında ki maden, kağıt gibi koptu.
Kalıbından patlayacaktı çocuk neredeyse. Soğuk soğuk terler
döktü, körpecik bizim fidandı. Ya kamburu çıkmış yetmişlik
delikanlılar; o çocuk gibiydiler… Madencilerin işi ağırdır
biliriz, ama madeni hamur gibi yoğurup biçimlendirenlerin
işi hiç de aşağı kalmaz onlardan. Biçimlendirmek yetmez mi
madeni, zamanında vermezsen suyunu, kiremit gibi kırılmaz
mı çelik? Beceri nasırlı ellerde; Madenciden ayrılan yanı
da bu değil mi demircilerin.
|
Yoksuluna
Ağasına Baston
Baston denilince sadece Devrek mi gelir akla? Ya, Beykoz'un
yeşillikler arasında yitmiş köyü Dereseki ?... Zanaatkarlarla
ilk tanışmamız burada başlamamış mıydı? Osman ve Selahattin
ustalar Dereseki'nin en has bastoncuları… Dağdaki kestane,
bahçedeki erik ve elma ağacı cana gelir ustaların ellerinde.
Herkesin eline ve kesesine göre baston yapılır Dereseki'de:
İhtiyarına gencine, yoksuluna ağasına,
çobanına paşasına ve de Reis-i Cumhur'una…
|
Orkestra
|
|
Dan din don… Pekmez, bulgur kazanı dövende
bas ve tok ses çıkarır ustalar, Tiz ses ayrı ustaların hüneri…
Anadolu'da bakırcı çarşıları birer orkestra;
şefleri bakırcılar… Ve bakır kapları birer vurmalı saz…
Orkestranın sesi Kayseri, Elazığ, Malatya ve Sivas'da cılız,
Antep'te gür çıkıyor şu sıralar. Nedeni: Antepli, bakırı
mutfaktan çıkarıp hotel, motel lobilerine -antika niyetine"
sokmuş da ondan…
|
|
Üstü
Manda İçi Öküz Derisi…
Bir gün uyanık İstanbullunun biri, Anteplinin ayağında görmüş
yemenileri…
Yalvarmış; "Etme eyleme kardeş, ver bu yemeniyi,
alayım sana en kaliteli bir kundura..."
Altı manda, üstü öküz, içi de koyun derisinden alma yemeni
bu kadar 'gıymatlı'… Antep'te üç yemenici var iken,
biri olmuş kırtasiyeci; defter, tükenmez kalem, silgi,yanında
bir de yemeni.... Ne edek gardaş alışmışık bir kere kokusuna
vazgeçemik yemeniden…"
|
Çamurun
Dansı
Kırklareli'de,
Lüleburgaz'da İbrikçi, Karacasu'da Bardakçı soyadları.
Yaptıkları iş, yaşamlarıyla kaynaşmış çömlekçilerin.
Toprağı elemek, hamur yapmak ve mayalamak,
sonra da pişirmek… Hem de gevrek kızarmış ekmek gibi…
Yakmadan ve hamur bırakmadan… Ya
çamurun dansı?...
Sevgiyle okşadıkça çamuru çömlekçi dans eder çamur;
gerdan kırarak, göbek şişirerek…
Ve bu sevgiyle biçimlenir. Titremeye görsün çömlekçinin
elleri,
sezdiyse çömlekçinin kızgınlığını kırılır çatır çatır
çatlar çamur… |
|
|
|
Hamam
Faslı
Yünü
yoğurdu mayaladı alın teriyle,
Bir saat, iki saat üstünde tepindi ayaklarıyla. Öğleden
sonrası hamam faslı
Urfa keçeciler hamamında başlamış işler; inleyen,
acı çeken, işkence görenlere özgü sesler... Uuuuhhh,
hıhh, huhhh...
Tam
tamına üç saat, Yazın hamam sıcağında teriyle keçeyi
pişirir keçeciler. Bunca ağır yüke ve kahıra keçeciden
gayri kaç babayiğit dayanabilir?...
|
|
|
|
Yastıkçılar
Sokağı
"Aman Ahmet Efendi düğüne az kaldı?...
Mahcup olmayalım el-aleme…" Merak edilecek ne vardı canım;
"evvel Allah bitecek" ti yastıklar. Önce otu bastırarak telise
sonra kılıfı geçirecekti. Yastıkçılıkta uzmandı 'Ahmet Efendi'.
Bugüne değin kimi mahcup etmişti ki… Yastıklar çeyiz olacak
Zeynep geline. Üzerine sevdaların dokunduğu halılar geçirilecek
Kayseri'de.
Ve Zeynep kız, üç çift yastığı -adet üzerine- çeyiz götürecek
oğlan evine. Kayseri'nin bir sokağı 'Yastıkçılar Sokağı'.
Renkli bir sokak; yastıklar renkli mi renkli. Ya diğer renkleri;
yastıkçılar, halıcılar, çeyiz ısmarlayanlar ve gelin kızlar… |
|
Damat
Ramazan
"Bakır, bir zamanlar altın gibiydi, ya şimdi?
Teneke kadar değeri var mı ki?" 'Kalaycı Ali' haklı "Kalaycılığın
da
'altın devri bitti şükür… Ali Tuttu, Konya'nın 50 yıllık kalaycısı;
kalaycılıktan emekli. Elinde tespih, yanında 'tekavüt' arkadaşları…
Dükkanın tabelası kendisi gibi tarihi… Damadı devralmış alaycılığı
Ali Tuttu'dan. 'İkind'iye gitti 'Kalaycı Ali'. Fırsat bu fırsat,
damat Ramazan Bir cıgara yaktı odun közünde; Nişadır dumanının
üstüne tütün dumanı; "oooof be bayram etsin ciğerlerim…" Yazık
değimli ciğerlerine 'kalaycı Ramazan'… Yok mu bunca dumanın
zararı?... "Çok şükür görmedim zararını şimdiye kadar; sonrası
Allah kerim…" Sonra 'büyük tecrübe'sini açıkladı: "Nişadır
dumanı temizler ciğerleri; kalay gibi pırıl pırıl eder bilir
misiniz?..." |
|
Dişçi
mi?
İşi dişlerlerle, ama dişçi değil; Testereci…
Yüzlerce diş açar çeliğe, Ardından çaprazı, bileylenmesi ve
sapı…
Her iş bilek gücüyle… "Ustam zahmet olacak şu testereyi…"
"Aaa bu benim testerem.." "Az değil yirmi beş sene önce almıştım
da…" "Hey gidi günler hey, ne çabuk geçti bunca zaman".
Yüzlerce aşınmış, eğilmiş eğe raflarda; "Aşınan sadece eğe
mi, gözler gitti gözler. Gözlükler beş numara, Şimdilik Tahtakale'den…
Babam dedem kör etmiş gözlerini Testereye diş açarken…" Sıra
sende mi usta? |
|
Şair
Mustafa Necati
Eğirdiği iple Türkiye'yi kaç kez dolanır bilir misiniz? Günde
kilometrelerce keçi kılından ip, çarpı yaşam, eşittir… 'Mustafa
Necati kırk yıldır keçi kılından ip eğirir mekiklerde; ip
eğirirken şiir yazar belleğine; dinlencede ak kağıda kazınır
şiirler… "Sabahları selamlaşıp hayırlı işler dileriz. Her
kim olursa müşteri velinimetimiz. Dış patentli malı tercih
etmeyiz. Elimizin kirini, alnımızın terini,
Medeniyetin aynasında görürüz… Şair Necati" |
|
Yörük
Deseni
Ninem eğirir, Fatma kız dokur.
Eğrilen kıl keçi kılı desenler 'Yörük deseni'…
Ninem karışmaz Fatma kızın desenlerine.
Sevdanın yanına, ninemin ipi gelirse tezgaha,
Desenler düğüm düğüm ayna olur;
Özlemi, umudu ve sevdayı yansıtan… |
|
Sevdalar
Dokunur Tezgahta
Dokunan sevdadır, umuttur, özlemdir. Türkü olur desenler ozanın
sazında, sözünde; Şairin dizelerinde dile gelir. Her desenin
vir dili vardır; Gelinlik çağına gelen Ayşe kızın sevdalarını
bir bir okursunuz desenlerinde. Bir can daha mı ister Fatma
gelin; düğümlere desenlere yazar. Tezgahta biten halı, Ayşe
kızın,
Fatma gelinin, Dürü ninenin öyküsüdür; yüzlerce desen, on
binlerce düğüm sözcükleridir bu öykünün. Doğanın mayasıyla
renklenir halılar;
koyu kırmızı, lacivert, siyah… Sındırgı'nın 'Yağa Bedir Halıları'
işte böylesi bir öyküdür;
özlem, umut, sevda ve doğanın en güzel renkleriyle mayalanan… |
|
Fıçıcılar
Şarap fıçısı içinde poz verdi kameraya;
" bu da mı gelecekti başıma" dercesine doldu kaldı filmde.
Şarap yapılacak, turşu kurulacak, yayık yayılacak fıçılarda…
Ha, isterseniz eğer vurmalı çalgı bile yapar fıçılar.
Ama o, fiyatının yanı sıra biraz allı pullu olur… |
|
Meriç
Han
Edirne'de Meriç Han, süpürgeciler mekanı, iki katlı… Her mekanın
içinde süpürgeciler, süpürgeleri, Piknik tüpleri, çayları,
şarapları var.
Duvarlarında 'artiz' ve 'takım' posterleri, Geçmiş seçimlerden
kalma seçim afişleri… Orta yerinde avlusu var Meriç Han'ın.
Avluda horozları, güvercinleri;
takla atanı, kuyruklusu, kuyruksuzu, kavgacısı… Meriç Han
ayrı bir dünya…
'Süpürge Sektörü'nde şu sıra işler kesat. Bu yıl da talep
olmaz,"ihracat patlamazsa" asırlık alet ve yöntemlerle sürer
mi imalat? Dayanılmaz bunca ağır yüke Meriç Han ve süpürgeciler;
yıkılır. |
|
Bir
Baltaya Sap Olamayanlar
Bir baltaya sap olamamış ama, sap yapar baltaya, küreğe, kazmaya…
Tezgah, yontu aleti dede-baba yadigarı. Sap yaptığı ağaç yola
gelen cinsten;
fındık ve kestane… Sapları cilalar alın teriyle. İstanbul'un
göbeğinde Kastamonulu sapçı, asırlık geleneği bozmadan yeni
asra koşuyor 'ıçkı'sıyla, tezgahıyla. Kavga ekmek kavgası,
güç, bilek gücü;
hangi güç bükebilir bu bileği? |
|
Boncuklar,
Ziller
Saraçların hanesinde aynı koku vardır her yerde; dabakhaneden
çıkmış yağlı kösele kokusu… Ama aldırmayın alışırsınız bir
zaman sonra… Süsleri yok mu süsleri göz kamaştırır; boncuklar,
ziller, nazarlıklar, kayışlar… Bu dıştan görülen yüzü, ya
içi? Sergi açmış usta at posterlerinden. Kalıcı bie sergi…
Dalmış usta hülyalarına, hangi küheylanın sırtında acep? Kanatlanıp
uçuyor mu? |
|
Araba
Ressamı Enver…
Tuvali, arabasının tahtaları, esinlendiği yerler; doğanın
binbir güzelliği;
kuş, böcek, çiçek, göl, deniz… İsmi, Enver, İşi 'Araba Ressamı'…
Arnavut kaldırımları söküleli beri, tahta tekerlekler ve nal
sesleri
yitti gitti toprağın derinliklerinde. Ama her şeye inat ahşap
tekerden
vazgeçmiyor at arabacıları… Ve en güzel desenleri işliyorlar
arabalarına;
sevdalar, umutlar, özlemler dile geliyor 'Araba ressamı'nın
tuvalinde…
Lastik hızıyla dönmese de ahşap tekerlek asfaltta, şimdilik
ölmeyecek kadar
doyuruyor arabacıları… |
Nalbant
Yakup
O gün böbrek sancıları tuttu 'Nalbant Yakup'un. "Gelecek
zamanı mı buldun be adam…" "Gözünü seveyim ustam ağaçlar
dağda…" Sızlana sızlana yaktı ocağı, kızardı nar gibi nallar,
yaktı tırnaklarını hayvanın. Öyle bir koku çıktı ki yanan
tırnaktan, Dayanabilene aşk olsun… Bir kunduracı edasıyla,
Oturttu nalları ayağa. Ardından 'mıh'ları çıktı birer birer…"Haydi
git selametle, siftah senden, bereket…" "Hanım ne alınacaktı
bakkaldan?.."
|
Şipşakçı
Foto Işık
Makinesiyle yaşıt 'Şipşakçı' Foto Işık; 80'ine basamak dayamışlar…
Hem berber, hem de fotoğrafçı iken, ustasının ölümü üzerine;
makineyi almış omzuna, göçmüş Siirt'ten İstanbul'a Berberlikle
birlikte yürütürken fotoğrafçılığı, hırsızlar silip süpürmüşler
dükkanı. Düzeltmiş işi sonradan,
tam ev bark sahibi olmuşken, işler tıkır tıkır giderken, herkes
başlamasın mı fotoğrafçılığa, yapa yalnız kalmış İstanbul'da…
Şimdiki mekanı Zeyrek SSK önünde bir metre karelik bie alan;
düşerse haftada bir 'kafa kağıdı',
çeker üç fotoğraf. Üç ayaklının yanında bir de tezgahı var
'Foto Işık'ın;
işportacılığa başladı 80'ine basamak dayamış şipşakçı; "Ne
isterdiniz; otobüs bileti, tükenmez, kağıt, permatik?" |
|